Yirminci yüzyılı inceleyen kitabında Hobsbawm iki nitelik üzerinde durur: birincisi yüzyıl nispeten kısadır, 1990 yılında reel sosyalizmin tarihe karışmasıyla son bulmuştur. İkincisi ise başta iki dünya savaşı ve genel olarak soğuk savaş ekseninde kutuplaşmaları ve siyasal uygulamaları ile aşırıdır. Tarihsel gidişat radikal değişimlere uğramıştır.
Bir de bütün bunlara birey ya da tek başına insan ile siyasal iktidar ya da örgütler açısından bakılabilir. Bu anlamda yirminci yüzyıla plastik sanatlardan görsel sanatlara, tiyatro metinlerinden edebi metinlere kadar ?bireyin güçsüzlüğü ve zaafları? damgasını vurmuştur. Kent uygarlığın beşiği değil, cinayetlerin, ahlaksızlıkların, yalıtılmış bireyler üzerinde siyasi iktidarların, özgürlüğün değil köleleşmiş insanın, insan iradesinin değil sinikliğin merkezine doğru bir evrim geçirmiştir. Aynı nedenle kentler iyimserliğin değil, büyük oranda pesimizmin ve fatalizmin damgasını taşıyan ruh hallerine bürünmüştür. Yirminci yüzyılın en iyimser sloganı haline geldi bir hayali zafer iddiası: ?Galiptir bu yolda mağluplar? (Sartre). Aynı insan toplumlar arası ilişkilerde ve batılı dünya ile Üçüncü Dünyanın insanı arasındaki ilişki açısından ise daha sert bir ifade kullanmıştı: ?Soylu ruhlarımız ırkçıdır?.
Bu açıdan bakıldığında insanlığın en yakın geçmişini ve belki de en radikal aranışlarını temsil eden yirminci yüzyılın sanatsal / felsefik / edebi aranışının bir dökümünün yapılması gerekir. Bunu yaparken bir yandan modern yaşamın geçirdiği evrimi, öte yandan bireyin bu süreçteki aranışlarını incelemek, bütün bunları ise kuramın / ya da bilge insanın eleştirel öz bilincinden yola çıkarak eleştirinin vizöründen geçirerek yirminci yüzyılı incelemek. Tam bir felsefe, anlam aranışı ve sanat sosyolojisi alanı diyelim bütün bunlara. İşte bu konuda Türkçede ve bizden birinin ZamanMekan adlı eseri diğer bütün çalışmalardan ayrıksılaşacak ölçüde tarihin bir dökümünü yapıyor. Bir yandan yoğun bir şekilde batı aklının dökümünü yapmak, öte yandan ise kendi yıkımının sinema alanında ürettiği karakterler ve anlatılar yoluyla ?kendi öz bilincini? ortaya çıkarmak için yola düşülmüş zor ve düşündürücü bir çalışma olarak ZamanMekan belki de bizden birinin yazdığı ilk sinema sosyolojisi kitabı olarak da okunabilir. Bir yandan kurama giriş rolü oynarken, öte yandan kuramın en derinlerindeki dehlizlerde çekinmeden dolaşacak denli cüretkâr bir çalışma. En önemli eksiği bu süreçteki gezintide Türkiye Sinemasının ve kuramsallaştırma tarihimizin yetersiz denecek ölçüde az içerilmiş olması. Ama denebilir ki eğer Türkiye Sinema tarihi ve bu tarih içindeki tartışmalar başlı başına ele alınacak kadar önemli ve derin bir konudur, bir başka kitabın konusu olmalıdır.
80?li yıllarla birlikte baskın siyasi ve ideolojik söylemler ve edimler haline gelmeye başlayan neo-liberalizm ve küreselleşme, kenti ve dolayısıyla mekânı yeniden biçimlendirmektedir. Ama bu kentlerde mikrofonla konuşan otoritenin sesinin yanı sıra kendi seslerinin otantikliğiyle konuşan bir direniş geleneğinin çığlıkları da var. Direniş geleneğinin gayri-resmi tarihi de. Bu nedenle ZamanMekan iki yönlü okumayı gerektiriyor, bir yandan egemen olanların ?övünemeyecekleri? bir tarihi nasıl yazdıkları, ikincisi ise direnenlerin alternatif dünya özlemleri ve kendilerini sanat eserlerinde dışa vuran bir ?kaybediş ve direniş? tarihi.
Kentler giderek birbirine benzemekte, kişiliklerini kaybetmekte; özgün olan, yerel olan yerini küresel sermayenin aynılaştıran mekânlarına bırakmaktadır. İkincisi, farklı sınıfların yaşam alanları arasındaki ayrım belirginleşmekte, kentte görünmez duvarlar yükselmektedir. ?Kentsel dönüşüm?, ?marka şehir olmak? gibi proje ve söylemler bu dönemin ürünüdür. Kentlerin haritaları zamanla değişirken, insanların mekânla girdikleri ilişkilere referans veren bir kavram olarak ?bilişsel haritalar? da değişmektedir. ?Lynch, 60?lı yıllarda kentlerin artık yaşayanları için zorunlu mekânlar olacağını ve kentlilerin bu coğrafyası, fiziki ve deneyimi değişmekte olan mekanlarda bilişsel haritalar çıkarmak zorunda olduklarını ve bu haritaların kentte ayakta kalmanın en önemli aracı olduğunu söylüyordu. (s76)? Mekânın hiçleşmesini çokuluslu sermayenin egemenliğine ve artık ondan ayrı düşünülemeyecek elektronik teknolojisiyle anılan yeni kitle kültürüne bağlıyor. ?Bugün, kente baktığımızda, onun küreselleşmiş olmaktan dolayı yeni olduğu iddia edilen, ama aslında, hatırlarsak tanıdık gelecek olan, uluslar üstü ve güçlenmiş sermayenin, bu sermayenin geniş coğrafyalarda rahat akışkanlığına ve gerektiğinde hızlı ve esnek el değiştirmesine ve [?]elektronik teknolojisinin, elektronik üretim araçlarının, bu tip kitle kültürü sanayinin her birinden ve onların sistemli beraberliğinden ayrı bir öyküsü olmadığını görüyoruz. (s.80)? Kent haritalarının ve buna bağlı olarak bilişsel haritalarımızın değişmesi sürecinde başat rolü oynayan aktörlerden biri de elektronik teknolojisinin küresel sermayenin elinde geldiği noktadır. Gündelik yaşamlarımızı, mekânla ve diğer insanlarla girdiğimiz ilişkileri, onları duyumsama biçimlerimizi belirler bir hale gelmiştir bu. Bir örnek olarak ?Televizyon mekânı, küreselleşmenin homojen, tıpatıp aynı mekânlarından en yaygın, en kitlesel olarak tanınabilen mekânıdır. Tıpkı havaalanları, alışveriş merkezleri, otobanlar, bayilik mekânları, Pizza Hut, McDonalds, Polo Garage, LC Waikiki, Benetton gibi coğrafyasız mekânlardan biridir; bir hiç mekândır. (s20). Hep birlikte mekânlarımızın özerkliğini ve özgüllüğünü kaybedip aynılaşma ve bayağılaşma sürecinin öyküsü ve özgürlük aranışları ile isyan duygusun tarihi için ZamanMekan incelenmeyi hak ediyor.
Yazan: Zahit Atam
Kitabın Künyesi
Zaman Mekan Kuram ve Sinema,
Z. Tül Akbal Süalp,
Bağlam Yayınları,
Haziran 2004,
377 sayfa