Mimoza’da Elli Gram – Cemil Kavukçu

Cemil Kavukçu’nun 2007 yılında yayımladığı Mimoza’da Elli Gram adlı öykü kitabı üç bölümden ve 15 öyküden oluşuyor.
“Mimozada Elli Gram”, taşrayı anlatan bir öykü kitabı. Evet, alkolikler ve tutunamayanlar ya da tutunmayanların, edebiyatçıların çokça ilgisini çeken dünyası var yine karşımızda.
Ama bu kitabı okudukça, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığına, ne taşranın ne de orada yaşayanların aslında sadece taşra ya da taşralı sayılamayacağına tanıklık yapıyor insan. Tuhaf, büyülü bir dünyanın içine sokuyor bizi yazar, hüzünlü olduğu kadar eğlenceli olaylar ve birbirinden ilginç karakterlerle, edebiyatın olanaklarını sonuna kadar götürerek…
Zamanın yavaşladığı, çılgın kalabalıktan, karmaşadan ve gürültüden uzak, Apolyont Gölü’ne yakın bir yer midir sadece kitapta geçen İkizce Köyü? Kitap böyle bir betimlemeyle başlıyor, “İkizce” öyküsünde. Yazarımızın o köye gelişinin nedenini ve köyü betimlemesini okuyoruz önce. Köyün doğasını, çoban Yusuf’un sürüsü ve köpekleriyle ilişkisini, bir zamanlar televizyona da çıkan köydeki az sayıdaki Günetapanlar tarikatından kişinin köyle ve güneşle ilişkisini, köyün imamının minareden yaptığı komik anonsları vb.

Bir ölüm istasyonu mu?
Ve her şey birden bire, kitabın ikinci bölümü “Mimoza”nın ilk öyküsü “Mimoza’da Elli Gram” ile sert bir biçimde başlıyor. İçeriye giriyoruz çünkü… Huzur veren bir melodiyle başlayıp sertleşen bir müzik parçasını dinler gibi, birden asıl öykünün içinde buluyoruz kendimizi…
Kitap, üç bölümden ve 15 öyküden oluşuyor. İlk ve son bölümlerde birer öykü var sadece. Aslında öykülerin tematik bir bütünlük oluşturduğunu, bir romandaymış gibi birbirini takip ettiğini söyleyebiliriz. Ne var ki, öyküye has inceliklerle dolu anlatım yine de ağırlığını baştan sona koyuyor.
Öyküler, yazarın ziyaretine gittiği İkizce’de yaşayan Ressam Rasim’in gözünden aktarılıyor bize. Buzdolabı tıkırtısının bile, onu evden uzaklaştırıp resim yapmasını engellediğini düşünürsek, tek huzur bulduğu yerin müdavimi olduğu meyhane ve alkol olması, hatta doktorlar öleceksin diye uyarmasına rağmen “Bir elli gram daha!” diyerek meyhaneciye yalvarması çoğu kişiye acıklı bir durummuş gibi gelebilir. Elli gram mı dedim? Elli gram, rakı ve votkada ‘sek’anlamına geliyormuş, altmış beş gram ise sekle duble arası bir ölçü.
Öncelikle, bu kitaba adını veren ‘mimoza’nın, bir çiçek türü olan mimozayla bir ilgisi yok, köydeki meyhanenin adı. Meyhanenin sahibi ‘Azbulunur’ lakaplı ve “Azbulunur” öyküsünün kahramanı Ender’in âşık olduğu bir konsomatrisin adıymış Mimoza. Üstelik bu kadının mimoza çiçeğinin hiçbir özelliğini çağrıştırmadığı da açık. Yani absürd bir durum, öyküdeki pek çok şey gibi.
Mimoza’nın müdavimlerini tanıdıkça, hepsinin birbirinden ilginç hikayesi, bizi kendi hikayemizle, varoluşumuzla, çıkışsızlıklarımızla karşı karşıya getiriyor. Tek sorun şu: Mimoza, Ressam Rasim’in dediği gibi bir ölüm istasyonu mudur, yoksa bir sığınak mı? Ya da her ikisi birden… Belki de yaşamın kendisi bir Mimoza, içinde keşfedilmeyi bekleyen hikâyeleriyle…
Bülent Usta, 26 Ekim 2007 Tarihli Milliyet Kitap

Cemil Kavukçu; MİMOZA’DA ELLİ GRAM / Metin Celâl
Mimoza, Bursa’da bir birahane. Dışarıdan bakıldığında dikkati çekmeyen, sırrını ele vermeyen bir mekan. İsmini mimoza çiçeğinden değil de bir pavyon konsmatrisinden alıyor. Birahanenin Azbulunur lakaplı sahibi, gerçek adıyla Ender, hayatında ilk kez bir kadına aşık oluyor. Bu kadın, birahane sakinlerinin anlatımında iyice küçümseniyor, “iki ayağı üzerinde yürüyen koca memeli bir beygir”, “gülerken kişneyen iri dişli bir canavar” gibi sözlerle tanımlanıyor. Ama Ender, bu kadına aşık olmuş, onun için malını mülkünü harcamış. Sonunda bu birahaneyi açınca da “Mimoza” adını koymuş. Birahanenin sadece maç akşamlarında altı masası ve bar tabureleri doluyor ama yalnızca maç izlemeye gelenlerin birahanenin gizemli havasını solumaları mümkün değil. Mimoza bir sığınak. Ölümü bekleyenlerin sığındığı bir yer. Sürekli sakinleri mümkün olduğunca az şey yiyerek, bolca içki içerek sığındıkları bu birahanede ölümü bekliyorlar. Cemil Kavukçu’nun son hikaye kitabı Mimoza’da Elli Gram (Can yay.) buranın sakinlerinin hikayelerini anlatıyor. Hikayelerin anlatıcısı Ressam Rasim, “Aslında buranın adı KİMSESİZ ADAMLAR SIĞINAĞI olmalıydı. Bu öneriyi getirdiğimde Erkek, Harun Abi, Taksici Hasan Baba, Seyhun ve Doktor buna şiddetle karşı çıkmışlar, bir hata işlemişim gibi bakmışlardı yüzüme. Buraya gelenler kimsesiz değildi, bu mekan geniş bir aileydi. Doğruydu, buna katılıyordum, bu kapıdan girince kalabalık ve sıcak bir ailede buluyordum kendimi. Ama dışarı adımımı attığımda hemen kimsesiz oluveriyordum. Sonuçta burası bir sığınaktı, hem de kimsesiz adamlar sığınağı, neden anlamak istemiyorlardı” diye anlatıyor birahaneyi.

Mimoza’da Elli Gram, İkizce adlı hikaye ile başlıyor. İkizce, “Karacabey Ovası’nda Apolyont Gölü’ne hâkim, adını aldığı deve hörgücü gibi iki tepenin eteğine kurulmuş” bir köy. Yamaçta, köyü kuşbakışı gören bir evde iki arkadaş buluşmuşlar. Ressam Rasim evin sahibi, içkiyi bırakmış, alkolizmden kurtulmak için buraya sığınmış. Bir arınma döneminde. Zaman zaman içinde filizlenen içki içme isteğini köylülerden Dayı’nın getirdiği boğma erik rakısı ile ya da göl kıyısındaki Kaleci İlhan’ın Yeri’ne yaptığı kaçamaklarla gideriyor. Anlatıcı, arkadaşını ve yeni yaşam biçimini görmenin yanı sıra büyük bir projeyi gerçekleştirmeye gelmiş; Ressam Rasim anlatacak ve o Mimoza’nın hikayelerini yazacak.

Günler sonra Rasim anlatmaya başlıyor. Rasim, tek tek Mimoza sakinlerini anlatırken bir yandan da nasıl alkolizmin batağına saplandığını da anlatıyor. İşini durduk yerde bırakmış, resim yaparak geçineceğini ileri sürerek sürekli içki içmeye başlamıştır. Karısı evi geçindirmenin yanında, Rasim’i de bu alışkanlığından uzaklaştırmaya çalışmakta ve bunun sonucunda evde sürekli sıkıntılı bir hava solunmaktadır. Evin bir odası Rasim için resim atölyesi haline getirilmiştir. Eşden dosttan küçük şiparişler gelmekte, Rasim, portreler çizmektedir. Ama bu durum onu hiç mutlu etmez ve karısının içki içmesin diye harçlığını iyice kısmasına rağmen Mimoza’ya daha çok sığınmaya başlar. Kağıt peçetelere Mimoza’nın sakinlerinin portrelerini çizer. Bu portreler birahanenin sahibi tarafından denetlendikten sonra duvara, özel bir bölüme asılmaya başlar. Mimoza’da Elli Gram’da anlatılan hikayelere bu resimler de eşlik ediyor.

Cemil Kavukçu, yalın anlatımıyla Mimoza’nın duvarlarındaki portrelerdeki müdavimlere can katmış. Hemen her müdavimin hikayesi resimlerle buluşup gerçeklik kazanıyor. Hikayeler birinci tekil kişi ağzından anlatıldıkları için oldukça sahiciler de. Sanki Mimoza’nın bir masasında oturmuş Ressam Rasim’i dinliyormuş gibi hissediyorsunuz kendinizi. Mimoza’nın müdavimleri ortayaşı aşmış, hayatın sonuna doğru yürüyen kaybedenler. Kaybettiklerinin bilincindeler ama yine de tutunacak bir dal aramayı da ihmal etmiyorlar. Sürekli oynadıkları şans oyunları bunun bir göstergesi. Ama o tutunacak dalı bulamayacaklarını, hayatlarını değiştiremeyeceklerini de biliyorlar için için. Kaçınılmaz son ölümdür ve Mimoza ölümü bekleme odası gibidir. Sessizce aralarından ayrılan müdavimlerin ruhları için yine sessizce kadeh kaldırırlar. Yalnızlıklarında, mutsuzluklarında soluk alma alanı gibidir Mimoza. Evlerinden kaçıp bir an önce orada olmak ve bir günü daha tüketmek için can atarlar. Birahanenin müdavimleri onların asıl ailesi halini almıştır. Orada biraz olsun yalnızlıklarını, çaresizliklerin unuturlar.

Kitabın son hikayesi Leyla Bir Özge Candır’da baştaki gibi anlatıcı yine yazar. Bir bayram günü ayrı kentlerde yaşayan beş arkadaş, birer şişe “Ayı Kanı” şarabı almış Cerrah Köyü’nün bir kaç kilometre dışındaki köyün adıyla anılan derenin kenarındaki düzlüğe gitmiştir Sadece bayramdan bayrama görüşmekte, hasret gidermektedirler. Ressam Rasim de bu arkadaş grubunun bir üyesidir. Ressam Rasim’in hâlâ Mimoza’ya devam ettiğini, gelen telefondan karısının hâlâ onun için endişelendiğini öğreniriz. Arkadaşlardan Salibey “Sizin bir kitap projeniz vardı, ne oldu?” diye sorar. Rasim, “Benim resimler tamam” der ve yazarı göstererek “Hikayeleri yazmasını bekliyoruz” diye ekler. Salibey, “onu daha çok beklersin. Bu iş yattı desene” diye cevap verir. Yazar, “olur mu ya” diye karşı çıkar, “yazıyoruz ya işte” diye ekler. “Neyi yazıyorsun?” sorusuna da “Her şeyi” diye cevap verir.

Mimoza’da Elli Gram, hikaye kitabı olarak sunulmasına karşın, bir roman olarak da okunmalı bence. Çünkü o yapıda. İlk hikayedeki Ressam Rasim’le, son hikayedeki Rasim birbirlerine tam anlamıyla denk düşmeseler de kitap hikayeden çok romana yakın duruyor. İlk hikayede Rasim, alkolizmden kurtulma denemeleri yaparken ve geçmişi için “yaşama sırtını dönmüştü o yıllarda” denilip, artık yeni bir hayata başladığı anlatılsa da son hikayede Mimoza müdavimliğine devam ediyor. İlk ve son hikayedeki tek ortak nokta yazarın Rasim’in çizdiği portreleri hikayeleştireceğidir.

Mimoza’da Elli Gram, roman da olsa hikaye de keyifle okunan bir kitap. Cümlelerin arasından sıcaklık akıyor, dünyasına sizi katıyor ve kitabı bir solukta okuyorsunuz. Zaten edebiyat eserinin bir işlevi de budur. Anlatılanların ne kadarı gerçek, ne kadarı kurmaca bilemem ama birbirini tamamlayan hikayelerle son sayfalara doğru ulaştığınızda Mimoza’nın varlığına da sakinlerinin gerçekliğine de ikna oluyorsunuz. İçinizden bir otobüse atlayıp Bursa’ya gitmek, o birahanede bir kenara oturup müdavimleri izlemek geliyor.”

‘Öykü cilveli ve kaprisli bir türdür’ Derviş Şentekin
14.09.2007 Tarihli Radikal Gazetesi Kitap Eki

‘Mimoza’da Elli Gram’ bir roman olabilir miydi? Hem olabilirdi hem olamazdı. Bence olamazdı. Birbirine bağlanan öykülerden oluşan ‘Gemiler de Ağlarmış’ kitabım için Fethi Naci ‘mahçup bir roman’ demişti. Bu yaklaşım çok hoşuma gitmişti’
“Ölüm istasyonu” olarak tanımlanan, küçük bir birahanedir Mimoza, altı masası olan. İçkinin gramla satıldığı tek yer. Bir anlamda birbirlerine tutunarak hayatla mücadele eden müdavimleri neredeyse bir aile gibiler… Cemil Kavukçu yeni öykü kitabı Mimoza’da Elli Gram’da sıradan insanların bir solukta okunan öykülerini anlatıyor. Mimoza’ya çöküp bir elli gram içebileceklerin içine işleyebilecek öyküler…
Son dönemde yayımladığınız üç romandan sonra Mimoza’da Elli Gram’la ‘yeniden öyküye dönüş’…
Edebiyat dünyasına 1981 yılında öyküyle adım attım. O günden bu güne üç roman yazdıysam da öyküden hiç kopmadım. Bu nedenle ‘yeniden öyküye dönmüş’ olduğumu düşünmüyorum. Sürekli öyküyle içli dışlı olduğumu, öyküyle yatıp öyküyle kalktığımı da söylemiyorum. Bunu söyleyenleri inandırıcı ve içten bulmuyorum. Öyle ki haftalarca, hatta aylarca tek satır yazmadığım oluyor. Bunun henüz bir vedalaşma olmadığını bildiğim için paniğe kapılmıyorum. Ama bir gün vedalaşacağımızı biliyorum. Bu beni hiç ürkütmüyor. Asıl trajik olan bu vedalaşmanın farkında olmadan yazmaya çabalamak. İşte bundan çok korkuyorum. Yazamadığım dönemlerde öykümün yorgun düştüğünü ya da bilmediğim bir nedenle bana kırıldığını ve dinlenmek istediğini düşünüyorum. Kişisel deneyimim, bu dönemlerde ısrar edilen öykülerin kısa bir süre sonra çöp tenekesini boyladığını gösterdi. Araya giren ve kimi okurlarımın pek sıcak bakmadığı romanlarımın yazılış serüvenlerinde bunun da payı olduğunu düşünürüm. Bundan önceki öykü kitabım Başkasının Rüyaları 2003 yılında yayımlanmıştı. Mimoza’da Elli Gram’daki öyküleri yazmaya ise 2004 yılında başladım. Araya iki roman girdiyse de Mimoza kendi yatağında usul usul gelişiyordu. Üç yıla yayılan bir serüveni var bu öykülerin.
Öyküler birbirinden bağımsız gibi dursa da Mimoza’da Elli Gram’a tek bir öykü gibi de bakabiliriz. Bir roman da olabilirmiş, öyle okudum…
Bu bütünsellik bir önceki öykü kitabım Başkasının Rüyaları’nda da var. Aslında başından beri öykülerimin arasında dolaşmaktan, aynı kişi ve mekânları başka başka öykülerde kullanmaktan hoşlandım. Bir kitap içindeki bu ilinti, kitaplar arasında da olmaya başladı. Öyle ki, Başkasının Rüyaları’nda öbür kitaplarımdaki öykü kişilerini ‘Düğün’ başlıklı öykümde bir araya getirecek kadar ileri götürdüm işi. “Benim oyuncularım” dediği oyuncularla çalışmaktan hoşlanan bir sinema yönetmeni gibi. Mimoza’da Elli Gram’daki öykülerin büyük çoğunluğu birbirinden bağımsız olarak da okunabilir. Birkaçı Sözcükler dergisinde yayımlandı zaten. Ama dediğiniz gibi, bu kitap tek bir öykü. Ancak, her şeyde olduğu gibi bu arayışta da varılacak bir nokta vardı ve ben artık oraya vardığımı düşünüyorum. Bundan sonraki öykü kitabımda böyle bir bütünsellik olmayacak. Birbirine ulanmayan, birbirinden bağımsız öykülerden oluşan bir kitap düşünüyorum. Şimdilik dört öykü yazdım. Bir kitap boyutuna ne zaman ulaşır, bilmiyorum. Birkaç yıl bile sürebilir.
Mimoza’da Elli Gram bir roman olabilir miydi? Hem olabilirdi hem olamazdı. Bence olamazdı. Birbirine bağlanan öykülerden oluşan Gemiler de Ağlarmış kitabım için Fethi Naci “Mahçup bir roman” demişti. Bu yaklaşım çok hoşuma gitmişti. Edebi türler arasındaki sınırlar git gide saydamlaşıyor. Bir metnin hangi türe girdiğinden çok edebi niteliği önemli. Öykü; şiir, anı, deneme, günlük, röportaj, sinema hatta romandan beslenip sınırlarını genişletirken yalnızca kendi türünü besliyor. Yani, cilveli ve kaprisli bir tür.
Öyküleri resimleme fikri nasıl oluştu?
Öykülerden önce resimler vardı, dolayısıyla resimler öykü fikrini oluşturdu. Bu kitabın hikâyesi öbür kitaplarımdan farklı. Mimoza gibi bir mekân olduğu gibi, her çizimin de gerçek bir karşılığı var. Birkaçının dışında onlara başka adlar versem bile sonuçta hepsi gerçek kimliklerinden soyunup kurmaca kişilere dönüştüler. Yazım sürecinde, onların hikâyeleri benim öykülerimde biçim değiştirdi. Bu ne bir Mimoza belgeseli, ne de yaşam tutanağıdır. Bursa’da yaşayan, lise yıllarından arkadaşım Cemil Küçükfilibe’yi bir ziyaretimde beni, anlata anlata bitiremediği Mimoza adlı birahaneye götürmüştü. Birahanenin bir duvarında, kendi yaptığı, oradaki müdavimlerin peçete kağıdına ispirtolu kalemle çizilmiş resimlerinden oluşan minik bir sergi alanı vardı. İkimizi de heyecanlandıran ‘resimlerin öyküleri’ fikri o gece oluştu. Yaşayan kişilerin hikâyelerini ondan dinledim. Yazıp yazamayacağımdan emin değildim. Yazdıkça, onun anlattığı hikâyeler benim öykülerime dönüşmeye başladı. Mimoza’ya benzeyen ama Mimoza olmayan böyle bir dünyayı kurarken büyük bir keyif aldım. Öykülerin tamamlanıp kitaptaki biçimini alması üç yıl sürdü.
Özellikle son on yılda, öykülerin büyük çoğunluğu ya çok içe kapalıydı ya da ‘başka dünyalar’a odaklandı…
Öykü edebiyatımız, iniş çıkışlar, durağanlık ve sıçramalarla, popülizmin tuzaklarına düşmeden kendi yolunda ilerliyor. Yazmaya başladığım 80’li yıllar öykünün ciddi bir biçimde kan kaybettiği bir dönemdi. O zaman bile öykü adına bir karamsarlığa kapılmamıştım. Bu durgunluk neredeyse on beş yıl sürmüştü. Öykücülüğümüz 1995’ten sonra atağa geçmiş ve bir ‘patlama’ yapmıştı. Bu canlılık yedi-sekiz yıl sürdü. Yeni öykücülerin filiz verdiği, öykü dergilerinin yayımlandığı, öykünün gündeme gelip tartışıldığı bir dönemdi. Özcan Karabulut’un önderliğinde başlayan ‘Ankara Öykü Günleri’ kısa sürede başka illere, yurt dışına açılmış ve 14 Şubat “Dünya Öykü Günü” olarak kabul edilmişti. Bütün bu devinime karşın, o yıllarda yazan genç öykücüleri bir “kuşak” olarak nitelendirmek güç. İçe kapalılığın ve öznelliğin ağır bastığı öykülerin, edebiyatın da dışında sosyolojik bir araştırma konusu olduğunu düşünüyorum. Yaşamda her alanın karardığı seksenli yıllarda çocukluklarını yaşayan genç öykücülerin büyük bir bölümü kendilerinden yola çıkmışlardı. Bu da kısa sürede tükenecek bir malzemeydi. Başka dünyalara açılan öykülerin sayısı ise çok azdı. Son beş yıldır öykücülüğümüz yine kendi kabuğuna çekildi. Dergilerde çıkan ya da yayımlanan kitaplarda olsun, beni heyecanlandıran öykü sayısı ne yazık ki çok az. Bunun geçici, yeni patlamalara hazırlık dönemi olduğunu biliyorum. Dergilerde tek tük de olsa, ileride neler yazabileceğinin ipuçlarını veren genç yeteneklerle karşılaşmam beni umutlandırıyor. Son dönemde beni heyecanlandıran genç öykücülerden biri de Seray Şahiner oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, öykü ‘kaprisli ve cilveli’ bir tür ama kendini bir biçimde kültürel kirlilikten ve popülizmin tuzaklarından da çok iyi koruyor. Öykücülüğümüz şu anda nekahet dönemini geçiriyorsa da yakında yine yükselişe geçeceğine inanıyorum. “

CEMİL KAVUKÇU: ÖYKÜLERİM, ‘YAŞAMIN KIYISINDA’ DURANLARA BİR IŞIK
Birgün Gazetesi 29 Eylül 2007 / Kitap Üzerine Söyleşi

Yanınıza alıp da okuyamadığınız yolculuk kitaplarından olmamıştı Yol Öyküleri’. Seçme öykülerden oluşuyordu, okuduğumuz bir öykü çok etkilemişti bizi… Bir okula konferans uermesi için çağrılan yazarın öyküsüydü. Hepimiz ‘en çok’ da o öyküyü beğenmiştik… Çok bizden gibiydi… Sonra takipçisi olduk, bekler olduk Cemil Kaımkçu’yu. İşte şimdi bir kitabı daha çıktı ‘Mimoza’da Elli Gram’. Yine ince ince insan halleri üzerine kalem oynatmış Kauukçu. ‘Yaşamın kıyısına’ bilerek çekilenlerin, orada bilerek kalanların öyküsünü anlatmış, biz de bundan hareketle, Mimoza’yı ve onun öykücülüğü hakkında konuştuk.

» Mimoza’da Elli Gram’da küçük küçük öykülerden harekede bir bütünün resmini çizmişsiniz. Fakat bu resim net değil gibi. Bir sonuç bekliyor da o sona ulaşamıyor sanki insan. Bu aslında diğer kitaplarınızda da var. Bir son gerekli mi? sorusunu getiriyor akla. Kendi iç sıkıntılarıyla sonsuz bir sarmalda dönüp duruyorlar mı insanlar sizce?
Bunu ben özellikle yapmıyorum, çünkü sözünü ettiğiniz sonuca ulaşmamak ya da ulaşamamak öykünün doğasında var. Ayrıca öyküde bir ahlak dersi ya da mesaj da aranmamalıdır. Öykülerin ucu genellikle açıktır. Klasik öyküde olduğu gibi bir son gerekli değildir. Öykü gerçekten bir sona eriyor sayılmaz. Aranan net resim, yazarın bilinçli olarak bıraktığı boşlukların ve açık bırakılmış sonun okur tarafından tamamlanmasıyla ortaya çıkabilir ancak.

» Öykülerinizde bir durum anlatıyor gibisiniz… Hayattan bir enstantane… Biraz Sait Faik, biraz Çehov. Karakterleriniz Steinbeck’in karakterleri gibi ‘yaşamın kıyısında’ insanlar. Fakat sizin karakterleriniz Stein-beck’ten farklı olarak iç sıkıntısıyla yaşıyorlar. Steinbeck’in karakterleri gibi durumlarından hoşnut değiller…
Evet, öykülerimde durumları anlatıyorum, günlük yaşamdan kesitler verirken insanlık hallerine de değinmeye çalışıyorum. Bütün karakterlerimin ortak noktasının iç sıkıntısı olduğunu düşünmüyorum. Sizin de belirttiğiniz gibi yaşamın kıyısında duran ya da durmaya çalışan insanların dünyasına bir ışık düşürmeye çalışıyorum. Onların iç sıkıntılarının diğerlerine göre daha az olduğu kanısındayım. Öykü kişilerim durumlarından hoşnut değiller ama yakınmadıkları gibi bunu değiştirmek için bir çaba da harcamıyorlar. Bunlar biraz da yaşamın kıyısına bilerek çekilenlerin öyküleri.

» Kitaplarınızın genel karakteristik özelliklerinden biri de erkek karakterlerin gözünden bakıyor olması. Bu erkekler ‘düştük’leri durumdan ötürü kadınlarını suçlamıyorlar. ‘Benim gibi bir adamı hâlâ neden seviyor’ diyor Ressam Rasim karısı için örneğin. İnsanlar hayata, geç kalmışlıklarının bedelini mi ödüyorlar eninde sonunda?
Burada psikolojik ya da sosyolojik bir çözümleme yapmıyorum. Nedenleri üzerinde de durmuyorum. Sonuçta, dünyaya başka bir açıdan bakan, sorunlarıyla birbirlerini bunaltmayan, yalnızlıklarını bir mekânda paylaşan insanların günlük, küçük öykülerini anlatıyorum. Öykülerin kuruluşu genelde yüzeyde değildir, okurun katkı-larıyla ortaya çıkmayı beklerler. Sonuçta, Rasim’i yaşamdan neyin koparmış olabileceği, insanların hayata geç kalmışlıklarının bedelini ödeyip ödemedikleri de okurun değerlendirmesine kalıyor. Yazar olarak ben, karakterler arasında taraf tutmadan, onları yargılamadan, yorum yapmadan, kendi duygularımı işin içine karıştırmadan öykülerini yazmakla yetindim.

» Kitaplarınızda hüzünle karışık bir hayat var ama bu hayat çok ince insan gözlemleri ile eğlenceli bir hal alıyor. Gülümsemeyi bırakın kimi zaman kahkahalarınızı yutmak zorunda bile kalabiliyorsunuz. Bu biraz okuru rahatlatmak için mi, yoksa her durumda hayatın eğlenceli yanlarını görmeye bir vurgu mu?
Bir gün içinde bile, farkında olmadan birçok öykünün içinden geçiyor, birçok ruhsal durumu yaşıyoruz. Hüzünle güldürücü unsurların yer yer içice verilmesi okurun rahadaması için değil kuşkusuz; yaşamda da böyle olduğu için.

» Derdi olan adam yazar derler. Yazmak biraz içini dökmek… Kendinizi öyküye mi romana mı daha yakın hissedebiliyorsunuz?
Öyküye daha yakın buluyorum. Öykü yazmak, biraz da kendimle derdeşmek gibi geliyor bana.

» Sinemada Nuri Bilge Ceylan’la çalıştığınızı hatırlıyorum. Film senaryosu yazmak ya da karakterlerinizi beyazperdede görmek ister misiniz? Sinemayı çok sevmeme karşın film senaryosu yazmayı düşünmüyorum. Karakterlerimi de beyazperdede göreceğimi sanmıyorum. Benim bir öyküm filme uyarlansa da, orada göreceklerim benim karakterlerim olmayacaktır artık. Nolya adlı öykümden bir televizyon filmi yapıldı. Filmin hikâyesi benim öyküme benziyordu, o kadar. Bunu bir yakınma olarak söylemiyorum. Sonuçta sinema dili dediğimiz başka bir disipline dönüşüyor, öykünüz de biçim değiştiriyor. Yazarken gözünüzde canlandırdığınız bir karakter sinemada (sizin belki de hiç düşünmediğiniz) bir oyuncunun yüzüyle karşınıza çıkıyor. Sinemaya uyarlanan romanlarda da aynı duyguyu yaşadım. Okurken canlandırdığım karaktere hiç benzemiyordu filmlerdekiler. ESRA KARATAŞ

“Mimoza’da Elli Gram, edebiyatımızın yetiştirdiği en önemli öykücülerden birinin, Cemil Kavukçu’nun yeni öykü kitabı. İlk kitabından bu yana eleştirmenlerin övgüyle söz ettikleri öyküleri ile Kavukçu öykücülüğümüze yepyeni bir hava kazandırmış, okurları yeni insan tipleriyle tanıştırmıştır. Kavukçu’nun öykü kişileri yaşamın tam anlamıyla ?kıyısında? yer alırlar; kimsesiz parklarda, meyhanelerde bir başlarına ya da benzerleriyle bir arada bulunur, çıkışı, sıkıntılı yaşamlarından kurtuluşu, asla bulamayacaklarını bilseler de, yine kendi yaşam biçimlerinde ararlar. Bu nedenle bu öyküler hem yalın biçimleriyle hem de yazarının ince, usta işi gözlemleriyle bu kişilerin birer anıtına dönüşmüştür. Mimoza’da Elli Gram, usta öykücünün okurlarına sunduğu bir gösteri, bir okuma şöleni.” Tanıtım Yazısı

Mimoza’da Elli Gram – Cemil Kavukçu
Yayınevi: Can
Yayıma Hazırlayan: Faruk Duman
140 sayfa

Yayın Tarihi: Eylül 2007

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir