Kendinize en son ne zaman “şu anda başka hiçbir şeye ihtiyacım yok” dediniz? Zaferin, kazanmanın, kıyasıya rekabetin, diğerlerinden geride kalmamak ve hep daha fazlasına sahip olmak için biteviye çalışıp çabalamanın, daha fazlasına sahip oldukça onaylanmanın ve en nihayetinde doyumsuzluğun genel geçer yaşam biçimine dönüştüğü bir çağda yaşıyoruz. Bugünün modern kentlileri olarak gerçek doğamızın bin ışık yılı uzağındayız. İnsanın doğadan kopuşunun travması büyük, bedeli ağır, yaraları derin ve ağrılı. İyileşmesi de o kadar hızlı ve kolay olacak gibi değil.
Yine de umut yok mu? Var, iyi ki var. Siyasetten ekolojiye gezegenin bin tane derdi içinde, hâlâ doğaya inanan ve ona geri dönmek için farklı yollar arayan insanların hikâyeleri, kara bulutları dağıtıyor az biraz. Değiştirme gücüne inanan ve hayatının iplerine eline alıp egemen sisteme dahil olmayı reddeden insanlar bunlar. Ben Hewitt işte, bu müthiş isimlerden biri.
Ben Hewitt’in Sinek Sekiz’den çıkan “Okulsuz Büyümek” (Home Grown) kitabında anlattığı hikâyesi gerçekten de ilham verici: Eşi Penny ve iki oğluyla ABD’de, Vermont’ta kısmen orman, kısmen ekilip biçilen bir arazide kendi kendine yeten bir ekosistem kurmuş Hewitt. Yirmi yıla yakındır bu hayatı yaşıyor ve keşfetmeye devam ediyor, bir yandan da müthiş kitaplar yazıyor. Ayrıca pek çok dergide köşe yazarlığı yapıyor. Kitabın adından da anlaşılacağı üzere asıl odağı Hewitt ailesinin çocuklarının eğitimi ile ilgili aldığı karar: Çiftin iki oğlu Fin ve Rye okula gitmiyorlar. Çünkü Hewitt, çocukların öğrenebilmeleri için öğretilmeleri gerektiğine değil, her bireyin kendi zamanında ve kendi içinden kaynaklanan bir motivasyonla, gereken her şeyi keşfederek öğrenebileceğine inanıyor. Ancak Penny-Ben çiftinin kararı basit bir şekilde çocuklarını resmi eğitim kurumlarına göndermeyip evde eğitmek değil; bunun yanı sıra insanın doğanın içinde, kendi zamanı ve arzusu doğrultusunda keşfederek öğrenebileceğine inanıyorlar. Şöyle diyor Hewitt kitapta: “Onlara yargılanma veya başarısızlık korkusu olmadan gerçek tutkularının peşinden gitme özgürlüğü, keşif ve ifade özgürlüğü verildiğinde neler öğrendiklerini gördüm ve bu resmi eğitimin onlara verebileceğinden çok daha fazla.”
Öte yandan kitap sadece çocukların eğitimi merkezli bir kitap değil; Hewitt iki çocuğunun eğitimini bir aile olarak Vermont Dağı’nın yamacında kurdukları, evdeki herkesin üretime dahil olduğu küçük çiftlik hayatının bir uzantısı olarak anlatıyor. Yani okuduğumuz cesur hikâye, eğitim konusunda alınan radikal bir kararın yanı sıra kırsal alanda yaşamayı tercih etmiş bir ailenin araziyle kurduğu bağ ve orada şekillenen yaşam biçimi hakkında. Bu yüzden aslında bir özgürleşme hikâyesi; bir ailenin kendini her türlü kültürel beklenti ve varsayımdan azat ederek, mutluluğu çoğunluğun başka yerlerde arama ve günün sonunda onun burunların dibindeki basit şeylerde olduğunu öğrenme macerası: Evet, bir macera bu, Hewitt’in de sık sık belirttiği üzere bu sadece bir keşif. Özgürleştirici, zorlayıcı, heyecan verici ve korkutucu… Ne doğruluğu kanıtlanmış bir proje ne de onun ısrarla savunduğu bir yaşam: “Bu kitap sizi ikna etmek için yazılmadı. Kitapta anlatılanlar tek bir kişinin ve bir ailenin keşif notları…” Bunun ideal ebeveynlik modeli olmadığını sık sık dile getiriyor Hewitt. Bu seçim ona göre her ailenin ihtiyaçlarına göre şekillenecek bir şey. Onların kendi çocuklarının eğitimi, donanımı ya da bir gün nasıl bir yetişkine dönüşecekleri konusunda ise beklentileri düşük çünkü denetlemeye değil teslimiyete inanıyor.
Ben Hewitt kendisi de Kuzey Vermont’ta babasına ait bir arazide büyümüş. Liseyi bitirmeden okulu bırakan Hewitt, o yaşta ne istediğini, hayatta neye ihtiyacı olduğunu bildiğini söylüyor. Bize dikte edilen eğitimin özgüvenimizi zedelediğini ve kendisinin de bir çocukken bunu fazlasıyla hissettiğini anlatıyor. Sonuç olarak “bizlere yerlerimizin gösterildiği” örgün eğitimde kendine bir yer edinemiyor ve annesinden “kendi hatalarını yapması” için izin istiyor ve ailesi ona karşı çıkmıyor. Bu yüzden en çok onlara müteşekkir.
Fin ve Rye hayatlarını yaşıyorlar, yaşarken de öğreniyorlar. Her gün, gün doğmadan uyanıyor ve çiftlik hayatı içinde sorumluluklarını yerine getirmek için kolları sıvıyorlar. Bütün günü ormanda geçirebiliyor, balık tutuyor, hayvanları inceliyor, bahçede ya da hayvanların bakımında ailelerine yardım ediyorlar. İkisi de babalarının aktardığına göre oldukça cesur ve inatçı çocuklar. Doğal merak ve zorlamasız, kendiliğinden bir keşif süreciyle hayatlarında onlara yol gösterecek bilgilere kendileri ulaşıyorlar. Saatlerini sadece yaşa göre gruplanmış çocukların doldurduğu ve dışarıdaki hayatı dışlayan sınıflarda değil, doğanın içinde geçiriyorlar. Evlerinde televizyon yok. Kitaplar var. Oyuncaklarını kendileri yapıyorlar. Büyüdüklerini ispatlamak için otuz tane ineği yamaçtan aşağı indirip ahıra geri soktukları bir dünya burası. Daha iki yaşında bahçede çalışmaya heves ettiklerini, patates fidelerinin üzerine toprak atıp onlara “İyi geceler, patatesler” dediklerini hatırlıyor Hewitt. Bu ona göre hayattaki bir sürü şeyden daha gerçek…
“Okulsuz Büyümek”, “Okulsuz Eğitim, Kırsalda Yaşamak, Doğa ile Bağ Kurmak ve Yaşarken Öğrenmek Hakkında Sıradışı bir Ebeveynlik Macerası” altbaşlığıyla sadece anne babaların değil, herkesin içinde kocaman bir dünya bulacağı, bugün yitirdiğimiz tonla güzel şeye atıfta bulunan “umutlu” bir kitap.
“Okulsuz Büyümek”, Ben Hewitt, 376 s., Sinek Sekiz Yayınevi, 2016
Melisa Kesmez
(kesmezmelisa@yahoo.co.uk)
Remzi Kitap Gazetesi
Sayı: 124 – Nisan 2016