Platon’un Devlet’inde İdealar Kuramı – İrem Kılıç

Bu makalede yapılmak istenen Platon’un idealar kuramını açıklamak, yani değişim içinde olan ve onun bilgisi ile, değişmeyen ve onun bilgisi arasındaki ilişkinin nasıl açıkladığını belirlemek olacaktır. Ayrıca çalışmanın bir diğer amacı Platon’un idealar kuramından hareketle Devlet’i anlamaya çalışmaktır. Bunun için Platon’un Devlet adlı eserinin 6-7-8 ve 9’nolu diyalogları/kitapları tartışılacaktır. Bu diyalogların seçilme nedeni; Platon’un idealar kuramına sınırlı bir bağlam içinden bakmaktır. Elbette bu bağlam diğer diyaloglarla ilişki içinde serimlenecektir.

Bilindiği gibi ilkçağ felsefesinin başlangıcında temel sorular doğa felsefesinin sorularıdır. Genel olarak bu sorular; ‘evrenin ana maddesi nedir?’, “evrende var olan bu çokluğun değişmeyen ana ilkesi nedir?” veya “bir hareket ettirici neden var mıdır?” Bu sorulardan ilkine, Thales su olarak cevap vermiştir ve arkhe arayışı Anaksimadros’ta sonsuz ve sınırsız olan aperion olarak, Anaksimenes’te ise her yeri dolduran hava (aer) olarak belirlenmiştir. Arkhe arayışına Miletli filozoflardan farklı olarak, Empedokles birden fazla ana maddeyi (hava, toprak, su ve ateş) varlığın temeline yerleştirir. Bu arayış Herakleitos ve Parmenides’de değişimin olanaklı olup olamayacağı sorusuna kadar devam eder. Parmenides’de varlık devinimsiz ve değişmeyen bir merkeze oturtulmuşken, oluş ve akış filozofu olarak da bilinen Herakleitos’da varlık sürekli bir değişimin, akışın, sonu olmayan bir devinimin temeline yerleştirilmiştir. Böyle bir merkezde temellenen her şeyin bu logos?a göre değişim içinde olduğu düşüncesi (pantha rei), buna karşıt olarak Parmenides’in varlık vardır ya da hiçten hiç çıkar ilkesi (ex nihilo nihil fit) ve varlığın durağan, değişmeyen Bir (Hen)’den ibaret olduğu düşüncesi tartışmaların ana eksenini oluşturmaktadır.(2)

İlk felsefe sistemini kuran filozof olarak Platon kendi sistemini Parmenides ve Heraklesitos’u uzlaştırma üzerine inşa etmiştir. Yani görüngüler dünyası açısından Herakleitos’daki devinimin, değişimin olanaklılığını kabul ederken; idealar dünyası açısından Parmenides’deki değişimin olanaksızlığını kabul etmiştir.(3) Bu kabulün bir çelişki gibi algılanmasını engelleyen idealar kuramını anlatmadan önce idea’nın neliği üzerinde durmak gerekir.

İdea kavramı Türkçe?de düşünce (fikir), tasarım (tasavvur), kavram (mefhum) gibi sözcüklere karşılık gelmekteyken Eski Yunanca’da eidos terimine karşılık gelecek şekilde “biçim” ya da “form’la eşanlamlı olarak kullanılmıştır.(4) İdealar nesnelerin ideal formları, ideal modelleridir. Platon’a göre iki ayrı dünya bulunmaktadır: Algıladığımız dünya ve gerçeklikler dünyası. Başka bir deyişle görüngüler dünyası ve idealar dünyası. Görüngüler dünyası algıladığımız, içerisinde yaşadığımız bu dünyadır. Burada değişim dönüşüm, oluş, bozuluş mevcuttur. Modeller değil, bu modellerin yani ideaların kopyaları bulunmaktadır. Gerçek dünyada ise modeller; yani idealar vardır. İdealar dünyasında değişim dönüşüm olmamakta, mutlaklık varolmaktadır. Sonradan da belirtileceği gibi Platon’a göre gerçek dünyayı ve o dünyanın bilgisini hatırlayabilenler filozoflardır. Sadece bu bilgi yani ideaların bilgisi gerçek bilgidir. Bu yüzden dış dünyada algıladığımız bir varlık kişiler için farklı birer anlamda, farklı birer görünümdeyken; yani göreceli iken o kavramın ideası değişmemektedir. Yani tekrar etmek gerekirse idealar varlıkların kusursuz tasarımları olarak vardırlar.

Platon idealar kuramını Devlet kitabında da ele almaktadır. Özellikle 6. ve 7. kitapta idealar kuramı bazı örneklerle açıklanmaktadır. Bu yüzden öncelikle Devlet kitabının özellikle de ideaların anlatıldığı bölümleri üzerinde durulacaktır. İdealar olanın değil, mükemmel olanın formlardır. Algıladığımız dünyada algıladığımız varlıklar idea değildir. İdealar kusursuzlukları ile olması gerekenlerdir. Soyut-somut her nesnede tek tek varolan idealar, sayılamayacak kadar çoktur. Ancak bu çokluk algıladığımız, dünyada değil gerçek dünyada (yani idealar dünyasında) bulunmaktadır. İçerisinde bulunduğumuz dünya ideaların kopyasından oluşan bir toplamdan ibarettir.

Platon’un aristokrat bir aileden gelmesi başta politikaya sıcak bakmamasına neden olmuşken, Sokrates’le tanıştıktan sonra ve özellikle Sokrates’in yargılanarak ölüm cezasına çarptırılmasının ardından bakış açısı değişmiştir. Hocasının ölümüyle birlikte Atina devletinde ahlak ve politika sorunları üzerine görüşler üretmeye başlamıştır. Önceleri bu görüşleri, hocasının etkisini taşırken zamanla Platon?un özgün görüşleri olarak belirmeye başlamıştır.(5)

Devlet çalışmasında doğruluğun ve erdemin ne olduğu, bunların ne işe yaradığı, mutluluk, mutluluğun devletteki önemi, toplumdaki ve insanlardaki değerler, idealar, iyi ideası, mağara benzetmesi, ruh, ruhun bölümleri gibi konular üzerinden ideal olan devlette olması gereken özellikleri anlatmayı denemektedir. Belki de döneminde iktidar olan yönetimin oligarşik bir düzeni temsil etmesi Devlet kitabında oligarşinin “para düşkünü, cimri, açgözlü… vb. nitelikteki insanlara mahsus bir düzen olduğunu savunmasının başlıca nedenlerindendir.”(6)

Olgunluk Dönemi eserlerinden olan Devlet gerek içeriği gerek etkileri, ki bu etkiler günümüzdeki bir çok kavram ve anlayışının temelini oluşturmaktadır, yönünden filozofun en önemli eserlerinden biri olarak görülmektedir.

Kısaca hatırlatma yapılacak olursa, Platon Devlet çalışmasının altıncı kitabında bir devletin başına geçmesi gereken kişinin filozof olması gerektiği anlatılmaktadır. Devletin başına filozof geçmelidir; çünkü filozoflar dürüst, bilime düşkün ve varlığı bütünüyle seven insanlardır. Ancak böyle insanlar devleti yönetirse adaletli bir sistem gelişir. Ama bu nitelikleri taşıyan kişilere çok ender (“hatta binde bir”(7) ) rastlanmaktadır. Yukarıda da belirtildiği gibi sadece filozoflar ideanın bilgisine ulaşabilmektedir. Platon?a göre toplum üç bölümden oluşmaktadır: i) İşçi ve çiftçiler gibi zanaatkarların oluşturduğu üretici sınıf; ii) savaşçıların, askerlerin oluşturduğu koruyucu sınıf ve iii) toplumu yönetenlerin oluşturduğu yönetici sınıf. Devlet yönetimini üstlenecek kişiler bu sınıfta; yani yöneticilerin oluştuğu sınıfta yetişmeli, eğitim görmelidir. Bu kişiler belirli sınavlardan geçerek, bu sınavların sonucunda seçilmektedir. Bu sınavlarda sivrilenler elli yaşlarına kadar felsefe eğitimi almaları gerekmektedir. Ayrıca yöneticiler sıradan insanlar değil, tanrısal özelliklere sahip insanlardır.

Sokrates ile tartışan Adeimantos’a göre, filozoflar devlet nezdinde hor görülmektedir. Çünkü onlara göre bu insanlar kendilerini felsefeye kaptırmakta ve bunun sonucunda da tuhaflaşmaktadırlar. Bu da devlete gerekli hizmeti verememelerine neden olmaktadır. Sokrates ise Adeimantos’un bu görüşüne karşılık “gemi ve devlet benzetmesi” yapmaktadır. Bu benzetmeye göre geminin sahibi olan kişinin ne kulağı iyi işitmekte ne de gözleri iyi görmektedir. Hatta bu kişi gemicilikten de iyi anlamamaktadır. Ama yine de bu geminin kaptanlığını o yapmaktadır. Gemide bulunan diğer gemiciler ise birbirleriyle sürekli bir yarış sürekli bir kavga halindedirler. Çünkü hepsi de gemiyi kullanabilecek en bilgili en nitelikli kişinin kendisi olduğunu savunmaktadır. Oysa hiçbiri ne gemicilikten, ne gemiden, ne de gökyüzünden ve gökyüzü olaylarından, anlamaktadır. Bu yönetim için kendileri dışında seçilen kim varsa ona saldırmaya başlamaktadırlar. Kimileri seçilmiş kişiyi köşeye sıkıştırıp gözünü oymakta kimileri ise onu öldürmeye çalışmaktadır. Eğer bu kişiyi kandırıp kumandayı ele alırlarsa da o kişiyi hiç de hak etmediği övgülere boğmaktadırlar. İşte Sokrates böyle bir kargaşanın olduğu bir gemide gerçekten bilen bir kişinin başa geçtiğini düşünmemizi istemektedir. Ona göre bu kişi nasıl tanrısal özellikler taşırsa taşısın yine de bir sürü hakarete maruz kalacaktır.(8) İşte “günümüzde” de filozofların tuhaf insanlar olduklarının, devlet yönetimini beceremediklerinin söylenmesi de bu durumdan dolayıdır; yani gemi benzetmesinde olanlardan pek de farklı olmamasındandır.

Platon’a göre filozofların bozulmasının nedenlerinin başında yanlış ya da kötü eğitim almaları gelmektedir. Çünkü en iyi değerlere sahip olan insanlar bile kötü eğitim görürlerse kötünün kötüsü olmaktadırlar. Filozoflar ancak kendine uygun, doğru eğitimi bulurlarsa en üstün değerlere ulaşmaktadırlar. Eğer bunun aksi olursa yani başa geçen herhangi biriyse, kötülük üstüne kötülük doğabilecektir. Bozuluşun bir diğer nedeni ise filozofa göre devlet şeklinin olmamasındandır. Platon bunu yeni bir toprağa atılan tohumun soysuzlaşmasına benzetmektedir. O tohum nasıl, atıldığı toprağın özelliklerine uyum sağlamaktaysa filozof da yaşadığı dönemin yönetim şekline göre şekillenmektedir, olduğu gibi kalamamaktadır. Günün birinde ona uygun bir devlet şekli olursa onun tanrısal özelliklere sahip bir insan olduğu ancak o zaman anlaşılmaktadır. Böylece diğer insanların ne kadar sıradan bir yaradılışa sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani Sokrates’e göre, ideal olan devlet düzeni filozofların bozulmadan yaşayabileceği yerlerdir. Bu yerde kanunkoyucular düzeni nasıl kuruyorsa baştakilerde düzeni öyle kurmalıdır. Devlet o zamandakinin tam tersine gençlere yaşına uygun bir felsefe eğitimi vermeli ama asıl olarak gelişmekte olan bedenlerinin üzerinde durulması gerekmektedir, ki bu genç bedenlerin akıl olgunluklarının da artmasıyla ağırlaşmakta olan felsefe eğitimlerini başarılı bir şekilde sonlandırabilsinler. Bu kişiler kuvvetten düşüp hiçbir şeyle ilgilenemez hale geldiklerinde başıboş bırakılmalı ki tek kaygısı tek fikri felsefe olabilmeli. Ancak böyle mutlu bir yaşam sürebilmektedirler. Bu ideal düzende felsefe eğitiminin böyle olması gerekirken yöneticilerin de ister iyi ister kötü gününde olsun yurt sevgisine sahip olması şart olarak gösterilmektedir. Ama en iyi yönetici filozoflardan çıkmaktadır. Çünkü filozofların sıradan insanlar değil; tanrısal niteliklere sahip ve iyi eğitim almış kişiler olması gerekmektedir ki iyinin kendisine yani iyi ideasına ulaşabilsin. Zaten en yüce bilginin, bilimin içeriği de budur; yani iyi ideasına ulaşmaktır.

Platon buraya kadar filozofun sahip olması gereken özelliklerden, toplumun filozofa olan bakışı gibi konulardan bahsetmiş, buradan itibaren de idealar kuramını anlatmaya başlamıştır. Platon en yüce bilginin içeriğini; yani iyi ideasını ?güneş benzetmesi? ile anlatmaktadır. Gerçek bilgiye ulaşmamızın tek yolu iyi ideasını kavrayabilmekten geçer. Burada güneş iyiyle eş tutulmaktadır. Çünkü güneş görmemizin nedenidir. O olmadan gerçekleri, gerçek dünyayı algılamak, görmek mümkün değildir. Güneş her ne kadar görme eyleminin kendisi olmasa da görebilmenin asıl nedeni olmaktadır. Örneğin dış dünyada algılanan bütün renkler güneş sayesinde görülebilmektedir. Ancak iyi kesinlikle bir varlık değil bütün varlıklardan üstün bir ideadır. O yüzden iyi ideasına ulaşan kişiler sıradan insanlar olmayan filozoflardır. Filozoflardır, çünkü sadece filozoflar görünen dünyanın sahteliğine aldanmayıp gerçek dünyadaki gerçekliğin farkına varabilmektedir.

Bu görebilme eylemini gerçekleştirirken kişi başta zorlanmaktadır; çünkü karanlığa o kadar alışmıştır ki, sanılardan, gölgelerden, oluşan dünyadaki bu aydınlığı, bu gerçekliği görmekte zorlanmaktadır. “Mağara benzetmesi’nde de olduğu gibi, mağaradan çıkan kişinin güneş’in etkisiyle gözleri kamaşmaktadır. Kişi başta sadece saydam, parlak yüzeylere yansıyan gölgeleri algılayabilmektedir. Bu algılama süreci zamanla gerçeklerin görülebilmesini sağlamaktadır. Sonunda mağaradan çıkan bu kişi, artık gerçeklerle (idealarla) sanıları (gölgeleri) birbirinden ayırt etmeye başlamaktadır. Bu ayırt edebilme yetisi de o kişiyi mağarada kalan; yani gerçekleri göremeyen, gölgelerle yetinen insanlara gerçekleri anlatmaya itmektedir.

İdealar ve algıladığımız dünyayı Platon şöyle anlatmaktadır:
“İki ayrı uzunlukta ortasından kesilmiş bir çizgi düşünelim. Bu çizginin bir tarafına idealar (kavranan) dünyası öbür yanında da algılanan (görüngü) dünya olsun. Bu çizgileri aynı oranda tekrar bölünce de nesneleri aydınlık ve karanlık derecelerine göre görülen dünyada bir parça elde etmiş oluruz. Yani yansılar parçası. Bu parça önce gölgeler sonra suda ya da parlak yüzeylerde görülen şekiller ve onlara benzer bütün daha başka görüntülerdir. Daha sonra kavranan dünyanın çizgisini keseceğiz. Bir tarafında ruh; nesneleri birer yansı olarak ele aldığı için araştırmalarına varsayımlardan gitmek zorunda kalır, ilkeye değil sonuca götüren bir yola girer. İkinci planda ruh, yansılara başvurmadan varsayımlardan ilkeye gider; araştırmalarını yalnız kavramlarla yapar. Şimdi de kavramlar çizgisinin ikinci bölümüne gelelim. Burada ise aklın kendiliğinden dialektika yoluyla kavradığı şeyler vardır. Burada görülen, duyulan hiçbir şeye başvurulmaz. Kavramdan kavrama geçilerek sonunda yine kavrama varılır.”(9)

Platon’un anlattığı bu şema idealar kuramının bütününü ifade etmektedir. Bu şemada Platon idealar kuramını anlatırken öncelikle görülen (horaton) ve kavranan (noeton) iki ayrı dünyadan bahsetmekte ve bunları birbirinden ayırmaktadır. Görülen dünyanın tamamı sanılardan yani doxa’lardan oluşurken kavranan dünyanın tamamı ise bilgiden yani episteme?den oluşmaktadır. Ancak bu iki bölümde sanıların ve gerçek bilginin derecelerine göre kendi içerisinde tekrar ikiye ayrılmaktadır. Sanılar dünyasındaki ilk parça pistis’lerden yani inançlardan oluşmaktadır. Canlılar, bitkiler kısacası insanın yaptığı her şey bu bölümde bulunmaktadır. İkinci parçada ise gördüklerimizin de gölgesi, şekilleri, cisimlerin parlak yüzeylere yansıyan yansıları bulunmaktadır. Bu yönden de bu bölüm yani eikosia bölümü görülen dünyanın en alt basamağını, gördüklerimizin en sahtesini oluşturmaktadır. Sanılar dışındaki diğer bölüm yani kavranan dünyadaki diğer bölümler ise noesis ve dionoia’dır. Noesis bölümü en yukarıdaki bölümdür. Çünkü bu bölüm asıl varlık ve kavramların; ideaların bulunduğu bölümdür. Onun hemen altındaki bölüm ise dionoia bölümü yani varsayımlardan elde edilen bilgilerin bulunduğu bölümdür. Burada bölümlerin alt ve üst olarak sıralanmasının nedeni bu bölümlerdeki varlıkların gerçeklik derecesinin belirtilmesinde yardımcı olması amacıyla yapılmıştır. Buna göre bu bölümlerin genel olarak gerçeklik derecesinin sıralamasını yapacak olursak; i) Noesis, ii) Dionoia, iii) Pistis, iv) Eikosia şeklinde bir sıralama ortaya çıkar.

Bu sıralamanın başında yer alan idealar dünyasını Platon mağara benzetmesiyle anlatmaktadır: Bu mağarada ellerinden ve ayaklarından zincirli, yüzleri duvara dönük olan insanlar birbirlerini göremeyecek şekilde yan yana dizili durmaktadır. Mağaranın dış; gerçek dünyaya açılan kapısı tam arkalarında bulunduğu için gördükleri sadece varlıkların gölgeleridir. Bu insanlar uzun zaman burada yaşadıkları için gerçek dünyanın duvara yansıyan gölgelerden ibaret olduğunu sanmaktadırlar. Ancak bir gün mağaradaki insanlardan biri zincirini kırıp, mağaradan çıkarak Güneş?in olduğu gerçek dünyaya yönelir. Başta görmekte zorlanan, gözleri kamaşan bu kişi yavaş yavaş dış dünyayı algılamaya başlamaktadır. Bu algı süreci öncelikle parlak yüzeylere yansıyan varlıkların anlamlandırılmasıyla başlamaktadır. Daha sonra kişinin gözleri bu şiddetli aydınlığa alışınca gerçek dünyanın gerçek varlıklarının farkına varmaya başlamaktadır. Bu farkındalık onu mağaradakilerin gerçek dünyayı görmesi gerektiğine, gördüklerinin sadece bir gölgeden ibaret olduğunu anlatmaya itmektedir. Ancak mağaradakiler bu sahte dünyaya öylesine inanmışlardır ki aksine inanmak yerine bu kişiye, gerçekleri gören bu filozofa, sadece gülmekte ve tüm bu uğraşın, dik yokuşun ardındaki mağara deliğinden dışarı çıkıp gelmenin, dışarıdaki aydınlığa alışma sürecinde yaşanan zorlukların anlamı olmadığını söylemektedirler. Bununla beraber filozof bilmektedir ki;

“[i]nsanın gözü iki karşıt sebepten iki türlü bulanmaktadır. Biri karanlıktan aydınlığa geçişte diğeri ise tam tersi bir durumda, yani aydınlıktan karanlığa geçerken gerçekleşmektedir. Onun gibi düşününce, bir şeyi açık seçik göremeyince, buna gülecek yerde düşünmeli: Acaba daha ışıklı bir dünyadan gelip karanlıklara alışamadığı için mi, yoksa bilgisizlikten aydınlığa varıp aşırı bir parlaklıkla kamaştığı için mi göremiyor gözlerimiz?”(10)

Platon’a göre ikinci durumda anlatılan kişinin; karanlıktan aydınlığa geçerken zorluk yaşayan insanın yaşadığı zorluk, en yüce zorluktur. Bu zorluk ya da görme süreci aslında iyi bir öğrenme sürecidir. Ancak buradan da anlaşıldığı gibi Sokrates’e göre eğitim birçoklarının sandığı gibi bir şey değildir. Çünkü birçoklarına göre eğitim, bilgiden yoksun insanların ruhuna bilgi koymaktır. Oysa bilgi, görülen dünyadaki geçici hiçbir şeye (ki bu dünyadaki her şey geçicidir) aldanmadan iyiye, iyi ideasına dönebilmektir. Ancak bu yolla geçici şeylerden kendimizi, ruhumuzu arındırabilmekteyiz. İşte Sokrates’e göre eğitim sanatı böyle bir şey olarak görülmektedir. Aslında eğitim sadece bedenimizin yön değiştirmesinden ibarettir. Bizde görme yetisi zaten bulunmaktadır. Önemli olan tek şey ruhumuzu ışığa doğru çevirebilmektir. O ışıkta iyi ideasında mevcuttur.(11) Bu yüzden de eğitim önem kazanmaktadır. Hatta ideal devlette eğitimsiz bir yönetici yer alamamaktadır. Çünkü bu insanların yani yöneticilerin en önemli görevlerinden biri karanlıkta kalmış insanları karanlıktan kurtarabilmektir. Karanlıktan kurtulamamış bir yönetici ki böyle birinin yönetici olması olası değildir, halkını aydınlığa yönlendirememektedir. Aydınlatıcı olamamaktadır. Aslında bu aydınlatıcı olma vasfı yedinci kitabın başında geçen mağara benzetmesinde de filozofa ya da filozof-krala verilmektedir. Öyle ki, aydınlığa yani mağara dışına çıkan kişi gerçek dünyayı gördükten sonra mağarada yani karanlıkta kalan insanları aydınlatmak için karanlık dünyaya geri dönmekte, gerçekleri anlatmaktadır. Bu yöneticilerin diğer bir görevi de halkı birleştirmek, bütünleştirmektir. Bu gerekirse zorla yapılabilmektedir; çünkü öncelikli olması gereken halkın huzurudur. Ama şunu da unutmamak gerekir ki kimseye, özelliklede devletin yetiştirdiği filozoflara, haksızlık yapmamak gerekmektedir. Çünkü filozoflara haksızlık yapılırsa bu kişiler devlet yönetimine ikna edilemez. Ama aynı zamanda devletin başına geçecek bu kişilerin çok istekli olmamaları gerektiği de unutulmamalıdır. Çünkü bu insanların öncelikleri bu tür şeyler olmamalıdır. Onların en son isteyecekleri şey; şan, şöhret ve mevki gibi geçici hevesler, geçici hazlar olmalıdır. Ancak böylece şerefli bir hayat sürebileceklerdir. İyi bir yönetici olmak için bunlar da yeterli olmamaktadır. Çünkü bu kişilerin çeşitli eğitimlerden de geçmesi gerekmektedir. Mesela armoni ya da ritim bilgisi, eğitimi almaları gerekmektedir. Çünkü ancak bu yolla kişi, uyumlu ve düzenli olabilmektedir. Ayrıca filozofun sayı ve geometri bilgisine de sahip olması gerekmektedir; çünkü filozof ancak bu yolla savaş sanatında başarılı olabilir. Dialektika ile de varsayımlardan kurtulmakta gerçek ilkelerin kendisine kavuşmaktadır. Ancak bu eğitimi almış yöneticilerin yaşlı değil, bilgiye en elverişli, en güzel, en dinamik gençlere verilmesi gerekmektedir; ancak bu yolla kişiler yorgunluğun ne olduğunu bilememekte, devlet yönetiminde istikrar sağlayabilmektedir.

Platon sekizinci kitabına yedinci kitabın bazı konularına kısa bir özet yaparak başlamaktadır. Daha sonra da en iyi devlet düzenindeki eğitimden bahsetmektedir.(12) Bu devlet düzeninde eğitim olanakları kadın erkek ayırmaksızın herkes için eşittir. Çünkü ancak böyle sağlam bir devlet kurulabilmektedir. Yukarıda da söylenildiği gibi sağlam bir devletin var olması için öncelikle birlik gerekmektedir. Bu birliğin oluşması için eğitim de dâhil olmak üzere her konuda her türlü kayırmacadan vazgeçilmelidir. Bu yüzden eğitimde kadın erkek ayrımı söz konusu değildir.

İdeal devlette olması gereken bir başka özellik de askerlerin mülksüzleştirilmesidir. Askerlerin sadece bir yıllık masrafları verilmelidir. Bütün bunların nedeni ise tek arzularının devletin güvenliğini sağlamaları bu isteklerinin yerini para, şan, şöhret gibi aldatıcı duyguların almamasını sağlamaktır. Bozuk bir devlet yapısına sahip olmamak için bütün bu şartlara uyulması gerekmektedir. Aksi takdirde hâkim devlet düzeni bozuk bir düzen olur.

Platon’a göre bu bozuk düzenlerin çeşitli isimleri vardır. Bunlar oligarşi, demokrasi, krallık, beylik ya da Lakedemonya (Sparta)- Girit devlet şekli olarak adlandırılmaktadır. Ayrıca ne kadar devlet yapısı varsa o kadar da insan yapısı var olmaktadır. Çünkü bütün devlet yapıları insan huylarından çıkmaktadır. O yüzden Sokrates burada tek tek bütün devlet düzenlerinin nasıl insanlara ait olduğunu anlatmaktadır: Demokrasi ve oligarşi zorbalık insanına, Girit ve Sparta’nın devlet düzeni şan, şöhrete düşkün insanlara, Aristokrasi insanı ise doğru ve iyi insanlara uygun düzenler olarak görülmektedir. Bu kitapta Sokrates timokrasi yahut timarşi diye adlandırdığı özel bir adı olmayan yeni bir devlet düzeninden bahsetmektedir.(13) Bu devlet şekli şeref devleti olarak nitelendirilmekte ve aristokrasiden çıktığı belirtilmektedir. Oligarşi ise gelir düzenine dayanmaktadır. Bu düzende zenginler yönetip, fakirler bu yönetime, bu düzene karışamamaktadır. Çünkü oligarşik düzende sadece zenginler söz sahibi olmaktadır. Bu yüzden de oligarşide ön planda olan kişilerin gelir düzeyidir. Timokrasi?den oligarşiye geçiş kişilerin kendi çıkarları için yasalarla oynamasıyla ve daha sonra bu yasaları tanımamalarıyla gerçekleşmektedir. Oligarşik düzende bir birlik yoktur. Çünkü bu düzende halk zenginler ve fakirler ikiye ayrılmaktadır. Bu düzenden yani oligarşiden demokrasiye geçiş ise insanlardaki doymak bilmeyen isteklerin özellikle de zenginlik isteğinin durdurulamamasıyla, bunun sonucunda da insanlardaki ölçü ve tokgözlülüğün kaybedilmesiyle gerçekleşmektedir.(14)

Dokuzuncu kitapta Platon isteklerden ve bu isteklerin çeşitlerinden bahsetmektedir: Bozuk ve zorunlu olmayan istekler.(15) Bozuk istekler aslında herkeste bulunmaktadır; ancak bazılarımızda uyandırılmış bazılarımızda ise uyandırılmamış bir halde bulunmaktadır. Bu bozuk istekler kişileri dizginleyen, iyi isteklerimizin uyuduğu zamanlarda ortaya çıkmaktadır. Böylece bu insanlar kötü isteklerine ya da hazlarına yenik düşmekte ve zorbalaşmaktadır. Eros’un zorbaya benzetilmesinin nedeni de işte budur. Çünkü Eros’da sevgi gibi ruhun geçici hazlarına kapılmakta, onların peşinden koşmaktadır. “Sevgiye kapılan bir insanın gönlü her türlü zorbalığa kayar”.(16) Çünkü sevgiye kapılan bir insan kendini her türlü zevke daha çabuk kaptırmakta ve ancak böyle sevgiyi besleyebilmektedir. Ancak Platon’a göre sadece böyle bir zevkten bahsedememekteyiz. Çünkü ona göre üç çeşit zevk vardır: Bilgi, para ve şöhret. Bu zevklere sahip kişiler ise bilgisever, ünsever ve parasever olarak adlandırılmaktadır. Ünsever insanlar için her şey şöhretten sonra gelmektedir. Ün kazanmak, alkışlanmak bu insanların en önemli öncelikleridir; ancak bu zevke her üç çeşit insanda sahip olabilmektedir. Her üç çeşit insan da sonunda ün yapmanın alkışlanmanın tadına varabilmektedir. Ancak bunlardan en aşağı insan çeşidi paraseverlerdir. Çünkü parasever insanlar kendisine, şöhret ve bilgiden, daha yabancı bir şeye ulaşmaya çalışmaktadır. Onların ulaşmaya çalıştığı tek şey paradır. Bu insanların en yücesi ise bilgiseverdir. Çünkü bilgiseverlerin gittiği yol düşünmekten, bilmekten geçmektedir. Ancak düşünen insan doğruyla yanlışı ayırt edebilmekte ve sonunda doğruya varabilmektedir. Bu yüzden de kimsenin elde edemeyeceği şeyi o elde edebilmektedir. Ama diğerleri bunun tam tersidir. Parasever parasıyla şöhrete, ünsever ise ünüyle paraya kavuşabilmektedir.

V. yüzyılda Yunan kenti zihnimizdekinin tersine kusurlarla doluydu. Kentin büyümesiyle ortaya çıkan sorunlar birbirleriyle paralellik göstermekteydi.
“[d]üzensizlikler, hayatın getirdiği kokuşma e atıklar ortalardaydı, geride kalmış formların kalıntısı gömülmeden duruyordu, kırsal hayat tarzından kalanların kent hayatının sürekli düzenine ve zorluklarına uyumu henüz sağlanamamıştı. Böyle bir kent Atina?daki Akropolis’in dik yollarını tırmanıp da geniş ovayı yüz elli metre yükseklikten seyreden kişinin de görebileceği gibi, belirgin bir biçime sahipmiş gibi görünse de, burada sürekli bir düzenin veya kalıcı bir uyumun olabileceğini umut etmek zordur.”(17) “Helen kentini en iyi yansıtan şeyin geride kalan yapılarından çok Platon?un Şölen adlı yapıtı yansıtmaktadır: kahkahalar, meydan okumalar, ihtiraslı açıklamalar ve içkiyle dolu ortamlar.” Mumford’a göre Parmenides ve Platon’un güzellik, iyilik kenti, Anaksagoras’ın belirttiği gibi; “her şeyi düzene sokan, sanatın, düşüncenin mükemmelliğini yansıtan bu kent bir hayalden ibaretti. Çünkü burada Yunan kentinin güzelliğini, temizliğini, düzenliliğini yansıtacak hiç bir şey mevcut değildi. Ancak polis ilk kez kendisini daha önceki köy ve kentlerden ayıran bir özelliğe sahip oldu: Özgür yurttaş (M.Ö 480- 430). Bu kent ideal biçimine taştan yapısıyla değil; yurttaşlarının çizdiği profil ile ulaşmıştır. Çünkü Atina yurttaşları doğuştan belirli haklara sahip, eşit ve sırlardan arınmış, özgür bir insan topluluğundan oluşmaktaydı. Bu kişiler her türlü faaliyetlerin gerçekleştiği açıklığı dışında hiçbir şey ifade etmeyen “agora” denilen yerlerde toplanıp, konuşur ve tartışırlardı. Doğaya yapılan küçük müdahalelerle tiyatro ortamı oluşturulmakta, sadece Sophokles yüz oyun yazmaktaydı. M.Ö. 406’da sona eren bir yüz yıllık dönem içinde bin iki yüz oyun yazıldı ve sergilendi.”(18)

Böyle yoğun bir paylaşım ve yaratıcılığı içerisinde barındıran Atina kentinin akıllarımıza kazınan o yüce özelliklerini doğrulayan ender bilgiler bununla sınırlı kalmaktadır. Bu tespiti Dikaiarkhos’un yaptığı açıklama kanıtlar niteliktedir:

“Atina’ya giden yol ekili arazi içerisinden geçen yol hoş bir yol. Kent kuru ve su temini açısından sıkıntılı. Sokaklar eski, dar geçitlerden başka bir şey değil, evler berbat, aralarında sadece bir iki tanesinin ev denecek hali var. Yabancı biri buraya ilk geldiğinde burasını o methini çok duyduğu Atina olduğuna inanmaz”.(19)

Yukarıda da belirtildiği gibi Platon’un yaşadığı dönemde Atina, sorunlarla dolu kalabalık bir kent olarak zorunlu birtakım dönüşümlere ihtiyaç duymaktaydı. Eski düzen artık bu kalabalık ve farklı zümrelerden insanların yaşamını idare ettirmeleri için yetersiz kalmaktaydı. Çağının sorunlarının farkında olan bir filozof olarak Platon’un Devlet’te ideal bir devlet tasarımı sunmasının temel gerekçelerini bu farkındalıkta aramak gerekir. Açıktır ki idealar kuramı devlet kitabında her yönüyle sunulmamıştır. Fakat Platon?un dizgesiyle tutarlı devlet kuramı için 6. ve 7. kitaplarda sunulan idealar öğretisi, dizgenin tutarlılığı için yeterli olmuştur. İdealar kuramı üzerine yapılacak detaylı bir inceleme, özellikle geç dönem eserleri de kapsamalıdır. Ancak Devlet’te sunulduğu kadarıyla idealar kuramı ideal devletin sadece politik bir tartışma konusu olmadığını, aynı zamanda felsefi olarak temellendirilmesi gereken bir konu olduğunu da göstermektedir. İdealar nasıl her şeyin olması gerekenini filozofa gösteriyorsa olması gereken devleti de filozofa idealar göstermektedir.

Notlar
(1) İrem Kılıç, Kocaeli Üniversitesi Felsefe Bölümü Lisans Öğrencisi.
(2) Genel bilgi için bkz.: Walther Kranz, Antik Felsefe, çev. Suad Y. Baydur, (İstanbul: Sosyal Yayınları, 1994). W.K.C. Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, çev. Dr. Ahmet Cevizci, (Ankara: Gündoğan Yayınları, 1999). Wilhelm Capelle, Sokrates?ten Önce Felsefe, çev. Oğuz Özügül, (İstanbul: Pencere Yayınları, 2006).
(3) Frederick Copleston, Platon, çev. Aziz Yardımlı, (İstanbul: İdea Yayınları, 1998).
(4) Bkz.: Sarp Erk Ulaş (ed.), Felsefe Sözlüğü, (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2002).
(5)Geniş bilgi için bkz.: Frederick Copleston, Platon, çev. Aziz Yardımlı, (İstanbul: İdea Yayınları, 1998). Fatma Paksüt, Platon ve Platon Sonrası, (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1982).
(6) Bkz.: 553d-555a.
(7) Bkz.: 502 d.
(8) Bkz.: 488 a-e
(9) Bksz.: 509 d -511 e.
(10) Bkz.: 518 a.
(11) Bkz.: 518 c.
(12) Bkz.: 554 a.
(13) Bkz.: 545 d.
(14) Bkz.: 550 c.
(15) Bkz.: 571 a.
(16) Bkz.: 573 b.
(17) Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent, çev. Gürol Koca ve Tamer Tosun, 1.b, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2007), 202.
(18) Mumford, a.g.e., 206.
(19) Mumford, a.g.e., 207.

Kaynaklar

* Platon, Sokrates’in Savunması, çev. Samih Rifat, (İstanbul: Koç Kültür, 2002).
* Platon, Devlet, çev. Sabahattin Eyüboğlu, (İstanbul: İş Bankası Kült. Yay., 2008).
* Platon, Protagoras, çev. N. Şazi Kösemihal, (İstanbul: Sosyal Yayınları, 2001).
* Platon, Şölen- Dotluk, çev. S. Eyüboğlu, Azra Erhat, (İstanbul: İş Bankası Kült. Yay., 2008).
* Alaeddin Şenel, Eski Yunanda Eşitlik ve Eşitsizlik Üstüne, (Ankara: AÜ SBF Yayınları, 1970).
* Arda Denkel, İlk Çağ Doğa Filozofları, (İstanbul: Doruk Yayınları, 2003).
* Fatma Paksüt, Platon ve Platon Sonrası, (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1982).
* Frederick Copleston, Ön-Sokratikler ve Sokrates, çev. Aziz Yardımlı, (İstanbul: İdea Yayınları, 1997).
* Frederick Copleston, Platon, çev. Aziz Yardımlı, (İstanbul: İdea Yayınları, 1998).
* Lewis Mumford, Tarih Boyunca Kent, çev. Gürol Koca, Tamer Tosun, (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 1991).
* Sarp Erk Ulaş (ed.), Felsefe Sözlüğü, (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2002).
* Walther Kranz, Antik Felsefe, çev. Suad Y. Baydur, (İstanbul: Sosyal Yayınları, 1994).
* W.K.C. Guthrie, İlkçağ Felsefesi Tarihi, çev. Ahmet Cevizci, (Ankara: Gündoğan Yayınları, 1999).
* Wilhelm Capelle, Sokrates’ten Önce Felsefe, çev. Oğuz Özügül, (İstanbul: Pencere Yayınları, 2006).

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here