Rekabet / Yarışma Kültürü / Sanat ve Sanatçı ? Nejdet Evren

Öküzün sabana koşulması neolitik dönem için nasıl yeni bir dönemin başlangıcı olmuşsa, buharın makineye uyarlanması da 19. yüz yılda aynı şekilde yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur. Ateş, daha önceleri salt bir aydınlatma ve ısıtma aracı iken artık o, dişlileri seri halde devindiren mekanik bir gücün tetikleyeni konumuna geçmiştir. Sanayi devrimi olarak tanımlanan bu gelişme bir yandan zamanı kısaltırken, diğer yandan öküzün yerine bu kerre insanı makineye koşmuş ve dişlinin bir parçası haline getirerek zamanla yarıştırmıştır; artık insan denilen sosyal hayvanın zamanı kalmamıştır; o, zamansızlık sancısı çekmeye başlamıştır.

Mahzuni Şerif?in deyimi ile;

?Bir çift öküz yeter mi
aha Memmed emmi
böyle baca tüter mi
daha Memmed emmi?

Makineye koşulan insanın çerçevesi/çevresi/hareket alanı , Keynes?in temellerini attığı ve Ricardo, J.S.Mill?in şekillendirdiği ekonomi/politiğin Milton Friedman ile liberalize edildiği şekli ile ?tam rekabet/yarışma/serbest ?sözüm ona- piyasa ile toplumsal dokular şekillendirilmeye başlanacaktı. Her şey yarışıyor ve bu yarışın tek galibi oluyordu; kazanamayan elenmek durumundaydı. Yarışma Kültürü, antik Yunan?daki Olimpiyat Oyunları/şenlikleri ile karıştırılmamalıdır. ?Oyun? ve ?şenlik? tanımı bile içerik olarak farklı olduğunu göstermeye yeterlidir. Demek ki, yarışma kültürü denile olgu ile rekabet denilen paradigma hem-zaman ortaya çıkmışlardır.

Bir düşünceye göre toplumlarda doyum ile değer yitimi eğrisel bir çizgi içerisinde bulunurlar. Doydukça azalan değerler yasasından söz ederler. Sonuç ise, değersizleşme ile örtüşür. Değer yasası var mıdır? Değer nedir?

Bir zamanlar ?yontma taş devrinde- ressamlar önemsenmişlerdir. Onların mağaralarda çizdikleri resimler/figürler günümüze kadar varlığını sürdüren endemik eserlerdendirler. Zamanın toplumsal dokusu onların çizdikleri resimlere/figürlere göre bolluk ve bereketin olacağına dair bir inanç beslemişlerdir ve resmeden sanatçılarını koruyup, kollamışlardır. Belki de sanatçıların bugünkü değerleri ta o zamandan biçilen donun kumaş renginden kaynaklanmaktadır?! Bu nedenledir ki, sanat ve sanatçıyı ölçmeye kalkmak taş devrindeki mağara resimlerini çözümlemeye kalkmak kadar eski, önemli ve ayrı bir olguyu değerlendirmekle eş-değerde sayılmaktadır/sayılmalıdır! Öyle ise, sanatçı ve sanatın rekabet/yarışma kültürü ile ne denli bağdaşmakta olduklarının değerlendirilmesi/sorusu güncelliğini koruyor demektir.

Kim, kim ile ve neden yarıştırılmaktadır? Bir zamanlar ?ki henüz insan makineye koşulmamışken- ruhlar terbiye edilmekte, öğretisel doku içinde olgunlaştırılmaya çalışılırken ?son yüz yıl itibariyle, bedenler ruhlardan kopuk bir şekilde eğitime tabi tutularak rekabetin yeniden üretimine sunulmak için terbiye edilmeleri ile karşı-karşıya kalınmış olduğu gerçeği ile yüz-yüze gelinmiş olunmaktadır. Sosyal/ekonomik/politik insan edebiyattan kopuk olmasa da, edebiyat bağını kopartarak bunların tümünü kapsayacak genişlikte olduğunu gösterebilecek zenginliktedir. Öyle ise, yarış neden ve kime karşı?

Yarış neden ve kime karşı?

Hiçbir zaman ne savaşların ne de yarışanların galibi olmamıştır; ne savaşlar ne de yarışlar aslında bir galibin belirlenmesine hizmet emek amacını da taşımamışlardır; yenen yenilmiş, eşik-değerlere ulaştığında galip yenilmiştir; özünde insan ve toplumların yaratıları, var-olma biçimleri, üretim ve paylaşımlarının bir değeri olmuştur. Emekte yoğunlaşan tarihsel/sosyal birikim düşünüldüğünde emek-değerini tek kalemde ve bir takım genel ekonomik ölçülerle belirlemeye kalkmak özünde emeği küçümsemekten öteye geçemez. Sanayi devrimi ile birlikte son yüz-yüz/elli yıllık zaman diliminde emek-yoğunluktan sermaye-yoğunluğuna doğru devşirilmekten dolayı şehir nüfuslarında hızlı artışlar ortaya çıkmış ve mega-pol denilen büyük-şehirler insanların yaşam alanlarını, tüketim zincirlerini oluşturmaya başlamıştır. Dişlinin parçasına dönüştürülen emeğin/insanın kendini yeniden üretebilmesi için gereksindiklerini edinebilmesi için yarışta kazanmak gerektiği inancına sahip kılınması ?ki yarışa 5 bin yıl geriden başladığından hiçbir zaman kazanma şansı olmadığı halde- onun, emeğine/kendine yabancılaştırılması ile, ne için yarıştığını bilmediği bir yarış pistinde olmasına neden olmuştur.

Yontma taş devrinde mağaralara resim yapan sanatçılar içinde yaşadıkları topluluğun/klanın yaşamsal öneme haiz üretimlerini düşünerek resimler çizmişlerdir. Avcı toplumların mağaralarında av hayvanlarının ve av malzemelerinin resmedilmesi bunu açıkça ortaya koymaktadır. Neolitik dönemde tohumlu bitkilerin çoğaltılması, yerleşik düzen ve hayvancılığın eklemlenmesi, çanak-çömlekteki gelişme öküzün kara-sabana koşulmasından önce ve çoğunlukla kadınlar tarafından gerçekleştirildiklerinden kadın heykellerindeki bolluk-bereketin sanat dallarına ağırlığını verdiği ve daha sonraki aşamalarda rahip-avcı-öküzü koşan erkeğin erk-egemenliği ile Zigguratlar, Piramitler ve savaş resimleri ile yarı-tanrı-kralların resmedilmeleri bir diğerini izlemiştir. Avcı ve toplayıcı topluluklarda/toplumlarda sanatın üretime yönelik anlam ve değeri neolitik dönemde de sürmüş ve fakat uygarlığın başladığı sayılan site şehir yönetimleri ile birlikte Babil?de, Mısır?da ve daha sonra Roma-Bizans uygarlıkları ile tüm dünyaya yayılan erk-egemenliği ile amansız bir yarışma kültürüne doğru değişip dönüşerek günümüze kadar gelmiştir.

?Üretim araçları?ndaki gelişmeye koşut toplumsal dokulardaki değişim yarışmaların biçim ve içeriklerini de etkilemiş, sanat ve sanatçıların duruş ve yapılarını etkilemiştir. Bir yandan saraylarda ve kralların eline bakarak şiirler yazan, resimler çizen ve sanatçı sayılan elitist sanat/kral-için yaşayan sanatçılar yanında toplumunun içinde olan sanatçılar ayrı kulvarlarda var-olmuşlardır. Pir Sultan Abdal, Yunus Emre ikinci sanatçı kategorilerine eşsiz uymaktadırlar. Aşık Mahzuni Şerif ne diyor?

?Padişah değilem çeksem otursam
Saraylar kursam da asker yetirsem
Hediyem yoktur ki dosta götürsem
İki damla yaştan gayrı nem kaldı?

Kralların tacına ?özgürlük ?yazan P.êluard?ın betimlediği gibi,

Kral değilsin, kraldan yüce-sin
Dünya sarayında ben nefer-siz-im
Hediyelerin sığmıyor kalmadı yer-im
Senden gayrı ?nem kaldı?!…

Sanatın bir çok dalı vardır ve bu dallardan bir tanesi de edebi nitelik taşıyan eserlerdir; tarz/kategori olarak ?edebi eserler? tasnifine tabi tutulurlar. Edebi eserler, yaratıcısının öznelliğini taşıyan duygu yoğunluklu ve yaşayan ile gelecekteki kişilerin/okurların/düşünürlerin beğenilerine, eleştirilerine ve değerlendirmelerine yönelik özünde bireysel ve fakat toplumsal bir emeğin ürünü olarak ortaya çıkaran eserlerdir. Her edebi eser olan ve olması gereken çelişkisinde ve imgelemin aracılığı ile özlem, acı, sevinç, umut, öfke, dayanışma, üretim, paylaşım, eleştiri, öz-eleştiri, canlı, sevgi, nefret, sadakat, savaş, barış vb duygu, düşünce, yargı ve olguları kaleminden dökülen sanatçısının/yaratıcısının ruhundan/duygularından koparak ortaya çıkan toplumsal bir yaratı/eserdir. Paylaşılmayan bir eser yaratıcısının gizli bahçesinde kendince bir eser olsa da, paylaşılmadığı için değerlendirilmeye tabi bir eser değildir. Eserin gerçek niteliği, onun toplumsal yapısı gereği paylaşıma sunumu ile ortaya çıkar. Böyle bir eserin değeri, toplumdaki ve gelecek kuşaklardaki yansımaları ile ve yine okuyucu kitlesince belirlenir; değeri kendiliğinden ortaya çıkar. Sanatçı içinde yaşadığı toplumdan kopuk değildir; tarihsel belleği ile geçmiş ve geleceği ?an? olanda yaşar ve diğer kişilerle aynı/benzer duyguları taşır. Ve fakat, o, ayrıca bu duyguları farklı bir tarzda yoğunlaştırdığı için yarattığı eser öznellik boyutunu taşır. Her toplumsal yapıda var olan tabular, baskılar, itmeler, ötekileştirmeler, emek, sömürü, paylaşım, savaş, barış, umut, özlem vb. etkileşimlerin sanatçı üzerindeki yansımaları ve farklılaşması onun direnci ile orantılı olan bu duygulanım-yoğunluğunu ortaya çıkartacağından; bu yoğunluk hiçbir yer/zamanda sipariş edilerek yaratılamaz. Bu yoğunluğun önceden belirlenmiş bir kalıbı/şekli de yoktur. Öyle ise gerçek bir edebi eserin sipariş edilemeyeceği ve sipariş üzerine yaratılan eserin güncel olup uzun erimli bir eser niteliğini taşıyamayacağı rahatlıkla söylenebilir. Bir örnek vermek gerekirse, bu duygu yoğunluğu/öznellik Ahmed Arif?in dizelerinde oldukça net görünmektedir. Çok iyi yazan bir şairin dizelerinin altına Ahmed Arif?in imzası konsa bile, Arif?in okur kitlesi derhal ondaki farklılığı anlayacak ve o dizlerin Ahmed Arif?e ait olmadığını söyleyeceklerdir. Bu nedenledir ki, edebi eserler yaratıcılarından asla kopartılamazlar. Böylesi eserlerin doğumuna, yer ve zamanına sanatçı karar verir; onu ne zaman ve nerede doğuracağını kendi dışında hiç kimse bilemez; her doğumun özgünlüğü bu özelliğine bağlıdır. Ve bundan dolayıdır ki, her hangi bir nedenle bu doğuma dışarıdan müdahale etmek/etkimek doğacak çocuğun sakatlanmasına neden olacaktır. Yarıştırılmak üzere önceden belirlenmiş kurallar çerçevesinde ?sansürlenen- konular ile doğuma zorlanan eserler kendine yabancı/ruhsuz ve kimliksiz olarak doğarlar. Ve ayrıca, sınırlı sayıdaki seçici kurullar/kişiler/jürilerin beğenisine sunulmak üzere hazırlanan eserler salt beğeni kaygısını taşıdıklarından dolayı hem duygu yoğunluğundan yoksun olacak hem de, doğacak yer ve zamanını kendi tayin etmediği için özgünlüğünü yitirecektir. Bu durumların sanatçının duruşu ile ilgisi de vardır. ?Gerçi sanatçı kimdir, tartışması bir yana- sanatçı, toplumuna ve geleceğe karşı sorumluluk bilinci taşıyan bir yorumcu olarak beğeni kaygısını doğal bir şekilde yaşamasına rağmen eserlerini salt bu kaygı ile ortaya koymaz; sanatçı duygu ve düşüncelerini paylaşırken, beğeni ve eleştiriyi aynı ölçüde göğüsleyebiliyorsa eserine kimlik kazandırabilir. Salt beğeni kaygısı ?en? olanın çirkinliği ile sanatçıyı kendine yabancılaştıracaktır. Edebi eserler ?en? kavramına/olgusuna yabancı/onlardan uzak olduğu içindir ki, hiç biri yarıştırılamaz.

Karanlık mağaralara fener ışığında çizgilerle yaşamı işleyen ressamlar, ana-kadın-tanrıçaların bereketini taşa yontan heykel-traşlar ve ?yaradılış?, ?tufan? eşliğinde ?gılgameş?i destansı havada imgeleyen yazarlar, ?İlyada ve Odysseia? destanını yazan Homeros, ?Deliliğe Övgü? adlı eseriyle Erasmus, Gökleri ve yerleri arşınlayan Hayyam, Tolstoy, Dostoyevski ve uzayıp giden sanatçılar silsilesinde nihayet en uçtaki edebiyatçı, düşünür, filozof Franz Kafka…Arkadaşı Max Brod sayesinde eserlerinin bir bölümü gün-yüzüne çıkartılan Kafka, ?dava?, Şato?, ?Kayıp? adlı ve diğer eserleriyle edebi, felsefi düşüncelerini gizli-bahçesinde tutmayı yeğlemiştir. Örnekleri çoğaltılabilecek tüm bu yazarların/sanatçıların edebi, felsefi düşüncelerini özgürlüğe sınır koyan duvarları aşarak yazdıkları ve düşüncelerinin/eserlerinin değerleri yaşadıkları yer/zamanı aşarak algılanmış, önemsenmiş, değerlendirilmişlerdir. Evliya Çelebi nasıl ki ?Seyahatnâme? yi kaygı taşımadan dile getirmiş ise, çoğaltılabilecek bu örnek yazarlar, sanatçılar ve eserleri aynı şekilde güncel kaygılardan öte düşünceleri paylaştıklarından tüm-zamanların değer biçtiği yazar ve eserler kapsamında güncelliklerini hep koruya gelmişlerdir. Salman Rushedie ?Öfke? adlı romanında diyor ki; ?-tıpkı kaliteli şaraplar gibi gelecek kuşaklar tarafından değerlendirilmeye ihtiyaç duyan- sanat, gelecek kuşakların var olmayacağı bilinirken nasıl yaratılacaktı?? …Çok açık bir söylem; edebi eserler, geçmiş ile beslenmekle birlikte geleceğe yönelen eserlerdir; adeta edebiyat yazarı geleceğe imza atan kişidir denebilir. Geleceğe atılan her fırçanın, her sözcüğün değeri/anlamı bu günden ve özellikle küçük bir elit kesimce ölçümlenmeye kalkılamaz. Bunun gibi tersine bir söylemle, bu günden ve özellikle küçük bir elit kesimce ölçümlenen hiçbir eser ne bu günde ne de gelecekte önemsenecek bir değeri yakalayamayacaktır. ?popülizmin tüketiciliği paylaşıma kapalıdır- Bu yönden de bakıldığında edebi eserlerin yarışmalara konu edilemeyecekleri rahatlıkla görülebilmektedir.

Edebi eserler her ne kadar çıkış kaynakları itibariyle bulundukları tarihsel/toplumsal doku içerisinde hayat bulsalar da, onlar toplumların sınır ve duvarlarını aşan/yıkan ve bu şekilde evrensel boyutlara ulaşan yapıtlardır. İnsanlığın tüm birikimini kullanan sanatçı eseriyle tüm insanlığa yönelmek durumundadır. Böylesi eserler, sınırları ve duvarları olmayan okyanusun birer damlası gibidirler. Sınırları ve duvarları olmayan bir eser ne yarışmaya konu olabilir ne de, sınırları önceden çizili bir küçük kitle/jüri tarafından değerlendirilebilir; değerlendirilmesi anlamlı bir sonuç çıkartmaz; böylesi bir değerlendirme ile eser evrensel bir değer kazanamaz; tam tersine bu olanaktan yoksun bir şekilde doğar. Bu ise edebi bir nitelik taşımayı hedefleyen bir eserin, doğarken ölmesinden başka bir şey değildir.

Rekabet kültürü ile yarışmaların/?en?lerin yer ve zaman olarak çakışması çoğaltma/zenginleştirmenin yerine ?öne geçme- anlayışına dayandığından/bu anlayışı canlı tuttuğundan özünde, tüketim anlayışının desteklenerek çoğaltılmasından başka bir şeyi/olguyu ifade etmeyecektir. Edebi eserlerin hiç biri tüketim malzemesi olamaz. Yek-diğerinin omuzlarına basarak yükselme düşüncesi yarışma kültürü ile özdeş olup, moderniteye denk düşmekte ve fakat insan/doğa/canlı/toplum//üretim ve paylaşıma yabancılaşmaktadır. Öyle ise, yabancılaşan olguların değerlendirilmesinin de bir değeri olmayacaktır.

Toplumlarda önemli kişi/ler, kişilikler olmuş ve ola-gelecektir. Böylesi kişiliklerin unutulmaması, yaşatılması ve onların yol ve yöntemlerinden yararlanılmasını sağlamak amacı ile sanatın bir dalı olan edebiyat alanında yarışmalar düzenlenerek sağlanmaya çalışılması, ilk bakışta göze ve yüreğe hoş görünmektedir. Ancak yarışma kültürü gizli yabancılaşma, yabancılaştırılma ile eklemlenmenin belirleyeni durumuna düşerek amacından sapacaktır. Böylesi önemsenen kişiliklerin anımsanmalarını temin için yarışmaların yerine yılda, beş yılda ya da on yılda bir o önemli sayılan kişilik için yazılmış eserler bir kitapta toplatılarak toplumun paylaşımına sunulabilir. Yarışma için ayrılan kaynak bu kitaplaştırılma olgusunu fazlasıyla karşılayacaktır. Böylece yazarlar/sanatçılar yarışma kaygısı taşımaksızın okurları ile buluşma şansını yakalayarak toplumdaki edebi zenginliğin taşıyıcısı, yaratanı ve paylaşanı olacaklardır.

?Sanat ve sanatçının tarihsel diyalektiği? ne baktığımızda; sanatçının bir emek işçisi olduğunu, özgür olduğunu ve eserinin siparişe konu edilemeyeceğini, kendi biçemini yaratarak dogmatik kalıplara sığmadığını, sırtında kos-kocaman bir küfe ile sırtladığı tarihsel dokuya karşı zamansız bir şekilde sorumluluk duygusunu taşıdığını, söylem ve eylem birliğini sağlayan entelektüel bir birikim sahibi olduğunu, mevcut ile yetinmeyip yaratıcı aklın eleştirel değerlerini kullanarak yeniyi ortaya çıkardığını, düş dünyasının sınırsız olduğunu görmekteyiz. Tüm bu diyalektik süreçlere aykırı duran yarışma/rekabet kültürü sanatçı ve eserlerini kendi ile yabancılaştıracağından sanat ve edebiyat ile uzaktan-yakından ilgili olmayan süreçler olarak bilinmesi gerekir. Bu tür yarışmaların aydın ile toplumunun ayrışmasından ileri geldiği, entelektüel değil elit bir oluşuma neden olduğu bilinmelidir. Aydın ve entelektüel birikimi olan sanatçı toplumunun içinde olan kişidir; fener ile ışık tutması onun önde olmasını gerektirmez.

Edebi eserlerinin yarıştırılmaları ve ödüllendirilmeleri düşüncesi ile seçici kurulların beğenisinden geçirilerek okur kitlesine sunulmaları, okur kitlesinin değerlendirmelerine yönelik bir ipotek koymaktır. Seçkinci bir kitlenin beğendiği, kayda değer gördüğü bir eseri sıradan sayılan bir okur ne haddine eleştirecek! Yarışma kültürü görüldüğü gibi eleştiri/tartışma/değerlendirme ve bu şekilde oluşacak düşünce özgürlüğünün frenlenmesi, sansürlenmesi, kısıtlanması sonucunu doğuracak; edebi eserlerin kadükleşmesine/küçülmesine neden olacaktır. Okuma, yazma ve düşüncelerin tartışılmasının sağlanması için yarışmalardan çok düşünce ve özgürlüğünün gerçekleştirilmesinin yol ve yöntemleri bulunmalıdır. Kitaplar ve düşünceler korku tabularına dönüştürüldükten sonra, binlerce yarışma düzenlense de edebi eser ortaya çıkamaz; bu, sadece edebi eserler varmış gibi görünmesini sağlar; buna da, günü kurtarmak denir.

Yarışmaların bir amacının kitleye ulaşma sorunu olan yazarların okurlarıyla buluşmasını sağlamak olduğu düşüncesi ilk bakışta inandırıcı ve masum görünmektedir. Oysa, yazarın kitleye neden ulaşma sorunu yaşadığı analitik bir şekilde masaya yatırıldığında egoların ve paylaşım kaygılarının öne çıktığı görülecektir. Dolayısı ile bu masumane timsah göz-yaşlarının birer paradigma oldukları açıktır. Yazarın okur kitlesi ile buluşması gerçekten isteniyor ise yarışma dışında da bir çok yöntem bulunabilir.

Yarışmaya katılan eserlerden hiç birinin ödül almış/sıralamaya girmiş olsun olmasın yek-diğerinden daha önemsiz/içeriksiz olduğunu söylemek ancak peşin bir yargı ile mümkündür. ?yarışma mantığı ile hazırlanmış tüm eserlerin yıpranma payı eşit olacaktır- Bu nedenle yarışmaya katılan tüm eserlere birincilik ödülünün verilmesi gerekir; ki, kendi varlık sebebi ile giderilemez/antagonist bir çelişki taşıdığı hemen fark edilecektir. Demek ki, yarışma kültürü çelişkiler yumağı ile örülmüştür. Ancak bu çelişki, doğal bir seyir izlemediğinden doğal sentezleri/yeniyi doğurma gücüne sahip olmayacaktır. Nicel çokluğun nitel dönüşümleri sağlayacağı temel felsefesi fizik yasaları için tartışılmaz bir doğru olsa bile, insan ve sosyal doku söz konusu olduğunda bu doğruluğun su-götürdüğü görülecektir. Dünya gezegeninde/Yeryüzü Cenneti-nde çok yakın ve güncel bir kaç sanatçı/edebiyatçı ve düşünür olan Gao Xingjian, Slaman Rushdie ve Aziz Nesin gibi sanatçılar hem Dünya çapında tanınmış, değerlendirilmiş, önemsenmişlerdir ve hem de nicel çokluklar içerisinde değil tekil-yalnızlıkları içerisinde ve fakat nitel/eşsiz/evrensel eserlere imza atabilmişlerdir; her üçü de yarışma kültüründen oldukça uzak kişiliklerdirler. Böyle olunca, bu sanatçıların eserlerinin çeşitli kuruluşlarca ödüle yakışır görülmeleri aslında o kuruluşların bu gibi eşsiz sanatçılar üzerinden isimlerini duyurmalarından başka bir anlam taşımadığı görülecektir; başka bir anlatımla, bu sanatçıların ne ödüle gereksinimleri vardır ve ne de ödül verildiği için tanınmışlardır; onlar, insanlık tarihinin evrensel değerlerini yarattıkları için Dünya Halklarınca hak ettikleri yere zaten konulmuş kişiliklerdir; onların gerçek sahibi Dünya Halklarıdır.

Hangi yönden irdelenirse irdelensin yarışma kültürü/rekabet ile sanat ve sanatçının, özelde edebi eserlerin yan-yana gelemeyecekleri görülecektir. Alkışlar da eserler gibi duygu yoğunluklu ve içten olmalıdır; değilse, hem eser hem de alkışlar bir saman alevi gibi yanıp sönmeye mahkumdur.

Sormak gerek, jüriler hangi ölçeklerde ve nasıl kurulmaktadır ki edebi eserleri ölçümleme yeterliliğinde olduklarını savunabiliyorlar? Bunu savunabilmek gerçekten ve oldukça cesur bir çıkış yapmaktır; bu durum bireysel olarak düşünce açıklamasını/değerlendirme yapılmasını oldukça aşan bir olgudur; öyle ki ?ben senin eserini senden daha iyi, kitleden/okurlarda/halktan daha iyi değerlendirecek durumdayım- diyebilmek oldukça düşündürücüdür. Kitle ile buluşma olanağı kısıtlanmış yazarların jüriler sistemine müracaatlarını bir nebze anlayış ile karşılamak gerekirse de, jüri sistemini sürdüren elitist yaklaşımı anlamak/benimsemek olanaksızdır.

Aşık Mahzuni?ye bir gönderme yaparak ve anısına saygı ile;

Bir çift öküz yetmez
?aha memmed emmi?
böyle baca tütmez
?daha memmed emmi?

Yarışmalarda boy ölçersin
Sen kendinden geçersin
?çoluk çocuk uyumaz?
ve yolun gözler
sap-samana karıştığında
gün gecede tünekler
ninniyi ise hep analar söyler

Gecenin üstüne yürü memmed emmi
Kır zincirlerini
Bırak ta bebelerin agularında
Tohumlar çatlasın
Ve nasırlı avuçlarında biriksin

Özlemin, umudun dili ile konuş
Ve
Yalnız kendinle yarış
Emi
Emmi
?Memmed emmi?

Nejdet Evren
7/11 Eylül 2010, Batı

Dip Not: Bu makale, Ümit Yıldırım?ın ?Edebi eserler yarıştırılmalı mıdır?? adlı forumuna yaptığım yorumun geniş bir açılımını ifade etmektedir.

Ümit Yıldırım?a yeniden ve yürekten teşekkürlerimle….

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here