Üçleme: Molloy / Malone Ölüyor / Adlandırılamayan – Samuel Beckett

Samuel Beckett’in en önemli yapıtları olarak görülen her üç romanda da tek bir kişinin çeşitlemeleri denebilecek anti kahramanlar, bedensel yetilerini yitirirken, varoluşlarını yalnızca ussal düzlemde duyumsar ve sözün içinde yaşamaya başlarlar… Molloy, koltuk değnekleriyle kent dışında bir çukurun dibinde fiziksel çöküşünün tamamlanmasını beklerken modern insanın metafizik serüvenini dile geritir: ‘Çürümek de yaşamaktır…’ Yaşlı ve felçli olan Malone, ölüme, ‘bedeninin karar vermesini’ beklerken yaşamdan elinde kalan tek gücü kullanır: Kendi kendine anlattığı gerçekle düş arası öykülerle, ölüme giden devinimi içinde bilinçsel ben’ini, bedensel ben’inin çöküşüne tanık kılar. Molly’nin koltuk değnekleri gibi, Malone’un da fizik dünyayla ilişkisini ucu kancalı bir sopa sağlar: Her ikisi de uygarlığın yıkıntıları içinde, ‘çürüme süreçlerine bir çeşni’ katmaktan geri kalmaksızın, koltuk değnekleri ve sopalarıyla, kendilerine yaşamdan ölüme, dilden mutlak sessizliğe giden yolu açmaya çalışırlar. Adlandırılmayan’ın bir kafayla, neredeyse bir ağızla özdeşleşen anlatıcısı ise insanlık durumunun tüm bulantı veren yanlarını okura haykırır… Beckett yaşamı parça parça bütünleşen bir karanlık gibi görmeye çağırır okurunu. Esas olanın acı çekmek olduğunu düşünür. Uzlaşmazlık, anlamsızlık gibi kavramların sert havasını yumuşatan aşktan, arzudan, çalışkanlıktan asla söz etmez. Yaşamla bağlarının sonuna gelmiş, anlamlı bir varoluş iddiasını ya da gerekçesini yitirmiş yaşlı, sakat ve kendini ifade etmekten aciz insanlardır anlattıkları. Belki de hiçbir yazar güçsüzlüğün ne demek olduğunu Beckett kadar iyi anlatamamıştır… Tekil okumayla yetinmeyen okurlar için…

Kitabın Künyesi
Üçleme: Molloy – Malone Ölüyor – Adlandırılamayan
Samuel Beckett
Çeviren: Uğur Ün
Ayrıntı Yayınları / Edebiyat Dizisi
Baskı Tarihi: 1997
435 sayfa

Molloy
Molloy, Samuel Beckett’ın ilk defa 1951’de yayımlanmış romanı.
Fransızca yazılmış olan roman İngilizce’ye Beckett ve Patrick Bowles tarafından çevrildi. Paris’te yazılan roman, Malone Ölüyor ve Adlandırılamayan ile birlikte, 1946 – 1950 yılları arasında tamamlanmış olan bir üçlemenin parçasıdır. 20. yüzyılın en önemli eserleri arasında sayılan bu üçleme aynı zamanda Becektt’ın da en önemli dram dışı eseridir.

Konu özeti
Romanın geçtiği yer belirsizdir, ancak Beckett’ın doğum yeri olan İrlanda olduğu düşünülür. Kitap iki farklı karakterin iç monologlarından oluşur. Öykü ilerledikçe bu iki karakterin geçmişlerinin ve düşüncelerinin birbirine benzer olduğu görülür; aralarındaki tek fark isimleridir.

Romandaki kısıtlı olay örgüsü bu iki karakterin iç monologları ile anlatılır. Bu monologların ilki iki paragraftan oluşur. Bu iki paragraftan ilki ikinci sayfada sona erer. İkincisi ise 80 sayfa devam ederek ilk bölümün sonunda biter.

İlk monolog Molloy adında eski bir serseriye aittir. Molloy artık “annesinin evinde yaşamakta” ve “geride bıraktığı şeylerden, örneğin vedalarından bahsederek ölmeyi bitirmek” için yazmaktadır. Annesini bulmak için geri dönmeden önce yaptığı bir yolculuğu anlatır. Büyük bölümünü bisikletiyle yaptığı bu yolculukta, bisiklet üzerinde dinlenmesi ahlaksızca bulunduğu için tutuklanır ancak gayri resmi şekilde serbest bırakılır. İsimsiz bir ülkede, isimsiz şehirler arasında dolaşırken garip karakterlerle karşılaşır: asası olan yaşlı bir adam, bir polis memuru, bir hayır kurumu çalışanı, bisikletiyle çarparak öldürdüğü bir köpeğin adını hatırlayamadığı sahibi (“”Bayan Loy… ya da Lousse, unuttum, ilk adı Sophie gibi birşeydi”), aşık olduğu bir başka kadın (“Ruth ya da belki Edith”). Bisikletini bırakır ve herhangi bir yön belirlemeden yürümeye başlar. Ormanda kömür yakan “genç bir yaşlı adama” rastlar, kafasına sertçe vurarak onu öldürür. Sonunda, onu bulunduğu odaya götüren biriyle karşılaşır.

İkinci monolog ise, patronu olan gizemli Youdi tarafından Molloy’u bulmakla görevlendirilen, Jaques Moran adında bir özel dedektifte aittir. Moran, adı kendisi gibi Jacques olan inatçı oğlunu da yanına alarak yola çıkar. Kırlık alanda dolaşmaya başlarlar, ancak yolculukları kötü hava şartları, tükenen yiyecek kaynakları ve Moran’ın güçten düşmesiyle git gide zorlaşır. Oğlunu bisiklet satın almaya gönderen Moran bu sırada birden karşısında beliren bir adama rastlar. Romanın bu noktasında Moran pekçok garip teolojik soru sorar ve bu durum delirmeye başladığını gösterir. Evine geri getirilmiş olan perişan ve işe yaramaz durumdaki Moran, şimdiki halinden bahsetmeye başlar. Tıpkı Molloy’un romanın başında kullandığı gibi, Moran da artık koltuk değnekleri kullanmaktadır. Ayrıca romanın burasında zaman zaman ortaya çıkan bir ses, Moran’a ne yapması gerektiğini söylemeye başlar. Roman Moran’ın bu raporu yazmaya nasıl başladığını anlatmasıyla sona erer. Ortaya çıkan bu ses ona, oturup yazmaya başlamasını söylemiş ve ilk baştaki şu cümleleri yazdırmıştır:

“Gece yarısı. Yağmur cama vuruyor.”

Ancak Moran’ın sonraki cümleleri şöyledir:

Gece yarısı değildi. Yağmur yağmıyordu.

Böylece Moran sesin emrine girerek gerçeklikten uzaklaşmış olur. Bu durum Molloy karakterinin de nasıl ortaya çıktığının göstergesi olabilir.

Kitaptaki akışın birinci bölümden ikinci bölüme doğru oluşu, okuru romandaki zaman sırasının da böyle olduğunu düşünmeye yönlendirir. Ancak ikinci bölümün zamansal açısından birinciden daha önce olduğunu düşünen okurlar da vardır.

Karakterler
Molloy artık yatalak olan deneyimli bir serseridir. “Hiçbir şeyi olmayana, pisliğin tadına varmamak yasaktır.” der. Şaşırtıcı biçimde iyi eğitimlidir. Başka konularla birlikte coğrafya da okumuştur ve “yaşlı Geulincx” hakkında bilgilidir. Bazı acayip alışkanlıkları vardır. Bunlardan birisi olan çakıl taşı emme huyunu Beckett uzun bir paragraf boyunca anlatır. Ayrıca Molloy (ölmüş olup olmadığı belli olmayan) annesine karşı tuhaf ve hastalıklı bir bağlılık gösterir.

Moran ise bir özel dedektiftir. İkisine de hor davrandığı Martha adında bir hizmetçisi ve Jacques adında bir oğlu vardır. Ukaladır, aşırı düzenli ve disiplinlidir. Kiliseye saygısı ve yerel rahibe itaati samimiyetsizdir. Takip etmekte olduğu iş onu saçmalığın eşiğine getirir. Roman ilerledikçe vücudu sebepsiz yere gittikçe halsizleşir ve bu durum onu şaşırtır. Ayrıca adım adım deliliğe yaklaşmaktadır. Bu fiziksel ve zihinsel çöküş okuyucuya, Moran ve Molloy’un aynı kişiliğin iki farklı yüzü olduklarını, ya da Molloy’un anlattığı bölümü aslında Moran’ın yazmış olduğunu düşündürür.

İmalar ve diğer eserlere göndermeler
Molloy’da Beckett’ın diğer eserlerine, o eserlerdeki karakterlerin isimleri anılarak yapılan göndermeler vardır: “Ah tüm o hikâyeleri huzurlu olsam da size anlatsam. Kafamın içindeki nasıl bir kalabalık, nasıl bir can çekişen insan güruhu. Murphy, Watt, Yerk, Mercier ve tüm diğerleri.” (II. bölüm)
Beckett’ın birçok eserinde olduğu gibi Molloy’da da Dantevari görüntüler bulunur. Birinci bölümde Molloy kendini Belacqua (Purgatorio, Kanto IV) ve Sordello (Purgatorio, Kanto VI) ile karşılaştırır. Ayrıca Purgatorio’daki pasajlara benzer şekilde, Molloy sık sık güneşin çeşitli konumlarını anlatır.
Molloy’un Ulysses’in gemisinden bahsetmesi de James Joyce’un aynı isimli romanına göndermedir. Beckett yakın arkadaşı ve akıl hocası olan Joyce’a Finnegans Wake’i tamamlamasında yardımcı olmuştu.

Malone Ölüyor
Malone Ölüyor (İng. Malone Dies, Fr. Malone Meurt), bir Samuel Beckett romanı.
İlk olarak 1951’de Fransa’da Malone Meurt ismiyle yayınlanmıştır. Daha sonra yazarı tarafından İngilizceye çevrilmiştir.Molloy ile başlayan ve üçüncü kitabı Adlandırılamayan (The Unnamable) olan Beckett’ın üçlemesinin ikinci romanıdır.

Adlandırılamayan
Adlandırılamayan, Samuel Beckett’ın ilk defa 1953’te yayımlanmış romanı. Molloy ve Malone Ölüyor romanlarını da içeren üçlemenin son kitabıdır. Roman, L’Innomable adıyla Fransızca yazılmıştır.
Roman tamamıyla, isimsiz (muhtemelen isimlendirilemeyen) ve hareketsiz bir başkahramanın tutarsız monoloğundan ibarettir. Somut bir konu ve mekan yoktur. Diğer karakterlerin (“Mahood” ve “Worm”) gerçekten var olan farklı kişiler mi yoksa anlatıcının farklı yüzleri mi oldukları tartışmalıdır.
Çok uzun kesintisiz cümlelerden oluşan roman sonuna kadar umutsuz bir havada ilerler. Romanın son cümlesi olan “Devam edemem, devam edeceğim.” cümlesi, daha sonra Beckett’ın eserlerinden oluşan bir antolojide başlık olarak kullanılmıştır.

Oktay Işıkdoğan ‘ın 23/04/2006 Tarihinde Radikal 2’de Yayınlanan “Samuel Beckett’ın anısına” Adlı Yazısı
İnsan insan olalı beri girip çıktığı binbir türlü ruh haline Godot’yu bekleme halini ekleyen İrlandalı yazar Samuel Beckett’ın doğumunun yüzüncü yılındayız. Modern yazının öncü ve esas adları, Kafka, Joyce, Woolf, Musil ve Proust’un hemen ardından gelen kuşağa ait Beckett modern yazının son büyük yazarlarından biriydi. Üzerinde yaşamayı ölüm sürecine benzettiği dünyada kaldığı seksen üç yıldan geriye irili ufaklı onlarca oyun, öykü ve roman bıraktı. Tıpkı bayrağını taşıdığı büyük yazarlık müessesinin diğer adları gibi ele aldığı sorunu kavramsallaştırmayı ve kendinden sonrasına taşımayı bildi: Bugün nasıl acıma duygusundan ve insan sevgisinden bahsettiğimizde Dostoyevski’yi, zamanın akışı ve hafızanın işleyişi deyince Proust’u, modern Batı dünyasının kendisine ve çevresine yabancılaşan insanını düşününce Camus’yü anımsıyorsak, hiçlik ve acı çekmek deyince de Beckett aklımıza geliyor. Ancak Beckett, sayfaları bazen atlayarak okusa da kendisine sadık kalmış okuruna ödül olarak verdiği bu iflah olmaz hiçlik duygusuna karşın, “Dene, yenil; yine dene, yine yenil” diyebilen biri, İkinci Dünya Savaşı’nda Fransızların Nazilere karşı örgütlediği direnişe destek verecek kadar eylemci ve mücadeleci bir kişiliğe sahipti.

Sıkıcı mı?
Beckett’ın yapıtı üzerine erken bir itirafta bulunulacaksa, bunlardan ilkinin Beckett okumanın çoğu zaman zor, hatta Aristoteles’in formüle ettiği ideal klasik anlatı yapısına sahip metinlerle karşılaştırıldığında sıkıcı olduğudur. Özellikle, edebiyat otoritelerinin Beckett’ın sanatının doruk noktaları olarak buyurdukları ‘Molloy’, ‘Malone Ölüyor’ ve ‘Adlandırılamayan’ adlı romanlarında kurduğu dünyaya girmek pek kolay değil. Çünkü Beckett, çoğunlukla, her türlü neden-sonuç ilişkisine omuz silken, başı sonu belli bir hikaye anlatmaya burun kıvıran metinler yazdı. Öyle ki, yazdıkları, çoğunlukla yarı-deli, ağır fiziksel çöküşler yaşayan ve hareket etme yetileri kısıtlanmış erkek karakterlerin ölümü beklerken gün doldurmak için sayıkladıkları monologlardan müteşekkildi. Söz konusu karakterler toplumun dışında yaşayan, ruhsal ve bedensel açıdan sakatlanmış, fiziki dünyaya bazen zar zor sürebildikleri bir bisiklet, bazen uzun bir sopa, bazen de sallanan sandalyeyle tutunan marjinal kişilerdi. Beckett’ın karakterleri için seçtiği yaşama alanları da karakterlerin yaşayışlarına uygun olarak yerleşim birimlerinin uzağındaki viraneler, ıssız arazilere açılmış çukurlar, yalnız ve kuru bir ağacın gölgesi olabiliyordu pekala. Anlaşılacağı üzere, Beckett, yapıtları için fiziksel tükeniş, dolayısıyla hareketsizliği ve ölümü beklemekten kaynaklanan bir hiçlik duygusunu ana motifler olarak belirledi. Buna göre, Beckett’ın karakterlerinin hareket yetileri kısıtlandıkça hiçbir fiziksel varoluş belirtisinin olmadığı ve tamamen “söz”den oluşan bir dünyaya daldığı görülüyor. Bu durum, ilk romanı ‘Murphy’yle kendisini hissettirip ‘Hiç İçin Metinler ve Uzun Öyküler’, ‘Molloy’ ve ‘Malone Ölüyor’la giderek arttı ve nihayet ‘Adlandırılamayan’da doruğa ulaştı. ‘Adlandırılamayan’ın adsız kahramanı hiçbir bedensel tepki göstermiyor, varlığını yalnızca “söz”le sürdürüyordu. Ancak bütün fiziksel yetersizliklerine, çektikleri acıya, absürdlüklerine ve gülünçlüklerine karşın, Beckett’ın karakterlerinde, onları uygar dünyanın şehir dışındaki çöplüklerinde yaşayan dışkısı ya da zavallı, atıl insanları olarak görmemizi engelleyen neredeyse filozofça bir yanın varlığı göze çarpıyor. Çünkü Beckett’ın bütün bir yapıtının anlamının insanın bir ayağının mezar çukurunda doğduğu ve yaşamın bizatihi kendisinin bir ölüm süreci olduğu cümlesinde billurlaştığı göz önünde bulundurulursa, söz konusu karakterlerin bu gerçeğin bilincinde olduklarını ve buna göre yaşamaktan taviz vermediklerini söyleyebiliriz.
Edebiyatın ufkunun, bir yanda aşkı didikleye didikleye satacak bir tarafını bırakmamış metinlerle, bir diğer yanda da edebi bir değerden yoksun savaş fantezileri ya da kahramanlık manzumeleriyle kapandığı bir dönemde doğumunun yüzüncü yılı şerefine bir Beckett okumak okura ilaç gibi gelecektir. Beckett’ın, çoğunu Uğur Ün’ün güzel Türkçesiyle dilimize kazandırdığı kitapları, belki zaman zaman yorucu, kafa kurcalayıcı, ama çıktığımıza kesinlikle pişman olmayacağımız bir yolculuk vaat ediyor. Beckett’i kişi olarak daha yakından tanımak isteyenlere ise Charles Juliet’in ‘Samuel Beckett’le Görüşmeler’ adlı denemesi önerilir. Kitapta, Beckett’ın randevu verdiği birisiyle tek söz etmeden iki üç saat aynı masada oturduktan sonra çekip gidecek kadar ilginç biri olduğuna dair bilgiler var.

Oktay Işıkdoğan: Gazi Üni., Radyo-TV-Sinema, yüksek lisans

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir