Bir de baktı, yoktu… Babası artık yoktu… Bir gün herkesin gideceği ve geri dönüşü olmayan o yolculuğa çıkmıştı. İnsanın içini acıtan bu kayıp duygusuyla başa çıkmanın, bu duyguyla hesaplaşmanın yolu, kâğıda kaleme sarılmaktı elbette. Yekta Kopan da aynen böyle yaptı ve “Bir de Baktım Yoksun” adlı öykü kitabını yazarak bu kayıp duygusuyla savaştı, hesaplaşmaya çalıştı. Yekta Kopan ile bu kitabını ve okuma-yazma yolculuğunu konuştuk.
SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi
Elif Şahin Hamidi: “Bir de Baktım Yoksun” 2007’den bu yana yayımlanan ilk kitabınız. Peş peşe yayımlanan kitaplarınızı düşünürsek uzunca bir süre yeni bir kitap yazmadınız diyebiliriz. Bu kitabın ortaya çıkış hikayesinianlatır mısınız?
Önceki kitabım “Karbon Kopya”, 2006’da yayımlandı. O noktaya gelene kadarki tempoya bakınca üç yıllık bir boşluk uzun gibi geliyor. Aslında öyle çok da uzun bir zaman değil kanımca. Kitapların, bildiğimiz akışı dışında bir zaman anlayışı var. 2008 içinde bir romana çalışıyordum, ama sonra bu öyküler gelmeye başladı. Yaşadıklarımın etkileri de vardı üstümde. Onlarla yüzleşebilmek için aklımın koridorlarında dolaşan bu öykülere karşı koyamadım ve romanı bir kenara bıraktım. “Bir de Baktım Yoksun”, yazma sürecinde bana çok iyi gelen bir kitap oldu.
Elif Şahin Hamidi: “İçimde Kim Var” adlı romanınızda da baba figürünü görüyoruz. “Bir de Baktım Yoksun”, babanızı kaybetmenizin ardından ortaya çıkan bir kitap. Kayıp duygusu ile birlikte bir hesaplaşma ve yazma dürtüsü… Bu kitabı yazmış olmak, hesaplaşma ve arınma anlamında ne sağladı size?
Tam da dediğiniz oldu; kayıp duygusuyla bir hesaplaşma yaşamamı sağladı. Metinlerin yazılma anlarında bu duyguyla hesaplaştım, tartıştım ve kendimce çözümler buldum. Metinler değil, ben yaşadım o arınmayı. Kimi öykülerde okur bu duygunun ne zaman gelip gittiğini hissetmeyecektir bile. Geçen gün bir okur, ilk öyküyü okuduktan sonra “Anlattıklarınızın gerçek olmasını, babayla o buluşmanın mümkün olmasını çok istedim okurken” dedi, bunun olamayacağını bildiği halde. Okurun okuma anındaki arınması… O noktada okur, “yazarın meselesi nedir?” derdinde değil, kendi hesaplaşmasını yaşıyor. Edebiyattan istediğimiz başka nedir ki? İçimize bakma anını daha iyi ne tarif edebilir?
Elif Şahin Hamidi: Öykü, “olay”dan, olay örgüsünden ve daha pek çok şeyden daha fazla bir şey sanırım. “Bir de Baktım Yoksun”daki öykücülüğünüzü nasıl yorumluyorsunuz; bu öykülerde ön planda tutulan nedir?
Yazarlığımda ne yapmaya çalıştığımı ve bunu nasıl yaptığımı en iyi yazdıklarım anlatabilir diye düşünürüm. Yazdığımın üstüne konuşmak samimi gelmez. Üstelik ben yazma anını da metnin bir parçası haline getirdiğim için metinlerimde zaten bu soruların cevabını okurla birlikte arayan bir yazarım. Evet, öykü sadece olay örgüsünden değil, daha pek çok şeyden de fazladır. Ayrıca edebiyat olay örgüsünü karakterden, atmosferi dilden ayırmadan konuştuğum bir alandır.
Elif Şahin Hamidi: Harflere âşıksınız ve bir harf daha görebilmek için her şeyi yapabileceğinizi belirtiyorsunuz. Okuma-yazma serüveninizin başlangıcından bahseder misiniz? Okuma-yazma yolculuğunuzda sizde iz bırakan, yol gösterici yazarlarınız kimlerdi?
Metnin yazılma anını olduğu gibi, o metni yazdıran kaynakları da okurla paylaşmışımdır hep. Öncelikle yazdıklarımı, sonra kendimi ve son olarak da o kitapları okuyanları bir büyük kitabın, büyük bir edebiyat yolculuğunun parçası haline getirebilmek hayali bu belki de. Bilmiyorum. Her kitabımda okurun karşısına çıkan isimler bellidir; Tanpınar, Atay, Atılgan, Borges, Kafka, Çehov, Dostoyevski… Daha başka isimler de var elbette. Hatta sadece yazarlar değil metinler var, öyküler-romanlar. Bir yazarın bütün eserleri değil, ama bir satırı-sözü öylesine etkilemiştir ki, günlerce peşinden koşmuşumdur. Bir kitabımda Borges’dan söz ediyorum ve bir okurdan mesaj geliyor sözünü ettiğim öykü ile ilgili; bilmediğim bazı noktalara ışık tutuyor. Ya da bir okur “bu ismi seviyorsanız bunu da seversiniz” diye öneride bulunuyor. Bir başkası “şu noktada hatalı olabilirsiniz” diye uyarıyor. Benim istediğim bu; okuduklarım-yazdıklarım-ben-okurlar, hepimiz aynı çizgide duruyoruz ve birbirimize eşit açıdan bakıyoruz. Sonra da edebiyat konuşuyoruz. Daha ne isterim?
Elif Şahin Hamidi: “Gazete ve dergilerde filizlenmemiş bir öykücünün, herhangi bir marketin göze batmayan bir rafında küflenmeyi bekleyen, adını, tadını bilmediğimiz bir gıda maddesinden farkı kalır mı?” diyor Mustafa Balel. Genç yazarlar için dergi ve gazetelerin önemi nedir? Sizin de bir dergi deneyiminiz var (Hayalet Gemi). Şu an piyasada yer alan kültür-sanat- edebiyat dergileri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Dergiler fikirlerin coştuğu, bakış açılarının belirlendiği ve edebiyat özelinde düşünecek olursak sürekli bir öğrencilik halinin var olduğu ortamlar. Bu konudaki görüşüm gayet iyi bilinir, nettir. Bir dilin edebiyatının gelişmesi, süreklilik göstermesi, yaşadığı zamanla birlikte soluması için dergilerin varlığı önemlidir, şarttır. Adı bilinir kalemler ile yolun başındaki isimleri aynı başlık altında, bir arada görmek önemlidir. Dergi, okurun eline eşitlik duygusuyla gelir. Bir ismi, diğerinin önüne fazlaca koymayan, okur-yazar-yayın noktaları arasındaki mesafeyi kısaltan demokratik bir mecradır. Ben de dergilerde var olmuş bir yazarım. Özellikle de Hayalet Gemi’de. Hayalet Gemi, bütün bu saydıklarımdı ve daha da fazlasıydı kanımca. Bugün de çok değerli dergiler var, ama şunu da unutmamak gerekiyor; dergileri ancak bir kültür-sanat ortamına göre konumlandırabiliriz. Bugünün dergilerini değerlendirmek için önce bugünün kültür-sanat haritasına bakmak gerekiyor. Uzun mesele, ne demek istediğim de anlaşılmıştır sanırım. Her sayısını aldığım, yazılarını dikkatle okuduğum dergiler var elbette.
Elif Şahin Hamidi: Pek çok yazarın hayatında büyük yeri olan yarışmalar ve ödüller hakkında ne düşünüyorsunuz?Siz de 2007 yılında yayınlanan “Karbon Kopya” adlı kitabınızla Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü almıştınız. “Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri” ile de 2002 yılının Sait Faik Hikâye Armağanı’nın sahibi olmuştunuz.
Ödüller, bir kitabın en iyi kitap, yazarının en iyi yazar olduğunu söylemez. Sadece o yazara ve kitaba dikkat çeker. Değerlendirmede bir ortak payda vardır elbette, ama sonuçta jürilerin öznel değerlendirmeleri söz konusudur. Her ödül tartışılmıştır, tartışmaya açıktır. Ama bütün bu tartışmalar bir gerçeği değiştirmez; ödül alan yazarın ve yapıtının üstüne bir ışık düşmüştür. Bu ışık elbette kişiyi mutlu eder, kendisini iyi hissetmesini sağlar, çalışma gücü verir, yeni okurlarla tanışmasını sağlar. Aslında burada konuşmamız gereken Türkiye’deki edebiyat ödüllerinin bu görevi, bu ışık düşürme görevini yapıp yapamadığıdır. Bence ödüllerin kendilerini gözden geçirmesinin zamanı gelmiştir.
Peki neden yazarız, insanoğlu neden yazma ihtiyacı hisseder, niçin sanatla uğraşır? Sait Faik “yazmasaydım delirecektim” diyor örneğin. Yekta Kopan neden yazıyor?
Hayatı anlamak için okuyor, anlamlandırmak-okuduklarını kendisine anlatabilmek için yazıyor.
Büyük bir hızla gelişen teknolojiye ayak uyduruluyor, pek çok şey sanal ortama taşınıyor her alanda ve de edebiyatta. Altzine ve altkitap bunun örneklerinden. Ama kâğıdın yeri ayrı sanırım; bir kitabı/dergiyi eline almak, sayfalarını çevirmek, kokusunu hissetmek… Türkiye’deki sanal yayıncılıkla ilgili neler düşünüyorsunuz, nereye gidiyor?
Dolmakalemin hayatımıza ilk girdiği anı düşünün, tüy kalem kullananlar rahatsız olmuştur herhalde. Tükenmez kalem bir zamanların en önemli buluşlarından. Daktiloya ne demeli? Birçok yazar uzun süre reddetmiştir daktiloyu; yazma anında kâğıtla yazar arasında mekanik bir nesne olarak görmüşlerdir. Bilgisayar hala tartışılıyor. Konu gerçekliğinden saptırılıp romantik bir eksene oturtuluyor. Kaldı ki sanal ne demek? Sayısal ortamın da kendisine ait bir gerçekliği var. “Bir teknolojik gelişme gelecek diğerini yiyecek” görüşü, anlamadığım-saçma-tutucu bir görüş. Kâğıdın yeri elbette ayrı, kitap elbette bildiğimiz formuyla sevdiğimiz bir nesne. Daha asırlar boyunca elimizde, rafımızda olsun isteriz. Ama bu bakış, yeni bir teknolojinin okumayı çoğaltacak özelliğini itmemiz anlamına gelmemeli. Türkiye’de sayısal yayıncılık olması gereken yerde değil, fazla ilerleyeceğini de sanmıyorum. Ancak ticari dönüşümde bir karşılığı olursa gelişecektir. Nasıl ilerlesin ki; “altkitap” hayata geçeli on yıl olacak ve bakış açısı hâlâ aynı noktada. On yıl önce aldığınız bir kitap çoktan cildinden fırlamış, sayfaları sararmış durumda. Keşke birileri çıkıp fiziksel yayıncılığın özensizliğini, baskı teknolojilerini, elimizde dağılan kitaplardan elde edilen gelirleri konuşsa. Benim bakışım nettir bu konuda; kültür-sanatı çoğaltacak, bir okura bir satır fazla okutacak her mecra değerlidir benim için.
Seslendirme/ses konusuna da değinmeden geçemeyeceğim. Seslendirdiğiniz, sesinizi verdiğiniz karakterlerle özdeşleştirilmek, onların adıyla anılmak nasıl bir duygu? Yekta Kopan’ın önüne geçiyorlarmış gibi hissettiğiniz oluyor mu?
Önlerde bir yerde olmak isteğim olmadı hiçbir zaman. Zaten ön nedir, önde olmak nedir onu da anlamam. Böyle bir durum varsa, yani seslendirdiğim karakterlerin adıyla anılmak durumu varsa, bir başarı söz konusu demektir. O durumda da en fazla sevinebilirim. Yanlış anlaşılmasın, adım anıldığı için değil, yaptığım işi iyi yaptığım için sevinirim. Seslendirmeye hep yaptığım bir iş olarak baktım. İşimi iyi yapmak için de elimden geleni yaptım. Karşılığını almak, üstüne bir de beğeni kazanmak tabii ki mutlu eder.
NOT: Bu söyleşi, Nisan 2015’te adını hatırlayamadığım bir dergide yayımlanmıştır.