Heyecandan geçtiğim sokakların isimlerinin ne kadar tanıdık olduğunu fark edemeyecek haldeyim. Dün akşam, haritam yokken buralarda dolanmışım oysa.

Bu şehre gelmeden hemen önce bu evin tarihini, Miguel de Cervantes Saavedra’nın burada kaldığını, burada bulunduğu yılların Don Kişot’un basımına denk geldiğini öğrenmiştim. Valladolid’deki ilk günümde, elbette geldiğim ilk yer Cervantes’in kaldığı ev. Santiago Caddesi’nden geçerken İspanyol olduğunu düşündüğüm birinden, bana bu caddeyi haritamda göstermesini rica ediyorum. Her zamanki gibi İtalyanca’nın İspanya’da işe yaradığını görmüş oluyorum. Ne kadar da yaklaşmışım. Santiago’yu bitirip sola döndüğümde Miguel Iscar’a giriyorum ve biraz yürüyünce sağ tarafımda kalan yazıya takılıyor gözüm: “Casa de Cervantes” (Cervantes’in Evi).

Karşıya geçtiğimde evin yanındaki küçük aralıkta duran Güzel Sanatlar Akademisi ve Dulcinea yazılı tabelalar yüreğimi hoplatmaya devam ediyor. Evin bahçesine girmeden önce sahiden de burada olduğumu kendime kabul ettirmek ve heyecanımı azıcık dindirmek istiyorum. Dulcinea del Toboso’nun esas ismi olan ve Don Kişot için bir şövalye prensesine bayağı geleceğini düşündüğü ad geliyor aklıma: Aldonza. Sonra sırasıyla Don Kişot’un (Şövalye olmadan önce Senyör Kesada’nın) atına verdiği isim Rocinante ve dostu, yardımcısı Sanço Panza da geliyor. Ya da şöyle söylemek daha doğru olacak, bu isimler ara ara, sıraya girme lüzumunu pek de duymadan ziyaretime geliyor buraya doğru yola koyulduğumdan beri. Bu yolculuğa çıkmadan önce Don Kişot’u YKY’den, Doré çizimleri ve Reşat Nuri Güntekin çevirisiyle tekrar okuduğumdan hemen her şey belleğimde.

Bahçeye giriyorum. Cervantes’in gezindiği bir bahçede yürümek ne büyük bir ayrıcalık. Don Kişot’un basımı o burada yaşarken gerçekleşmiş. Nerede aldı acaba ilk kez kitabın baskısını eline? Neler hissetti? Heyecanlanmış mıydı? Hoşuna gitmeyen bir şeyler var mıydı bu ilk baskıda? O kadar çok soru gelip buluyor ki beni, kalbim kulaklarımda atıyor sanki. Benim gibi bir Don Kişot hayranını başka ne bu kadar heyecanlandırabilirdi ki?

Bu evdeki hiçbir eşya Cervantes’in değil. Her şey temsili. Müzeye konan deftere bu eşyaların gerçek olmasını nasıl da istediğime dair bir şeyler yazıyorum. Yenilense de ev temsili değil elbette. Bu bahçe, arka bahçe temsili değil. Hep buradaydılar. Yani burada Cervantes nefes alıp verdi, buraya geldi ve burada Don Kişot’un basıldığı tarih de dahil olmak üzere gezindi, yazdı, okudu, yaşadı.

Bahçeye uyanmak!
Gözlerim dolu dolu oluyor binanın sol tarafındaki bölüme girdiğimde. Bir masa ve kuyu duruyor girişte. Soldan yukarıya çıkan dar ahşap merdivenin kenarlarında sarı, mavi ve beyaz karolar varken basamaklardaki karolar sarı rengi kabul etmemiş. İlk katta bulunan yatak, yatağa çok yakın duran yazı masası sol bölüme yerleşmişken kız kardeşlerin kaldığı diğer bölüm, ahşapla holden ayrılmış. Tam oraya yönelmişken Baba Zula ekibini görüyorum. Oradaki Osmanlı etkisinden bahsediyorlar. Akşama konserleri olduğunu biliyorum bilmesine de onlarla bu anı, bu evde aynı anda olmayı paylaşmak hoş geliyor bana. Onların birkaç parçasına yaptığım vokal geliyor aklıma. Cervantes’in eviyle Baba Zula müziğini birleştiriyorum dışarıya çıkıp bahçede bu yazıyı yazarken. “Bu dünyada iki türlü insan var: Pırasa sevenler ve pırasa sevmeyenler” diyordu Murat Ertel. Hiç tereddüt etmiyor ve şöyle diyorum içimden: Bu dünyada iki türlü insan var: Don Kişot’u okuyanlar ve okumayanlar.

Yatağa baktığımda eğer perdeleri kapatıp da yatıyorsa Cervantes, rüyaların beyazlığa yayılmasıyla ilgili tüm düşündüklerim yanlış olacak. Tavan ve duvarların beyaz ve ahşap karışımının döneme damga vurmuş olması beni yine de renklerle ilgili ferah bir sokağa çıkarıyor. “Bir insan böyle bir bahçeye doğru uyanıyor ve hemen masasından kalkıp, o bahçeye bakıyorsa böyle üretken olur tabii ve tabii ki büyük bir yazar olma ihtimali yüksektir” diye düşünmek geçiyor içimden sırf Çikolata’yı kızdırmak için. O anda Çikolata’nın yanımda olmasını ve söylenmesini ne kadar da çok istediğimi düşünüyorum. Keşke burada Çikolata da olsaydı. Keşke bu gezimizin nedeni çocuk alanındaki üretimlerle birleşmiş olsaydı. Ne kadar da çok isterdim onun da bu evi görmesini. Valladolid’de olma nedenimiz Türkiye sinemasının bu yıl burada da büyük ilgi görmesi. Ahmet Boyacıoğlu ve Başak Emre’nin festival yarışmalarının farklı bölümlerindeki jüri üyelikleri ve Senem Erdine’nin Fipresci jürisinde bulunmasının yanı sıra burada pek çok sayıda Türkiye’den gelen film gösteriliyor. Elbette bu durum benim koltuklarımı bir hayli kabartıyor. Bu yıl sinemamız adına çok önemli hamleler yaptığımızı görüyor ve seviniyorum. Kat edilen bu güzel yolların, yapılan yolculukların çocuk edebiyatı ve filmleri için de en kısa zamanda başlamasını diliyorum.

Kitapların yakıldığı sahne
Holden arka bahçeye bakan bölüme doğru ilerlediğimizde, mutfakla karşılaşıyoruz. Herhalde görmekten memnun olacağım en hoş insandan birkaçıyla birlikte dolanıyorum o bölümlerde. Baba Zula ekibinin orada olmaktan duyduğu mutluluk ve yazara duydukları merak Cervantes’in evinin içine yayılıyor çünkü.

Hangi elini kaybetmiş acaba Osmanlı’yla savaş esnasında, diyor Levent Akman bahçeye benden hemen sonra çıktıklarında. Onlar gittikten sonra binanın sağ tarafına, kütüphane ve üst kattaki çalışma bölümüne geçiyorum. Kitaplara bakıyorum uzun uzun. Don Kişot’un kitap merakı geliyor aklıma. Kitapların yakıldığı sahne ve evdeki kütüphane bölümünün acı veren bir biçimde duvarla örülmesi. Canımı sıkıyor bu karakterin etrafında böyle insanların olduğunu bilmek. “Sol elini kaybetmişti Osmanlı’yla savaşta” diyor oradaki zarif hanım.

En sonunda bir asilzadeye rastlayıp, silah kuşanmasına yol açacak birini bulmuş olacağına hükmeden Don Kişot’un yolculuğu geziniyor içimde: Sanço Panza’nın isminin ahengini sevdiğinden bu ismi öylece bırakması, arkadaşları olan berber ve papazın o yığın yığın ciltlerin “adamcağızın beynini bozduğunu” düşünmeleri, yaratılıştan barışı seven Sanço Panzo’nun ada tutkusu, Don Kişot’un bir berber leğeniyle başını taçlandırması, adaletin sopa ile sevdirilemeyeceğini bize duyurması, Sanço Panza’nın şatosu, meşhur yel değirmenleri, yolda başlarına gelenler…

Bu dünyada iki türlü insan var. En kısa zamanda Don Kişot’u okuyanların arasında yerinizi almanız hatta okuduysanız da hatırlayanlardan olmanız dileğiyle.

Görkem Yeltan
31.10.2014 , http://kitap.radikal.com.tr/

DON KİŞOT
Miguel de Cervantes Saavedra
Çeviren: Reşat Nuri Güntekin
Yapı Kredi Yayınları
2014, 289 sayfa

Previous Story

Rusya’da Eylemin Sanatla Buluşması (Edebiyatta ve Sinemada Devrim)

Next Story

Ünsal Oskay’ın mirası

Latest from Don Kişot

Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ