Geç Kalmış Ölü – Mehmet Eroğlu

Geç Kalmış Ölü, Mehmet Eroğlu’nun ilk romanı Issızlığın Ortası’nın kahramanı Ayhan’ın 1971 yılında kaybolan arkadaşı Zafer’i dört yıl sonra, 1. Milliyetçi Cephe Hükümetinin kuruluş arifesine rastlayan günlerdeki arayışının öyküsüdür ve bu özelliği nedeniyle ilk romanını bütünleyen bir kitaptır. Ankara’dan Gaziantep’e, oradan Suriye ve Antakya’ya uzanan -aslında Ayhan’ın yazgısını da belirleyecek- bu arayış İskenderun’da sona erer. Roman, Ayhan’ın 19 Nisan gecesinde, bir otel odasında, onu yurt dışına götürmek için limanda bekleyen bir şilebe binmemek için direnirken, geriye dönüşlerle hatırladığı İskenderun’daki 15 günün resmi geçididir. Geç Kalmış Ölü, bir anlamda romanın son satırlarıyla, -sabaha karşı- Ayhan’ın vereceği kararın hemen öncesinde başlar ve gergin bir kaç saatin ardından, tekrar aynı satırlarla buluşarak sona erer. Ancak Mehmet Eroğlu bu kısa süreye -ustaca kullandığı geriye dönüşlerle- Zafer’in gizemli kayboluşunun sırlarını araştırdığı Antakya ve İskenderun’daki 2 haftanın yanı sıra, Ayhan’ın kendi yazgısıyla ilgili karar sürecini de yerleştirmeyi başarır.
Geç Kalmış Ölü’nün hemen dikkat çeken iki özelliği vardır: Romanın, Doğu ile Batı’nın buluştuğu yer olarak tanımlanan Nemrut Dağı’nda noktalanan çarpıcı sonu ve Lawrence Durrell’in İskenderiye’sini çağrıştıran bir biçimde yeniden yaratılan İskenderun. Mehmet Eroğlu, Fransız işgal döneminden başlayarak, sanayileşmenin eşiğindeki kozmopolit bir ticaret merkezi olma aşamasına kadar uzanan -etnik, kültürel ve dinsel örgüsüyle başka hiç bir kente benzemeyen- İskenderun’un öyküsünü, Ayhan’ın bir serüvene dönüşen iz sürüşüne egzotik bir fon olarak yerleştirmeyi başarmıştır: Kabullenemediği cinsel seçiminden kaçarak, Afrika’yı terk edip Ceyhan boru hattı inşaatında çalışan zenci bir Amerikalı’nın peşine takılan İtalyan kadın Beatrice; gelişen kapitalizmin kopardığı aşiret bağlarını bir arada tutmaya çalışan, Zafer’in İskenderun’dayken yanlarında kaldığı, kökleri Beyrut’a uzanan büyük ailenin temsilcisi Fuad; tek amacı, genelevde bitecek bir sondan kaçınmak için onu pavyondan kurtaracak bir erkek bulmak olan konsomatris Gül; Fuad’ın amaçları için kullandığı güzel kadınlar, Bahar ve Lale Ozan; tacını yitirmiş Arap kökenli bir prenses, Zeynep; şehvetli kentin karanlık geçmişinden gelen Kör Abdul ve korkutucu Sait, bu ilginç liman kentinde Ayhan’ın karşısına çıkan ilginç ve sıra dışı kahramanlardan bazılarıdır.
Mehmet Eroğlu, Geç Kalmış Ölü’de, Ayhan’ın bir çılgınlık serüvenine dönüşen ve yalnızca beyinle sürdürdüğü soyut ama ölüm tutkunu bir yaşamı ustaca anlatırken, bir yandan da Ayhan, Zafer , Halit ve Fuad tipleriyle belirginleşen kahramanlarıyla, üç değişik eylemci davranışını, Doğu Batı ikilemini, soyutluk, somutluk ve intihar kavramlarını tartışıyor.
Geç Kalmış Ölü, 1985 yılında Orhan Kemal Roman Armağanı ve Madaralı Roman Ödülünü kazanmıştır.

GÜRSEL AYTAÇ
CUMHURİYET GAZETESİ /KÜLTÜR YAYIN DÜNYASINDA SANAT EDEBİYAT /10 OCAK 1985

Her şeyden önce bir dil ürünü

Geç Kalmış Ölü / Mehmet Eroğlu’ nun romanı / 318 sayfa / Can Yayınları

Mehmet Eroğlu’nun ikinci romanı “Geç Kalmış Ölü”, Can Yayınları’ndan çıktı. Üç bölümden oluşan eser 45 dakikalık bir dış, 15 günlük bir iç zaman çerçevesine oturtulmuş. Baş kişisi ve soransalı açısından yazarın ilk romanının bir devamı sayılabilecek öğeleri var. Siyasal eylemlere dönüşen öğrenci hareketlerinin edebiyatımızda yansımasında Mehmet Eroğlu’nun romanları kanımca bir aşama niteliği taşıyor. Füruzan, Emine Işınsu ya da Ayla Kutlu’ da bu siyasal eylemlerin somut görüntüsü ve güvenlik güçleriyle çatışması ele alınmışken, “Geç Kalmış Ölü ” de ruhsal düzeyde bir hesaplaşmaya geçiliyor. Gerçeklik karşısında yenilgiye uğramış, yaşama direncini kaybetmiş bir genç olarak tanıdığımız Ayhan, arkadaşı Zafer’in izini bulmak, sonra da hayatına son vermek konusunda kararlıdır. Roman, onun güney illerinde sürdürdüğü on beş günlük arayışını, güneyin etnik ve toplumsal tablolarına, yetmişli yılların siyasal, ekonomik görünümlerine de yer vererek işliyor. Ben-anlatı biçiminde kaleme alınan eserde ağırlık, merkez figürün yani Ayhan’ın iç dünyasında, ama pavyon kadınları, politikayı yönlendiren ticaret burjuvazisi, Arap asıllı tüccarlar, ahlâk düşkünü çıkarcı kozmopolit tipler, Ayhan’ın bunalımlarını ortaya çıkaran yan figürler olmanın ötesinde bir işlev yükleniyor.

“İnce Arap bilgeliği ”
Ayhan, yaşantılarını sürekli olarak irdeleyen, soyutlayan, düşünceye dönüştüren tutumuyla hayatı doğallıktan uzaklaşmış bir genç. Kendisiyle durmadan hesaplaşması, başarısızlıkla sonuçlanmış eylemcilik döneminin ardından onun adeta hayatın öteki uçta yer alan temel tutumuna sıçradığını göstermektedir: Salt eylemcilikten salt düşünürlüğe geçmiş, her iki halde de dengeden yoksun bir tek yanlılık içindedir. Sonunu merak ettiği arkadaşı Zafer ‘in “direnmekten vazgeçtiğini “, kaçtığını, yani hayatta olduğunu öğrendiği an ondan nefret etmeye, kendine güven duymaya başlar. Özel bir anlam yüklediği intihar düşüncesi Ayhan’ın yenik benliğinin bir çeşit savunma tepisi niteliğindedir: Hayata, Tanrı’ya başkaldırmakla cesaretini kanıtlayacağına inandırmıştır kendini. Mehmet Eroğlu romanın odak figürü Ayhan ve onun temsil ettiği eylemcilik serüveninden yenik çıkmış

Geç Kalmış Ölü, siyasal eylemlere dönüşen öğrenci hareketlerinin edebiyatımıza yansımasında bir aşama oluşturuyor. Kitap, bazı benzerlerinin tersine, bir ruhsal hesaplaşmanın öyküsü.

Çıkmış genç aydınların karşısına “o ince Arap bilgeliğini” servet hırsı yüzünden kaybettiğini söylediği Arap asıllı Fuad Bey’i yerleştirmiştir. İkinci bölümün sonunda yer alan Fuad Bey-Ayhan diyaloğu, yazarın yansız tutumunu Fuad Bey’e ağırlık vererek bilinçli bir biçimde eleştiri yönüne kaydırdığını hissettirmektedir:

” Selim, Zafer ve siz.Üçünüz de bir Fransız kadar Batılı” hatta Hıristiyansınız. Oysa ben sizden değilim. Müslüman ve Doğuluyum. Eğer meseleye bir zaviyeden bakarsanız, yani bir Türk’ün Batılı olmadığını ve Müslüman olduğunu hatırlarsanız, ben bir Türk’e sizden daha ziyade yakınım.?

Birden gülmeye başlamaktan korktum. Türkçe sözcükleri seçmekte zorluk çeken biri bana Türk olmadığımı anlatmaya çalışıyordu. Ama yine de ince bir sızı gibi göğsümde titreyen bir sinir, haklı olduğunu, bütün hayatım boyunca çözemediğim düğümlerden birisinden söz ettiğini ele veriyordu. “

Romanın en başarılı birimlerinden
“Geç Kalmış Ölü” nün kurgusunda kendini duyuran gerçeklik anlayışı da roman figürlerinden yine Fuad Bey’in formülü doğrultusunda: Her zaman tek olan bir gerçeklik, ona göre “Sade peşin hükümlüler ve dar görüşlüler için geçerli olabilecek bir tarif’ tir. Romanın çeşitli pasajları, en belirgin biçimde de üçüncü bölümün ilk sayfalarında yer alan telefon görüşmesi tablosu böyle birçok katlı gerçeklik anlayışının ürün. Ayhan, otel odasında onu çağıran şilep düdüğünü algıladığı anda hayatının dönüm noktasındadır: Ya kaçıp kendini kurtaracak ya da eski kararını uygulayarak intihar edecektir. Kendisini hayata bağlayan Ferda’yı Ankara’dan yıldırım telefonuyla aramak isteği bir yerde içindeki çekişmenin son kıpırtısıdır. ” İki dakika sonra telefon çalıyor. Ferda !” ile başlayan pasaj okuyucuya Ayhan’la aynı sanrıyı paylaştırır. “Yoksa konuşmadın mı? Düşüncelerimi telefonun zili kesiyor. “Alo, Ankara yıldırım hazır.”İptal edin, onunla konuşmak istemiyorum.” Sanrılamadan gündelik gerçekliğe geçişi Ayhan gibi okuyucu da böyle yaşıyor. Anlatım tekniği, simgesel ağırlık ve gerçeklik anlayışı açısından bu pasaj kanımca romanın en başarılı birimlerinden. Mehmet Eroğlu diyaloglarla merkez figürün iç monologlarını roman boyunca usta bir doku içinde yürütmeyi başarmış. İşte Ayhan’ın hayatından çizdiği son tablodaki iç monolog diyalog örgüsü:

” Sonra, o büyük kaya suratların önünde, Doğuyla Batının, geçmişle geleceğin düğümlendiği o noktada, tiz bir ses gökyüzüne sivri bir hançer gibi batarak yükselecek ve beni gezegenin yüreğindeki sonsuzluğa gömecek.

” Şimdi ne yapacaksın?” diyor Beatrice.

Bunca yılı tetiğe dokunacağım o saniye için yaşadım. Geçmişimle geleceğimi birbirinden ayıracak, zamanı durduracak o saniye için; artık korkmuyorum. Sevincimden çığlık bile atabilirim. Ölümü bir kılıf gibi üzerime geçirecek ve geçmişten, yenilgilerimden kurtulacağım. Artık özgürüm.

“Ne olur gülme.” Diyor Beatrice, “beni korkutuyorsun.”
“Bu sefer ağzımın içine ateş edeceğim. ” diyorum.
“You are speaking in Turkish.”
“Ayın yirmisinde Dante’nin cehenneminde olacağım,” diye neşeyle bağırıyorum. “Orada seni arayacağım.” (s. 308)
Mehmet Eroğlu diyaloglarında figürlerin kişisel üslubunu gerçekçi bir tutumla yakalıyor. Bu konuşmalar arasında roman kahramanının yabancı figürlerle olan iletişiminde İngilizce, Fransızca ve Türkçe cümleleri devreye sokarken konuşmanın iletişim dışında ruh hali gerçekliğiyle ilişkisini de yansıtmış oluyor. ” Geç Kalmış Ölü”, toplum eleştirisi, ruh çözümlemeleri, kültür felsefesinin ötesinde romanın her şeyden önce bir dil ürünü olduğunu kavramış bir yazarın eseri.

ÖMER FARUK -SANAT OLAYI -ARALIK 1986 SAYI : 55 SAYFA : 48
Nemrut’ta gündoğumunu seyretmek

MEHMET Eroğlu’nun “Geç Kalmış Ölü” adlı romanının bedbaht kahramanı Ayhan, romanın ve her şeyin sonuna yaklaştığı an “Özgürüm. Artık gidebileceğim bir tek yer var ve akşamla birlikte yıllarca peşinden koştuğum o yere, o sessizliğe varmış olmalıyım. Gece yeryüzünün bu parçasının üzerine çöktüğünde, sonuna ulaşacağım. Işıklar kaybolduğunda, ortalığı gölgeler kapladığında o dağda binlerce yıldır ayakta duran, yüzlerindeki taştan gülümseyişle insanı çıldırtın, bir çağdan gelip ötekine giden heykellerle karşı karşıya olacağım. Karşı karşıya; tam önlerinde, belki birkaç metre ötede… Sonra o büyük kaya suratların önünde, Doğu’yla Batı’nın, geçmişle geleceğin düğümlendiği o noktada, tiz bir ses gökyüzüne sivri bir hançer gibi batarak yükselecek ve beni gezegenin yüreğindeki sonsuzluğa gömecek” der. Ayhan için bildiğimiz yaşam tükenmiştir artık.

Hem yakın tarihlerde yenilenlerin zafere olan susamışlığının belli anlamlarda simgesi olan Ayhan’ın neden ağzına bir kurşun sıkmak için burayı seçtiğini anlamak; hem de son yıllarda daha çok yabancı turistler arasında yaygınlaşan “gündoğuşunu Nemrut’ta izlemek” duygusunu tatmak için dağa tırmanmaya karar verirken giderek artan bir heyecanın beni doruğa kadar saracağını pek düşünmemiştim doğrusu. Daha çok merak duygusuydu beni çeken.

Nemrut’a genellikle geceleri 2-2.30 civarında hareket ediliyor. Kâhta’daki otellerin hazır minibüsleri var. Bir tür gece yarısı dolmuşu; dolunca hemen hareket ediyorlar. Ben üç Portekizli ve bir Hollandalı kadınla birlikte yola çıkıyorum. Gecenin zifiri karanlığında, toprak, dar ve uçurumların kenarından geçen bir yol… Yalnız başlarına Türkiye’yi gezen bu kadınların böylesi koşullarda Nemrut’a çıkmak istemeli için; ne düzeyde bir öğrenme ya da heyecan duygusuna sahip olduklarına meraklanmadan edemiyorum. Ama daha çok saygı duyuyorum… İki buçuk saatlik yolculukta hemen hiç konuşmuyoruz; aynı dağa çıkmak istemenin dışında ortak bir yanımız yok gibi… Minibüsün farlarının dışında hareket eden hiçbir şey gözükmüyor. Şoförümüz bütün tecrübesine karşın, tedbiri elden bırakmayarak arabayı olağanüstü bir dikkatle kullanıyor.

Minibüsün durduğu yerde ummadığımız bir sürpriz karşılıyor bizi: hemen sıcak çay servisi yapabilen bir kafeterya! İçeri girdiğim zaman; 10-15 kişinin dışına çıkmayacağına inandığım, gece dağa çıkma tutkusuna sahip olan insanların epeyce fazla olduğunu şaşırarak fark ediyorum. Oturacak yer, boş bardak bulmakta güçlük çekiyoruz. Dışarıda bizden önce gelmiş 5-6 minibüs ve 1 otobüs var. İçerdekilerin hepsi yabancı turist. Kısa bir çay molasından sonra saat 5.00 civarında daha yukarılara çıkmak için yola koyuluyoruz. En önde, karanlıkta bile yolunu rahatlıkla bulabilecek kadar buraya çok sık geldiği belli olan bir turist rehberi var. “Yol” demem sözün gelişi; ayak izleriyle kendiliğinden oluşmuş daracık bir patika. Basacağımız yerleri tedbirli turistlerin beraberinde getirdiği el fenerleri ile görebiliyoruz. Yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşten sonra dağın doruğuna; doğusundaki terasa ulaşıyoruz. Seslerden, siluetlerden epeyce kalabalık bir grup olduğumuz anlaşılıyor. Yüzümüzü doğuya dönüp oturacak en uygun yerleri arıyoruz. Hareketsiz kalınca gittikçe artan bir ürperme kaplıyor içimi; 2500 metre yükseklikte titremeye başlıyorum. Doruğun soğuk olduğunu önceden öğrenenler parkaları, kabanlarıyla gelmişler; otelde uyardıkları için ince kazağımı sırtıma geçirmiştim ama titrememi kesmiyor bir türlü. Eylül sıcağında daha kalın giysiler taşımak pek akıllıca gelmemişti ban8a… Rüzgar almayan bir yere ilişip yüzümü doğuya dönüyorum. Kimi turistler hummalı bir faaliyet içindeler; üç ayaklı fotoğraf makinelerini özenli bir biçimde yerleştirip kusursuz fotoğraflar çekebilmenin telaşını yaşıyorlar. Arkamızda Tanrı başları olduğunu tahmin ettiğim ama yeterince ışık olmadığı için ayrıntılandıramadığım büyük taş siluetler var. Hangisinin Zeus olduğunu tahmin etmeye çalışarak sık sık Tanrılara göz atıyorum; ama karanlıkta tanımak mümkün değil!

5.30 civarında doğması gereken güneş bir türlü doğmak bilmiyor. Hava bulutlu, puslu ve soğuk… Daha önceden anlatıldığı kadar büyük bir doğa harikasıyla karşılaşamayacağımı düşünmeye başladım. Nihayet 6.00’yı biraz geçe bulutların arasından nar kırmızısı bir huzme gözüktü. Dağların arkasından doğması gereken güneş; gecikerek bulutların arasında görünmeye başladı. Kırmızı ışık huzmesinin, bulutları değişik tonlarda renklendirişine hayranlıkla bakarken; o ana kadar şakalaşan, konyak içen turistlerin sessizleşerek pür dikkat güneşi izlemeye başladıklarını fark ediyorum. Huzmenin arkasından, güneşin önce ışığı yayıldı sonra yuvarlağın ucu yavaş yavaş gözükmeye başladı… Kırmızıdan açık sarıya dönüşerek hızla yükseldi. Hem ısıttı, hem aydınlattı! Karanlıklar arasından fırlamış bir top ateş sanki. Kontrasları çok güçlü. Fotoğraf makineleri durmaksızın çalışıyor. Kimi turistler içki içerek, kimileri çığlık atarak bu anı kutluyor. O ana dek bizim için birer siluet olan Tanrılar yavaş yavaş biçimlenmeye, ayrıntıları öne çıkmaya başlıyor. Zeus’tan çok uzakta olmadığımı şaşırarak fark ediyorum.

Tepede 70-80 kişiyiz. Yanılmıyorsam, Tanrıları ve güneşi merak eden tek Türk benim. Diğerlerinin hepsi yabancı. Yerli halktan olduğunu tahmin ettiğim 3-4 kişinin güneşi ya da Tanrıları değil de, turistleri merak ettikleri, konuşmalarından anlaşılıyor. Ve bir de tek başına dolaşan Japon var; büyük bir merak ve ciddiyetle durmaksızın fotoğraf çekiyor.

Neden böyle bir yere mezar yaptırdığını yüz hatlarından yakalayabilmek amacıyla I.Antiokhos’un yanına gidiyorum. Yüzyılların ve doğanın yüzünde oluşturduğu çatlaklar, hatlarını bozmamış; hatta zenginleştirmiş bile, denebilir. Kommagene Krallığı’nın kuruluşu I. Antiokhos’un tahta çıktığı İ.Ö. 69 yılı kabul ediliyor. Kendisinde Tanrısal bir güç gören ve öldükten sonra Tanrılar arasında kalmak amacıyla mezarını ulaşılması zor bir tepeye, “Nemrut Dağı”na yaptıran I.Antiokhos’un dönemi krallığın en parlak yılları olarak kayıtlara geçiyor. Tanrılığı “zamana karşı direnerek, unutulmamak” diye tanımlamaktan yana olursak; I.Antiokhos’un, Baştanrı Zeus’un yanındaki vakur duruşunu garipsememiz ve bizi yüzyıllar sonra mezarını ziyarete çağırabildiğine göre Tanrılığından kuşku duymamamız gerek diye düşünüyorum. Tanrıların ve Tanrılaşmanın tarihin en eski kavramlarından biri olduğunu anımsayıp, nedenlerini anlamaya çalışırken Ayhan’n şu sözleri takılıyor aklıma: “Tetiğe dokunduğum anda geçmişteki sonsuzlukla gelecekteki sonsuzluğu birbirinden ayırabilir, Tanrı”yı ve zamanı dize getirebilirim. Çünkü gerçek sonsuzluk, gerçek ölümsüzlük o andır. Eğer Tanrı sonsuzluk değil de bir düşünceyse, vücudumun somutluğundan, yani ölüm korkusundan kurtulduğunu, anda yine Tanrı’yı yenmiş olmayacak mıyım? Tanrı’ya, Tanrı olarak meydan okumak! Bütün insanlığın rüyası bu değil mi? Böyle bir hayattan sonra göze çarpan bir sonuca varamamak yenilgidir. Benimki parlak bir zafer olacak. Yanında, geçmişte kalan bütün yenilgilerinin anlamlarını yitireceği bir zafer. Evet Tanrı’ya ya da zamana, onların silahlarıyla, sonsuzluk ve ölümle karşı koyacağım. Bir insan beynine, ölüm korkusundan öte hangi korku Tanrı’yı egemen kılar! Beynimi ortadan kaldırarak istediğime varacağım. Çünkü yaşam yalnızca beyindir. Heykeller beni bekleyin, birkaç gün sonra yanınızda olacağım “

Ayhan, I. Antiokhos’un zaman ötesi izdüşümü sanki!

I. Antiokhos’un krallık döneminde Kommageneliler, Fırat ve Toros geçitlerinin öneminden dolayı; Doğu’dan İranlıların, Batı’dan Romalıların sürekli baskısı altında kalmışlar. Ayakta kalabilmek için esnek bir siyaset izleyip, hanedanlar arası evlenmelere başvurup, iyi ilişkiler kurmaya çalışarak güçlü komşuları arasında erimemeyi başarmışlar. Komşuları arasında Hititler, Asurlulur, Urartular, Selökidler, Ermeniyeliler, Partlar gibi kendinden büyük ve güçlü devletler bulunan Kommageneliler bu ülkelerden de etkilenerek çeşitli din ve felsefe sistemlerini bir araya getiren bir kültürel yapı oluşturmuşlar.

Ve bu kültürel yapının tarihten gelen en görkemli anıtını, Nemrut Dağı’nın, Ayhan “Doğu’yla Batı’nın, geçmişle geleceğin birleştiği yer” diye nitelendirip Tanrı’yla hesaplaşmak için yüzyıllar sonra buraya gelir.

Bu büyüleyici dağdan somut bir şeyler götürmek için boş mermi kovanlarını aramaya karar veriyorum. Sırayla Apollo’nun (Güneş Tanrısı), Fortuna’nın (Bereket Tanrıçası), Zeus’un (Baştanrı), I. Antiokhos ve Herakles’in (Kudret Tanrısı) önünden geçip çevrelerine bakıyorum. Nedense aynı Tanrıların dağın Batı yakasındaki simetrilerine bakmak hiç aklımdan geçmiyor. Ayhan tabancayı doğu yakasında gün doğarken ateşlemiş olmalı. Aramalarımın sonuç vermeyeceğini anladığım an Zeus’un gözlerine bakıp yardım etmesini istiyorum. Gözler bir an canlanır gibi oluyor, yakaladığım pırıltıdan bildiğini ama söylemeyeceğini hissediyorum. Tanrılara ait bir giz sanki bu!

Ayhan’ın “başardığı” duygusuna kapılıyorum birden.

Kitaptan alıntı
“Şilebin ilk düdüğünün üzerinden on beş dakika geçmiş. Gül’ün çığlıkları beni yatağa mıhladı sanki; kımıldamadan, soluk almadan oturuyorum. Artık gecenin içinde tek başımayım. Işık? Yalnızca komodinin üzerindeki abajurdan dökülen ışık var. Yerdeki kırık şişeden yayılan süt, Gül’ün odadan çıkarken öfkeyle yırtıp attığı 20 Nisan tarihli vapur biletini ıslatıyor.
Her şey ne kadar kesin ve değişmez. Çevremi saran nesnelerden kaynaklanan rahatsız edici bu duygu, hayatımı geldiği bu noktada, anlamsız kılıyor. Oysa zamana hükmedebileceğim şu anda varlığım ilk kez bir anlam kazanacak. Nesnelerin somutluğundan kurtulup zamanın ve Tanrı’nın soyutluğuna ulaşabilmek! İşte sorun bu. Bir insanın deneyebileceği en cüretkâr, en soylu karşı koyma bu değil mi? Göze almak ve…
Ama şimdi sıra direnmekte. Vücudumu, belkemiğimi kıracakmış gibi büken krampın üzerine, arkaya doğru bırakıyorum. Günlerdir ilk kez otel odasının çıplaklığı rahatsız edici bir görüntü gibi gözlerime batıyor: Kişiliksiz, köşeli bir boşluk.”

Geç Kalmış Ölü – Mehmet Eroğlu, 293 sayfa,
1. basım 1984 (Can),
4. basım Kasım 2000 (Everest),
5. basım Şubat 2005 (Agora Kitaplığı),

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir