8. Eleştirmen hâkim midir?
Tarih Değil Hatalar Tekerrür Ediyor.
“Bize geçmişteki deneyimlerin ve tarihin öğrettiği tek şey, halkların ve hükümetlerin tarihten ders almadıkları ve ondan çıkarılması gereken derslere göre hareket etmedikleridir.” Hegel (akt ve çev: Mevlüt Asar)
Bu en sık rollerin karıştırıldığı eleştirmenin işlevi ve görevi sorunlarından birisidir. Eleştirmenin kendini hâkim sanması aptallıktır, onun özenmesi gereken şey hâkimlik değil, tarihin mahkemesindeki bilirkişi raporunu hazırlayan insandır, hüneri varsa bu raporuna yansır, alınan karara değil. Ama genellikle ucuz-eleştirmenin sığ ve sahte iktidar yanılsaması, eleştirmenin kendisini hâkim sanmasına yol açar, bu da çoğu kere felaketle sonuçlanır.
Eleştirmenin birinci görevi ve en büyük hüneri nerede çıkar? Sanatçıların çoğu kere yapamayacakları, hatta yapma girişimlerinin komik ve yanılsamalı sonuçlar çıkardığı yerde, yani sanat felsefesinde ve bir düşüncenin, bir akımın en çok yapması gereken yerde, yani dünya ile sanat eseri arasındaki dolayımlanma ilişkisinin kurulmasında, dünyanın ve sanat eserinin birbiriyle ilişkili hale getirilmesi sürecinde.
Hal böyleyken eleştirinin işlevsiz ve görevi kötüye kullanan insan olarak sunulması, akıl fikir düşmanlığından başka bir şey değildir.
Peki, sanat felsefesi ve dünya ile sanat eserinin ilişkilendirilmesi nasıl olacak? Eleştirmen bir düşünüre dönüşürse ve dünyayı yorumlama sürecinde akıl oyunlarında mahirleşip, insan ilişkilerinde vicdanlı hale gelerek yapılabilir. Eleştirmen toplum bilimi ile eleştirel aklın kesiştiği yerde beslenir, büyür ve kendini bulur.
9. Eleştirmen gurme midir?
Bir alanda uzmanlaşan bir insanın uzmanlaşıp uzmanlaşmadığının, yani ehliyet sahibi olup olmadığının ilk kıstası “gerçeği ile sahtesini” ayırmaktır, yani iyi bir sarraf olup olmadığıdır. Bu nedenle eleştirmen her filmi seyreden, her kitabı okuyan değil, neyin önemli olup olmadığını bilir, ona yönelir ve buna göre kendini konumlandırır. Önüne sunulan her şeyi yiyen insanın midesi bulanır ve emeği körelir, yanlış yerde konumlanmasına neden olur.
Eleştirmen, aslında önemli olan şeyleri izler, bunlar ise yalnızca “gerçek sanat eserleri” ile sınırlı değildir, tam aksine eleştirmen, topluma karşı sorumlu olduğu için bir ayağı “gerçek sanat eserlerinde”, bir ayağı da “toplumsal eğilimler ve toplumsal meseleler” üzerindedir, dolayısıyla neyin önemli olup olmadığı onun görüşündedir.
Bu anlamda eleştirmenin ne sunulursa ona yanıt/tepki vermesi onun burjuvazinin çöpçatanı yapar, düşünür değil. Eleştirmen seçicidir ve bu onun mesleğinin asıl ölçütüdür.
10. Sanatçı özgür müdür?
Özgür sanatçı görmedim, özgürüm ayaklarına yatmayan sanatçı da görmedim, oysa kapitalist toplumda sanatçı kadar sistemik baskıya maruz kalan çok az insan vardır. Piyasanın dışında durmak sanatçının halka ulaşamamasına neden olur, sistemin içine girmek sanatından ödün vermesi anlamına gelir, bu paradoks içinde pek çok “sanatçı” zavallılaşır.
Özgür olabilmenin birinci kıstası manevi özgürlüğü kazanmaktır, dolayısıyla sanatçı ilk önce beklentilerini törpülemeden ve kirli ilişkilerle arasına aklını/vicdanını/ ve siyasi tavrını koymadan sanatçının özgürlükten dem vurması riyakârlık olur.
Öte yandan kirli ilişkilere girip de bütün bunları saklamaya çabalayan, bunları deşifre eden eleştirmenlere karşı da “ahlaksız” kodlamasıyla karşı çıkıp, eleştirmeni “yalancı” diye suçlayan “zavallı sanatçı” rolünü biz de çok sık oynarlar. Eleştirmen böyle şeyleri tarihe havale edip, bu kâbuslardan uzak durmalıdır, bütün meselelerin hemen ve şimdi çözümleneceğini sanmak aptallıktır: nedeni basit bunun, saydam bir toplumda mı yaşıyoruz, yiğitlerim?
Sanatçı adı üstünde aktördür, işi oynamak, gibi yapmaktır, eleştirmen bütün bunları gerçekliğe dönüştürüp, kendince “gerçeklik ve yaratıcılık” düzleminde yeni bir ilişkiler ağı ve zemin tanımlamazsa, eleştirmen kendine bir hareket alanı açamaz.
Eleştirmen için de aynı şekilde ikili bir tuzak vardır: düzenin oyuncağı ve iktidarın adamı olmak ile, sanatçının yedeği, övgücüsü ve yalakası olmak. Özgürlük kendine hareket alanı açmadan olabilecek bir şey değildir. Bırakın millet oynasın, siz tarihe ve topluma karşı sorumlusunuz, aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz, milletin işi gücü sanat dünyasında, lafla dünyayı kurtarmak, “yiğitlerin sanal dünyasıdır” biraz da sanat.
11. İktidar ve sanatçı ilişkisi nasıldır?
Sivil toplumun gelişmediği ülkelerde, sanatçı büyük oranda iktidarla muhatap olur ve iktidar süreç içinde sanatçının boynuna yuları geçirir. Bu süreçte bağımsız kalmayı başaran sanatçı aslında kahramandır. Gelin görün ki sanat camiasında gerçek kahramanların değil, sahtekârların işi yürür ve sahtekâr-kahraman rolünü oynayan pek çok başarılı büyük yetenekli adil zeki nam-avcısı paraya gönlü tok (aslında dilenci) insan vardır. Bu ilişkiler ortasında eleştirmenin hiçbir şey olmuyormuş, hiçbir şey bilmiyormuş gibi yazması ve doğrudan sanat eserine odaklandım, bütün amacım onu anlamak ve halkın anlamasını sağlamak demesi, eleştirmeni ikiyüzlüleştirir, sahtekarlaştırır ve kaçınılmaz olarak yaptığını değersizleştirir, ahlaki düzlemde ise bu rol haramdır.
O yüzden, sanatçının özgürlük nutukları attığı yerde, eleştirmenin uyanık olması, sanatçının başarılı insan pozlarına büründüğünde, arkasındaki zavallıyı eleştirmen görmelidir. Türkiye’de iktidar sivil toplumu kuşatmıştır, sivil toplum eziktir ve büyük oranda köşesine çekilmiştir, halk büyük oranda halini gösteren, yaralarını gösteren, aman dileyen zavallı pozuna bürünür. Türkiye’de özgürlük nutuklarına insanlarımızın karnı tok olsa iyi olurdu. En özgürlük pozuna bürünen insanların çoğunlukla en çok iktidarın yalağından beslenenler olması çok sık görülür. Tarihimizin acı dersi budur, kabul buyurunuz.
Sanatçı iktidarın işçisi, yalancısı, imajcısı, beslemesi, pipili çocuğu (…) rolünü bırakmadıkça, bunu ahlaki olarak reddetmedikçe ve halka karşı derin ve yoğun bir bağlılık duymadıkça, eserleri ile yalnız ve yalnız tarihe kalmayı amaçlamadıkça, tarihin hükmünü temel kıstas olarak yüceltmedikçe, iktidarın operasyonel aygıtı ve icazetli isyankârı ve küçük burjuvanın burjuvazinin dümenine su taşırken varlığı antitetik (tezatlı varoluş) olmaya mahkûm olur. Onun da özgürlük nutkuna vurulmamız için bir nedenimiz yok; tabii ki kendimizi kandırmıyorsak, Sartre Nobel’i boşuna mı reddetti? Eleştirmenin ilk yapması gereken bu ahlaksız-haram dolu ilişkileri deşifre etmek ve namusuyla yazmanın şerefine nail olmaktır.
12. Sanatçı ahlaksız mıdır?
Ahlaktan söz etmeyen sanatçı tanımadım, ahlaki ilkelerini çiğnemeyen sanatçı da görmedim, iktidar bu ülkede adamı yola getirmeyi, yani boynuna yular takmayı çok iyi bilir.
Sanatçıların en çok sevdiğim yanları, kendileri hakkında konuşurken değil, diğer sanatçılar hakkında konuştukları andır. Burada ise iş çatallanır.
Bu ülkenin sanatçıları hakkında konuşurken, nedense acımasızlaşırlar ve “hakikate” yaklaşırlar, öbür ülkelerin sanatçıları hakkında konuşurken ise –anlamsız ve nedensiz bir şekilde- onları yüceltmek için zavallıca çırpınıp dururlar.
Tarihin ağır derslerine karşı “yüceltme” oyunu oynamayı çok severler de, bu ülkede sanatçının iktidarla, halkla, basınla ilişkilerinde “masum” kalmayı pek beceremezler, bu işin bir parçası.
Diğeri de şu, sanatçıların ahlakları yalnızca diğer sanatçılarla, esasında ise iktidarla ilişkilerinde ortaya çıkmaz, bir de yaşamlarındaki insanlarla, hayatla kurdukları ilişkilerde ortaya çıkar. Bu açıdan nedense bizim ülkemizde, sanatçıların gerçek sanatçıdan daha çok “insan bozuntusuna” daha çok benzerler, her zaman istisnalar vardır, ama sanat camiasındaki emekçilerin halleri ve onların dilleri genellikle ağulu konuşur, neden acaba? Bu ülkede sanat camiasındaki insanların pek çok kez insanları kötüye kullandıklarını, hele sanat dünyasındaki sanat emekçilerinin emeğini acımasız ve aşağılık bir patron gibi yediklerini çok görmüşümdür.
İş ahlakı açısından yaklaşınca şu paradoksla karşı karşıya geliyoruz: Ün yapmamış, yolunu henüz açmamış sanatçı işe başlarken, çok büyük eserler vereceğini söyler, pek çok insanın emeğini kendi başarısı için seferber etmeye –duygu sömürüsü yaparak ve vicdanlarını sömürerek- davet eder. Ama gelin görün ki iş başarıyla sonuçlanınca, bizzat o insanlardan fellik fellik kaçar. Bu başarılı sanatçı modelidir, onlar bu tip emek sömürüsünü maksimum düzeyde yaparlar.
Bir de yeteneksiz ve hırslı “sanatçı” tipleri vardır, onlar nedense bir türlü şanslarıyla hazinenin kapısını kıramazlar, onlar da bu tip bir sömürüyü hayatları boyunca yaparlar, sektör içinde cazgırdırlar. Birlikte çalıştıkları insanları sömürenlere ve onların emeklerini görünmez kılmak için bin bir takla atan insanın, ahlakından söz eden insan da –esasında- ahlaksızdır.
Pek çok sanatçı, ünleri ile insanları sömürürler, ün onların sığınağı olur, hatta pek çoğunun durumunda, ün o insanlara öteki insanlar üzerinde sanki kötülük yapma olanağı veriyormuş gibidir. Ün bir tuzaktır, dahası ünlü olma hali –tam da Einstein’ın dediği gibi- insanı aptallaştırır. Türkiye’de sanat camiasındaki insanların ünlülükle ilişkileri daha netamelidir, ün kişilerin en büyük blöflü kozu gibidir, onunla insan alırlar, insan satarlar, insanlara kötülük ederler, insanlara çamur atarlar, piyasayı dolandırırlar… iktidarla daha bir kirli pazarlık yaparlar, iktidarın yalağına girerken sırayı bozarlar.
Onun için sanatçı ve ahlak meselesi, iki asal zeminde toplanır: Birincisi ün ile öteki insanlarla girdiği ilişkiler ve ün ile para arasında kurduğu ilişkiler. İkincisi ün ile siyasi iktidar arasındaki ilişkinin yapısı ve niteliğidir.
Bu iki eksende tutarlı kalmak, kişiyi asilleştirir, tutarsızlığı nakde çevirmek de kişiyi ahlaksızlaştırır.
13. Medya “bağımsız”, sanatçı tarafsız olabilir mi?
Türkiye’de medyanın bağımsızlık nutku atması, tek sorumlu olduğu ve hesap vermesi gerekenin, halk ve gerçekler olduğu nutku için şunu söyleyelim; genel olarak, medya iktidarın köpeğidir. Kendisine atılan et iyi de olabilir, zehirli de, ama sonuç olarak bu ilişki esasında çok değişmez, bunu bizzat basında çalışan insanlar söyler, tanıklık eder, tarih bunu gösterir.
Hal böyleyken, bağımsızlıktan ve tarafsızlıktan, gerçekleri söylemekten dem vurmayanı çok az görülür.
Sanatçının sınıf mücadeleleri ve çatışan ideolojilerle şekillenmiş bir toplumda, bağımsızlık nutku atması tümüyle sahtedir, sanatçının üzerinde durduğu zemin esnektir ve kendi olabilmek için vicdanına yaslandığında, o sanatçıyı taraf olmaya iter. Oysaki taraf olunca, kazanacak ve kaybedecek şeyleri vardır, bir süre sonra sanatçı tarafsız ve vicdanının sesini dinleyen insan olmanın, yani pabucun pahalı olduğunu anlar. Vicdanı başka tarafı, çıkarı başka tarafı işaret etmeye başlar, kısaca “Hem Tanrıya hem Paraya Hizmet Edemezsiniz.” Sanatçı bu ikisi arasında yalpaladıkça kamu vicdanı yaralar alır, ama gelin görün ki kamu vicdanı denilen şeyi “oynak ve yapay” hale getiren de bizzat bu çatışma değil midir?
Sanatçıların gerçekle kurduğu ilişkiler –benim deneyimlerime göre- zavallıcadır, nedense gerçeği isterler, ama gerçeğin net ve berrak bir biçimde söylenmesini istemezler, sanatçılar içine girdikleri ilişkiler nedeniyle, zülfü yâre dokunmaya başladığı yerler esnektir, herkesin kendine göre bir sınırı vardır. Eleştirmene kendilerine göre her birisi farklı roller verir: Esasında eleştirmeni sürecin içinde her birisi kendince bir silah olarak kullanmaya çabalar, bu anlamda sanatçı kendi çıkarları ve ilişkileri sürecinde kullanmak, yani iktidarın sanatçının boynuna taktığı yuları, sanatçı da eleştirmene takmak ister.
Dolayısıyla Eleştirmen tarafsız mıdır? Bu kirli ilişkilerin bir parçası olan, aptalca taraflar tutan eleştirmen bir zavallıdır, eleştirmen sinemada sektörün tarih atlasındaki yerini gösteren insandır, asıl bağımsız olması gereken de eleştirmendir.
14. Eleştirmen övgücü-sövgücü olabilir mi?
Eleştirmenin övgücü-sövgücü olması, övgü/sövgü sarkacında hızlı bir şekilde yer değiştirmesi kadar onursuz bir şey yoktur, eleştirmen eğer fikirleri ile değil, beğenileri ile tanınıp biliniyorsa, biliniz ki o insan fikir insanı değildir, sektörün zavallısıdır, sanatçıların boynuna yular taktığı esirdir.
15. Sanatçı-iktidar-akademi niçin “eleştirmeni” yola getirmek ister?
Eleştirmenin özgürlüğü demek toplumla sanatçının iktidarın kurduğu ilişkinin merkezinde olduğu anlamına gelir. Bu anlamda eleştirmeni dizginlemek, boynuna yular takmak üçü için de kritik bir haldedir. Türkiye’de özgürlük tehlikeli bulunduğu için, sistemin deşifre edilmesi riski taşıdığı için, eleştirmeni susturmak, hizaya sokmak düzenin bekası için gereklidir, çünkü esas olarak sistem kirlidir, ahlaksızdır ve her şeyin sahtesini üretmeye koşullanmıştır.
16. Eleştirmen niçin bir yaban hayvanıdır?
Eleştirmenin evcilleştirilmesi dediğimiz şey, eleştirmenin kirli ilişkilerin bir parçası olmasıdır, bu nedenle evcilleşen insan, özgür değil, hizmetkâr olur, ondan sonrada yandı gülüm keten helva durumu karşımıza çıkar, evcilleşen eleştirmen aslında çıkar ilişkilerinin önemsiz ve süslü bir oyuncağıdır ve çok çabuk bozulur.
Yaban kalmayan eleştirmen, düzenin çarklarında önemsizleşir.
17. Eleştirmen özgür olabilir mi?
Eleştirmen ancak ve ancak fikir insanı, sanat felsefecisi, toplumbilimci ve gerçek bir sanat sarrafı olursa, özgürleşebilir, gerisi onun esaretinin biçimini belirler.
18. Eleştirmen önemli midir? Sanatçı mı daha önemlidir Eleştirmen mi?
Bu konuda çok net bir şey söyleyeceğim:
Bugün için sanatçı önemlidir, ama yarınlar için eleştirmenin önemi daha da artar, gelecekteki insanlar bugünün sanatını büyük oranda bugünkü eleştirmenlerin ve gelecekte bugünü inceleyecek eleştirmenlerin gözüyle görülür. Kaldı ki eleştirmen yalnızca halka hitap etmez, sanılanın aksine asıl ayrım da burada ortaya çıkar:
Eleştirmenin ilk müşterisi halk ya da sıradan okur değil, tam da bunun aksine sanatçılardır, eleştirmenin gücü halkı bilgilendirmedeki gücünde değil, tam aksine sanatçıları yetiştirmedeki, sanatçıları yönlendirmedeki, sanatçıların kendilerini bulmadaki ve sanatçıların mücadelelerinin anlamlı bir zemine çekilmesi içindeki rolüdür.
Sanılanın aksine eleştirmenin sanat eserinin kurucusu-fikir babalarından, rehberlerinden biri oluyorsa, o zaman gerçek kimliğini bulur. Eleştirmen gurmelikle nam yapamaz, eleştirmen tam aksine, sanat eserlerine katalizör olursa, onları şekillendirebilirse, sanatçıların fikirlerinin, kişiliğinin ve duruşlarının şekillenmesinde kritik bir yer alırsa, kendi gerçek kimliğini bulur.
KİMSESİZLERİN KİMİ ÜZERİNE ZEYL:
PÎVAZ (yönetmen ya da tanık: Bozan Aksoy)
Pivaz belgeselini seyrettiğimde Türkiye gerçekliği üzerine gerçekten düşündüm, niçin mi?
Hakikaten bu ülkede yaşamanın bir dramı var, yüzünüze acı acı vuruyor, gerçek insanların sorunları, hayatla cebelleşmeleri, yaşamları gereği çocuklarını tedavi ettiremeyenler, savaş nedeniyle iç ve dış göç, ruhlarda insan kalbini etkileyen yaralar, her şey göz göre göre oluyor yani.
Bu anlamda Pivaz belgeseli, bugün çok gündemde olan Kürt Sorununu temelden düşündürüyor ve bu savaşa dair esaslı tezimi destekliyor:
Bugün bazıları “Kürt sorunu ne ya? Kürtlerin neyi eksik, onları anlamıyorum!” diyebiliyor, ama Kürt Sorunu esasında bir savaş, bir isyankâr gerillalar, terör merör sorunu benim için hiç olmadı, kendi vicdanımda düşündüğümde Kürt Sorunu nedir?
Kürt sorunu olarak adlandırılan, topraksız Kürt köylüsünün isyanıdır. Peki, bu topraksız Kürtlerin isyanını bastırmak için kimler asker oluyordu? Onlarda altyapı hizmetlerinin verilmediği bu hayatın ötelediği gecekondularda, sosyal güvencesi olmadan yaşayan ve varoşlardan fabrikalara ya da sokaklara ekmek parası için doluşan gençler katılıyordu.
Bu anlamda Kürt Sorunu esasında ne Misak-ı Milli sorunuydu ne de bir uluslaşma süreciydi: Bu savaşın can verenleri, toprağından sürülenleri, aslında egemen olanın görmezden geldiği ya da canına kıymet vermediği için ölümüne göz yumduğu insanlardı. Canı yananlar, kanı dökülenler ekseriyetle kimdi ve bu çatışmayı tarihsel olarak doğuranlar kimlerdi? Ruhunda acı çeken, bedenine insan olarak kıymet verilmeyen, harcanması makbuldür denilen insanlar. Yani düzenin gözden çıkardıkları…
Pivaz belgeselini seyrettiğimde ruhum acıyor, çünkü bu insanların hali o ki bu insanlar hıçkırarak bile ağlamıyorlar, gözyaşları sessizce perdeye yansıyor, insan seyrederken bir tür “ruh üşümesi” yaşıyor.
Pivaz belgeselinde, topraksız Kürt köylüsünün yalnızca ekmek parası peşinde koşarken neler yaşadıklarını görmüyorum ben. Tam aksine, sinemamızın, tiyatromuzun, edebiyatımızın ve egemen ideolojimizin, siyasal mücadelelerin içinde görmezden gelinen “toprağın sesini duyan ve toprağın bilgeliğini bilen, insan olmanın hikmetini taşıyan ve kaderin seçenek bırakmadığı, ama ruhunda yeryüzünün nuru olan insanları” ve hepimizin suçlu olduğunu görüyorum. Suçluyuz çünkü gerçeklerin hesabını veremiyoruz.
Hakikat acıdır ve insan ruhu gerçekliği görmezden gelerek, acıları görünmez kılarak ne sanat yapabilir ne de vebalden kurtulabilir. Yüzlerinde çıkışsızlık değil, tarifsiz isyan akan insanlar: Sanat orada en yüksek noktasına çıkıyor ve biçim üzerine konuşulan onca tartışmayı anlamsızlaşıyor. Kan dökülen toprakların sürüklenen ve barışın olmadığı koşullarda ellerindekileri kaybetmiş insanlar sürükleniyor o topraklara, emekleri giderek hepimiz için acıya kesiyor.
Ve kendime soruyorum, niçin bizim aydınlarımız şunu diyemiyordu: “Ben yalnızca bir pasifist değilim, tam aksine militan pasifistim. Kendi irademle barış için dövüşürüm. İnsanların kendileri savaşa gitmeyi reddetmedikçe savaşı hiçbir şey bitiremez.” (Einstein)
Pivaz işçileri, bu toplumun alter-egosudur, kaçışçı sinemanın mürai duruşunun tablosudur.
YENİ SİNEMA DERGİSİ
İçindekiler
1. İktidar, Sinema, Sanatçı, Özgürlük ve Eleştiri, Zahit Atam, s. 1-8
2. Auteur Kuramı (Dosya)
2.1 Değiştirme Arzusu Üzerine Requiem (Angelopoulos), Bora Erdağı, s. 10-20
2.2 The Existential Boundaries of Nuri Bilge Ceylan, Zahit Atam, s. 21-37
2.3 Auteur Kuramı ve Türkiye Sinemasında Yaratıcı-Yönetmenler, Zahit Atam, s. 38-48
2.4 Biçimcilikten Tür Çalışmasına, J. Dudley Andrew, çev: Yusuf Can Ekinci, 49-62
2.5 Senarist-Oyuncu-Hekim olarak Yaratıcılığın Sorgulanması, ERCAN KESAL İLE SÖYLEŞİ, 63-72
2.6 Auteur Yönetmen/ Senarist üzerine bir söyleşi, ZEKİ DEMİRKUBUZ, 73-77
3. FİLM ANALİZLERİ
3.1 Jin Filmi ve Birkaç Mesele, Sevgi Doğan, 78-89
3.2 ARAF’a Bugünden Bakmak, Selin Yılmaz, 90—100
3.3 TWIN PEAKS’in Huzursuzluğu, Yağız Ay, 101-107
4. Kürt Toplumunun İnşasında Sinemanın Rolü, Salih Kaval, 108-114
5. Toplumsal Bellek Tasarımı, Murat Yaykın, 115-122
6. 65. Berlin Festivali Deneyimi, T. Seçkin Serpil, 123-126
7. İletişim Fakülteleri ve Sinema: Öğrencinin Paradoksu, Berrin Adsan, 127-128
NOT: Bu yazı “İktidar, Sinema, Sanatçı, Özgürlük ve Eleştiri” adlı yazının bir bölümüdür. Diğer bölümü www.cafrande.org’da yayımlanmıştır. Okumak için tıklayınız.