İnsanı Aramak / Toplumsal Hayvanın Etiği 4 – Nejdet Evren

Charles Darwin insanı ararken, türler arasındaki benzer/ortak ve farklı yanları ve tüm bunların biyolojik oluşum evrelerini ve de doğal seçmeciliğe bağlı olarak ta nasıl evrim geçirmiş olduklarını/olabileceklerini değerlendirmek istemiş; toplumsal olarak yaşayan tüm türlerin ?yukarı hayvanlarda en yaygın karşılıklı hizmet, hepsinin duygu birliği ile birbirlerini yaklaşan tehlikeye karşı uyarmalarıdır…toplumsal hayvanlar birbirini savunur..birbirlerine karşı, toplumsal olmayan hayvanların duymadığı bir sevgi duyduğu kesindir…hayvanlar, sevgi ve duygudaşlıktan başka, toplumsal içgüdülerle bağlantılı başka yetkinlikler de gösterir. Bunlara bizde ahlak denir…?(1) tanımlamaları ve tesbitleri ile benzer noktalara temas ederek, insan türünü de ?toplumsal bir varlık?(2) olduğu konusunda benimsemiştir. Türler arasındaki bu benzerliklerin yanında farklı olanlarının neler olduğuna dair ise; en belirgin fark olarak ahlak ve bulunç (vicdan) olduğu sonucuna varmıştır. Der ki; ?Ahlaklı bir varlık, geçmiş ve gelecek davranışlarını ya da güdülerini karşılaştırmaya ve onları uygun görmeye ya da görmemeye güç yetiren bir varlıktır. Aşağı hayvanların her hangi birinde bu yeterliğin bulunduğunu varsaymamız için hiçbir gerekçe yoktur; bundan ötürü, bir Newfoundland köpeği suya düşmüş bir çocuğu sudan çıkarınca; bir maymun arkadaşını kurtarmak için tehlikeye göğüs gerince, ya da öküz bir yavru maymuna analık edince, onun davranışına ahlaki demeyiz. Oysa insanda ?ki kesinlikle ahlaki bir varlık sayılabilen yalnız oldur-? (3) Bu tesbit insanın insan gözüyle yeniden toplumsal olarak farklı bir yönden yaratılmasıdır. Yüz küsür yıl önceki bu tesbitlerinde Darwin?in etik olarak belirlediği ya da düşündüğü olguların insandaki yansımaları beklentisindeki gibi evrimleşmemiş görünmektedir.

İç-güdülerini denetleme ve tarihsel bellek ile diğer canlılardan farklılaşma konusunda insan türü daha gelişkin ve kompleks bir yapı kazanmıştır; ne ki, bu kompleks yapı anlaşılması zorlaşan ve neredeyse görülemeyen ve daha ötesinde kanıksanan bir çelişkiyi de kendisiyle sürükleme eğilimi göstermektedir. Nasıl mı? çocuklarını koruyan ve onları yiyecek sıkıntısından/besleyememekten dolayı öldürmeyen insanın geldiği bu aşamada düşük yoğunluklu nükleer silahlarla binlerce çocuğu katletmekte tereddüt etmediği görülmektedir. Katliam tanımı çoğunlukla/tamamen insan türüne ilişkindir. Çünkü, bilinç ve belleği en yoğun olan tür insandır. 30 tane yaban arısının 30 bin tane bal arısını 3 saatte katledip ballarına el koymasını katliam saymamak gerekir; çünkü onlardaki bilinç düzeyi insandaki ile eş-değerde değildir. Böyle olunca, insan türüne haksızlık yapıldığı düşünülmemelidir. 100 günde yaklaşık 1 milyon insan katlediliyor ?Ruanda 1994- ve bunu her gün her saat Tv’lerde göstermek tüm insanların psikolojilerini bozulmaz mı? ve bu yapılsaydı eğer, savaş denilen çirkin oyuna insan türü bir maç izler gibi bakacak mıdır? Kesinlikle, hayır. O zaman, o melanet hakkında şüphelenmeye ve düşünmeye başlayacaktır. önemli olan insandaki doğruyu bulma arzusuna yönelik haklı şüpheleri uyandırmak değil midir?

Türümüze yönelik korkusuzca attığımız her adım ona zarar vermediği gibi onun zarar verdiği tüm olguların zarar görmesine engel olacaktır; bu, doğal yaşamlar zincirinin yek-diğerinden kopuk olmadığının, olamayacağının, doğal süreçteki bir aksamanın diğer süreçler üzerinde etkiyerek farklılaşmayı kaçınılmaz kılacağının bilinmesi/bilince yerleştirilmesidir. Öyle ise, denilebilir ki şüphe, bir açıdan peşin yargıların/değerlendirmelerin elemine edilmesinde atılan ilk adımdır!?

Şüphe, düşünebilmenin bir sonucudur; düşünce, nesnel olguların gözlem/deney ve edinilen bilgilerin biriktirilmesi ile oluşan ve giderek kristalize imgelerin dizilimlerini gösterir/ifade ederler. Kaplanın yırtıcılığını bilmeyen çocuk ona sevecenlikle elini uzatacaktır, hiç şüphe duymadan…Yırtıcı türün pençelerini göstermesi üzerine o çocuk kedigillerin tümüne şüphe ile yaklaşmak gerektiğini öğrenecek ve uzak duracaktır. Bu basit örnekten çıkartılacak sonuç şu olsa gerek: şüphe de bilgi gibi biriken düşünce kristalleridirler.

Düşüncenin oluşum sürecine baktığımızda ki antropologlar bu konuda oldukça veri sunmaktadırlar, soyut düşünce, oluşum evresinde gözlem/deney ile bir birikim sağlamış görünmektedir. İmgesel düşüncenin oluşum süreci ve dil ve ötesinde bunun alfabetik dizinler oluşturularak iletişim aracına dönüşmesi bir hayli zaman almıştır.

Bazı olgular peşin kabul-görmektedirler. Bunun nedeni ise öykülerin kuşaklar-arasında sözlü edebiyat ile aktarılmasıdır. Sözlü edebiyatın küçümsenmesi değildir sözü edilen. Sözlü edebiyat, her zaman zengin ve yaşayan bir anlatı/dil/öykülenme sunar ve fakat bu edebiyat, gün geldiğinde çelişkinin temel etkenlerini görmeyi engelleyerek ayak-bağı oluştururlar. O zaman diyalektik sentezleme ile aşılma gereğini gösterirler; bunu yapmak insan türünün ayırt edici biz özelliği olsa gerek.

Son yüz yıldaki paylaşım savaşlarının insan türüne ve tüm canlı-doğaya verdiği zararlar değerlendirildiğinde, insan türünü diğer türlerden faklı kılan öğenin, Darwin?in belirlediği gibi ahlak ve vicdan olmadığı görülecektir. ?beki, tersinden etiksizlik ve vicdansızlık denilebilirse de , değildir- Farklılığı başka noktalarda aramak gerekecektir. Dikkat edilecek olunursa hiçbir türün ?insan hariç- kendi türünden olanları hunharca katletmedikleri görülecektir. Ruanda örneğinde görüleceği gibi 100 günde 1 Milyon insanın katledilmesi bu farkı çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sırtlan ve bazı diğer çok ender türler dışında seksüel seçmede karşı cinse şiddet/ırza geçme/sarkma/taciz gibi sapmaların olmadığı görülecektir. Ancak toplumsal hayvanın etiğinden dem vuran insan türünün kadın, erkek,yaşlı,genç ayrımı gözetmeksizin kendi türüne/cinsine/karşı-cinsine ve diğer türlere karşı cinsel saldırının her türlü şeklini göstermekten geri kalmadığı da aynı şekilde gözlemlenecektir. Bu sapmanın, doğal yaşamdan sosyal yaşama geçilirken cinsel güdülerin ? ki artık bu güdülerden söz etmek ne denli doğru olacaktır?- baskılanmasına bağlayan psikanalizci düşünceler ile açıklanması ne olanaklı ve ne de gerçekçi olacaktır. İnsanı, diğer türlerden ayıran diyalektik gerçekliği görmek gerekir.

İnsan türü ile diğer türler arasındaki temel fark, onun doğal seçmecilikte neolitik öncesi dönemde küçükten büyüterek günümüze kadar geliştirdiği süper-egosu yatmaktadır. Süper-ego, sahiplenme, güç, iktidar, şiddet olgularını birlikte sürükler ve karşılıklı beslenirler. Üretim aletleri zamanla insanın doğaya karşı kullandığı araçlar olmaktan çıkar, önce çitlere, daha sonra da surlara, top ve tüfeğe dönüşürler. Tüm toplumsal kuralları bir yandan bu şiddeti/çatışmayı bastırmak, denetim altında tutmak için yaratan, uygulayan insan türü, bununla yetinmeyerek, koymuş olduğu kuralları hem kendi lehine düzenlemek ve hem de değiştirmek suretiyle süper-egosuna yenik düşerek kaotik yapısına geri dönme yönelimini göstermektedir. Demek ki evrimleşme süreci yalnızca biyolojik bir değişim/dönüşümün değil, aynı zamanda sosyo/ekonomik/politik bir değişim ve dönüşümün açıklanmasını ifade etmektedir.

Homo Eractus? ların dönüşümünden günümüze yaklaşık 250.000 yıl geçtiği hesaplanmıştır. Daha önceki zaman dilimlerinde ise;

Bundan yaklaşık olarak 4-5 milyon yıl önce yaşadıkları tesbit edilen ve ?Robert Dart?ın 1926 yılında Johannesburg?da bulduğu ve Güney Maymunu anlamına gelen AUSTRALOPİTECUS AFRİCANUS adını verdiği fosil-kafası, maymunla çağımız insanı arasındaki…?(4) kıyaslamaya, sosyalleşmeye, evrimsel sürecin nasıl bir yön çizdiğine dair önemli bilgilerin elde edilmesini sağlamıştır.

Australopitecus Africanus?ların ? beşyüz santimetre küplü beyni ile bu insanımsı yaratığın, 30-20 milyon yıl kadar önceki doğa koşullarının değişmesi sonucu azalmaya başlayan tropikal ormanların dışındaki otluk bölgelerde yaşadığı, 120-150 cm boyunda olduğu, iki ayakları üzerinde rahatça durup yürüyebildiği, yeni başladığı zorlu yaşantı koşullarında salt bedensel yeteneklerinin dışında, savunmak ve avlanmak için geliştirmek, kullanmak zorunda kaldığı bazı aletleri de yapabildiği bilinmektedir? (5) …İnsanlaşma olarak tanımlanan süreçte doğal kaynakların dağılım şekli, elde edilme yöntem ve zorlukları, yeniden üretilmeleri için gereken aletler ve onların tüketilme yöntemlerine göre zaman içerisinde canlı türlerinin fizyo-biyolojik yapılarında değişiklikler olduğu ve insanlaşma sürecinde çenenin küçülüp, kafatasının ve hacimsel olarak beynin büyüdüğü tesbit edilmiştir. ? Aşırı özelleşme, canlının, yetenekleri gereği doğa ile kurabildiği çok yönlü olmayan, tek düze ilişkilerdir. Tek bir tür hayvanın bağırsağında yaşamaya koşullanmış parazitler gibi. Bunlar, birlikte yaşadıkları hayvanı yitirdiklerinde, kendileri de genellikle ortadan kalkarlar. Doğa ile belirli bitki örtüsü ve besi ilişkilerine girmiş yüksek memeliler bile, bu koşulları sürekli bulamadıklarında, evrim zincirinden silinirler. Bu tür özelleşmeler, giderek ancak insan çapında çalışmayı-üretimi-beyni oluşturduktan sonradır ki, evrimi geliştirici bir unsura dönüşebilirler. Bu nitelikteki toplumsallaşma, üretim ve beyin ile, bir yandan kendilerini, değişen dış dünya koşullarına uydururken, bir yandan da doğayı kendilerine göre değiştirmeye çalışırlar. Bu tür bir özelleşme sonucu, doğa ile kurulan diyalog, artık evrimin motoru olur. Örneğin, böyle bir gelişim düzeyindeki insanımsılar, çevredeki besi maddelerinin azalması karşısında, diğer türlerin açlıktan kırıldıkları bir dönemde avcılığa, et oburluğa başlar ve buldukları ateşin yardımı ile de buzulların öldürücü etkisine, karanlığa karşı direnebilirler.?…?Maymunların, otluk alanlara çıkmaya başlaması onları zorunlu olarak gereğinde başka hayvanları yiyerek beslenmeye, avcılığa, et oburluğa doğru itmiştir. Bu ise, proteine kavuşmak, hazır besi ve enerjiyi bolca bulmak demektir. Proteinli besinler, bitkisel olanlara göre çok daha kolay ve kısa süreli çiğnemeyi gerektirdiğinden insanımsılarda ve insanda giderek, daha az ve küçük çiğneme organlarına gereksinim görmüştür. Bu nedenle de, çiğneme organlarının, çenelerin küçülmesi, özelleşmesi saptanır. Hele ateşin bulunup hayvansal ve bitkisel besin maddelerinin pişirilerek yenmeye başlanması ile, çiğneme ve sindirim sisteminin işi iyice azalmış ve de bütün bunların uzantısında beynin evrimi daha da hızlanmıştır.?…? İnsanımsılardaki, iki ayak üzerinde yürüme, çenenin ufalması, hacimli görme, başparmağının gelişimi ve pençenin elleşmesi gibi yapısal işlevsel değişimlerin uzantısındaki en önemli aşama kuşkusuz beyin evrimidir? (6)

Beynin evrimleşme sürecini tamamladığını düşünmemek gerekir. Nasıl ki üretim aletlerinin gelişmesine koşut olarak insan türünün doğanın acımasızlığı karşısında dayanma gücünü artırmış olması ile birlikte her alandaki sevk zincirinin ?giyim,beslenme,korunma, barınma vs- sürekli değişmesi organel yapının bu değişimler ile birlikte sürekli değiştiğini, farklılaştığını da rahatlıkla söylemek mümkündür. Gen ve hormonlar üzerinde sürekli yapılan değişiklikler, tabiri caiz ise oynamalar bir yandan kaynak artırımını gündeme getirseler de besinlerin yeniden üretilmesi için tüketilmeleri zincirinde tüketen tüm canlıların biyo-kimyasal yapılarında zaman içinde kalıtımsal dönüşümler yaratacak şekilde bir değişim ve dönüşümü de birlikte getirdiği gözlemlenmektedir. Doğal kaynakların yüksek ve bitmeyen kar etme düşüncesi ile sürekli ve artan oranda tüketime konu edinmeleri sonuçta doğadan muhteşem bir kopma demektir. İlk zaman dilimlerinde insanımsı türlerin beyin hacimlerinin bu günkü insan türünün beyin hacminden daha düşü bir hacme sahip olması, elin yetkinleşmemiş olması, aletlerin ilkelliği karşısında doğadan yararlanıp türün sürdürülmesi için göstermiş oldukları tüm çabaların biz çağcıllar için göz-ardı edemeyeceğimiz bir tarihsel belleğe katkı olarak değerlendireceğimiz bir olgu olduklarının bilincinde olmamız ve bu olgu ile sadece insan türünün değil tüm doğal türlerin korunmaları için neler yapmamız gerektiği konusunda çözümler üretebilecek olduğumuzun farkında olmamız gerekir. Kültürler, tarih ve doğa bu günlere dek gelişen yapılarımız için biz insan türüne sunmuş olduğu tüm güzelliklere şükran duyarak artık gelişkin beyin hücrelerimiz ile bu şükran ?tabiri caiz ise- borcumuzu ödemeliyiz. Bunun için geç kalınmış olduğunu düşünmek gelecek tüm kuşakların ve tüm doğanın göz-ardı edilmesi demek olacaktır.

Ve yine bilinmektedir ki bu süreç doğal besin kaynaklarının biyo/kimyasal dönüşümleri ile elde edilmektedir. İnsan türünün varlığını sürdürmesi için bu kaynakları tüketmesi kaçınılmazdır. Sorun bir yönüyle bu kaynakların nasıl, ne ölçüde üretim ve tüketiminin sağlanacağı ve bunu yaparken de canlı türlerinin korunmalarını sağlamanın olanaklı olup olmadığıdır. Gelinen aşamadaki üretim aletlerinin gelişkinlik düzeyi mağara insanının düşleyemeyeceği büyüklükte olup, bu günkü insanın mağara insanı gibi düşünmesine de engel teşkil etmektedir. Farklı bir şekilde tanımlamak gerekirse bu günkü insan türü her yönü ile ilkel benlik/ilkel-egosuna göre davranma hakkına sahip değildir/olmamalıdır. Bunun için insan türünün ne düşüncelerindeki sonsuz zenginliği yok etmeleri ne de doğayı tanıma çabasını yok etmesi gerekmemektedir. Düşünme, algılama, yorumlayıp bir takım sonuçlara varma, bu sonuçları bir araya getirerek yeniyi keşfetme ve tüm çabalarının sonuçlarını canlı türün hizmetine sunma canlı-doğaya saygı temelinde yükselmelidir.

İnsan doğanın bir parçasıdır. Ne ondan kopuk ne de ona karşıdır. Doğa da ne insana ne de canlı türüne karşıdır. Doğayı ve evreni algılamaya yönelik insanın çabası bitmemiştir ve bitecek gibi de değildir. Heraklit?in dediği gibi ?akan suda iki kez yıkanılamaz? Değişim, doğanın ve evrenin değişmeyen diyalektik bir oluşudur. İnsanın karşı olabileceği olgu ne olsa gerek?

İnsan türü atom-altı parçacıkların ısı/nem/basınç/enerji/kuvvetlerin etkisinden bağımsız olarak tarihsel belleği ile bilinçli tercihler yapabilme yetisini kazanmıştır. Doğrusu bu yetinin sonlandığını söylemek yanıltıcı olacaktır. Çünkü son yoktur ve olmayacaktır da. Ancak, gelinen aşamada doğal ve toplumsal yabancılaşma olarak tanımlanan insanın hem kendi üretimine hem kendisine hem de toplumsal yapıya yabancılaşması kaçınılmaz olarak var-olma/yaşama değerini olumsuz yönde etkilemeyi sürdürmektedir. Bu şu demektir; önemsendiği sanılan yaşam ? ki, en kutsal/vaz-geçilmez değerlerden sayılıyor- köleleştirilmiş bedenler içerisinde kaldığı sürece bir değer taşımamaktadır. Başka bir deyişle; yaşamak canlı türleri için bir var-olma biçimi ise tüm canlı türleri yaşam hakkına eş-değerde sahiptirler. Canlı türleri arasında yapılacak bir hiyerarşik üstünlük aslında ve bir yönü ile canlı doğadan kopma ve yabancılaşarak tükenmekten başka bir şey değildir.

İnsan türünün el-dil-beyin diyalektiğine bağlı olarak yaşama savaşımında diğer türlerden daha ileri bir düzeyde düşünsel birikim sağlamış olması onun tüm türlere ve canlı-doğaya yabancılaşarak onu ve onunla birlikte kendisini yok etme sefaletine dönüşmemelidir.

Yazan: Nejdet Evren
Nisan, 2010, Batı

Kaynaklar
(1)-İnsanın Türeyişi, Charles Darwin, Onur Yayınları, Beşinci Baskı, Ekim 1985, Öner Ünalan çevirisi, S: 119/122
(2)-Age, S: 128
(3)-Age, S: 131
(4)-Serol Teber, Davranışlarımızın Kökeni, Say yayınları 4.Baskı,1989 Sy:33
(5)-Age, S:33
(6)-Age, S:39-41,47,51,57

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir