Bilinç, insan türünü diğer türlerden ayıran düşünsel bir olgudur. O, doğanın zor koşullarına uyum sağlamayı değil doğayı kendisine uyarlamayı hedefleyen bir birikimdir. Taşı yontarak kesici alet yaptığında bunun sırrını sonraki kuşağa aktarırken kıskanç davranmış ve gözlem/deneylerinin sonucunu başkalarından gizlemiştir. Derken bakırın eridiğini, kalay ile karıştığında daha yetkin olan tunç alaşımını keşfettiğinde ateşin gizemiyle yarattığı imgeleri bir sığınak ve tanrısal bir güce dönüştürmüştür.
Bilinç, insan türünün tüm yaratılarını ve içindeki kendisini yeniden yorumlayarak yaşamına bir anlam yüklemesinin, bir dayanak aramasının bilge-sevgisi dediği felsefesinin yoğrulduğu ortak çamurdur. Bu çamur bilinen hiçbir çamura, toprağı hiçbir toprağa benzemez; çünkü bu, doğada saf olarak bulunmayan bir çamur şeklidir ki, insan yaratısıdır.
İnsan, doğa karşısında kazanmış olduğu bu başarıdan dolayı öykünmekte haklı ve gururludur. Bu kazanımı hoyratça kullanmak eğilimini taşırken her şeyi kendi etrafında döndürme eğilimi taşır. Tüm canlı türlerinin hiyerarşik sıralamasında en üste kendisini koyar. Canlıları insanlar, hayvanlar ve bitkiler diye kategorize eder.
?Bununla birlikte, insanın ve yukarı hayvanların zihinleri arasındaki fark, ne kadar büyük olursa olsun, nitelik değil, kesinlikle nicel bir faktır?. (1) Fetus?un gözleri her şeyi anlatır gibidir; bakmak gerek. ?Her evrimci, beş büyük omurgalı sınıfın, yani memelilerin, kuşların, sürüngenlerin, ikiyaşayışlıların (amphibia) ve balıkların, bir tek ilk-örnekten (prototyp) türediğini kabul eder; çünkü hepsinin, özellikle embiryonal dönem boyunca, ortak yanları pek çoktur. Balıklar sınıfı organlanma bakımından en aşağı durumda bulunduğu ve yeryüzünde öbürlerinden önce belirdiği için, omurgalılar aleminin (kingdom) bütün üyelerinin balığa benzer bir hayvandan türediği sonucuna varabiliriz? (2) Aynı köklerden geliş, insan türünü ne küçültür ne de büyültür; yalnızca, insanı ararken onun doğru değerlendirilmesini sağlar.
Döllenme bir oluşumun ilk halkası olarak bir birlik ve bölünmedir. Bu süreç başladığı andan itibaren kalıtsal bilgiler gen yoluyla zigota işlenerek hayat bulmaya başlar; onun bu aşamadaki işlevselliği ile tam ve sağ doğum aşamasındaki işlevselliği gibi olgunlaştığı dönemdeki işlevselliği farklı olacaktır.
Elbette bir yönüyle insan sonu/bucağı olmayan bir ruh deryasıdır; algılarının neredeyse sınırsızlaştığı düş-seline engel olmak ne mümkün, ne de gerekli olandır. İnsan ruhundaki algılama ve algıladığını dışa vurma biçimleri de insanın hal/durumları ile ilgilidir. İnsanı bulunduğu hal/durumdan ayrı soyut bir olgu olarak ele almak insana ?insan -üstü? bir değer katmaktır ve bu olgu artık insan değildir. ?insana dair, bana yabancı olmayan? ın özünde ben, sen ve o-nun o, sen ve ben olmasıdır. İnsanı bu açıdan yansıyan bir kimlik/değer olarak ele almak olanaklıdır. Ruh ödünç değildir; o, ait olduğu bedenin tamlayanı, insanı diğer türlerden ayıran yanıdır; geri-verilemez ve bedenle bir dönüşür; ruhun temsil ettiği değeri taşıdığı bedenle gerçekleştirmesi, bir yönü ile kendini kendi olarak yaratması durumunda ise o değer hem beden hem onla dönüşen ruhtan öteye yolculuk yapar. Bu yönü ile geleceğe yolculuk mümkündür.
Mükemmel/lik? denilen şey/olgu/fenomen görecelidir; genel-geçer bir tanım yapılamaz. Bilinmeyen bir mükemmelden de söz edilemeyeceğine göre elimizde her canlı ya da olgunun önceden çerçevesi belirlenmiş bir daire/üçgen yada farklı bir çerçevede bulunduğu ve o çerçeveyi tamamlayana kadar değişip/dönüşeceğine dair bir biçim olmak zorundadır. Böyle bir biçim yoksa eğer ?mükemmel? göreceli olmayı sürdürecektir; dolayısı ile mükemmel ile neyi kast-ettiğimize göre bir değerlendirme yapmak durumunda kalacağız. Doğal belirlemecilik/ve seçmecilikte yaşama şansı ve sürdürülebilirliğini gerçekleştirmiş olmak, tüm yer ve zamanlarda kendi içinde bir mükemmellik sayılabilir.
?Böylece, insana pek uzun, ama soylu nitelikte olduğu söylenemeyecek bir soyağacı (pedigree) bağışlamış oluyoruz. Dünya, sık sık söylendiği gibi insanın doğumu için uzun zaman hazırlanmış gibi görünmektedir; ve bu, bir bakıma tam anlamıyla doğrudur; çünkü insan, doğumunu uzun bir atalar dizisine borçludur. Bu zincirdeki halkalardan bir teki varolmasaydı, insan tam bu gün olduğu gibi olamazdı. Gözlerimizi bile bile kapamadıkça, bugünkü bilgimizle, soyumuzu aşağı yukarı tanıyabiliriz; bundan utanç duymamız da gerekmez. En aşağı organizma, ayaklarımızın altındaki inorganik tozdan çok daha yukarı bir şeydir; ve önyargısız hiç kimse, herhangi bir canlı varlığı, o varlık ne kadar aşağı olursa olsun, onun olağanüstü yapılışı ve özellikleri karşısında coşkuya kapılmadan inceleyemez.? (3)
Sonuç olarak; tüm canlılar, yıldızlardaki nükleer patlamalar sonucunda açığa çıkan karbon elementinin ısı, nem, basınç, çekme ve itme kuvvetleri vb. etkileşimlerinden ve çok uzun bir süreçten sonra; evrenin soğumaya başlaması ve ağır elementlerin gezegenlere vücut vermesi ile Dünya denilen iş bu Yer-yüzü-cenneti?nde hayat buldular; ne ki, bu ayrıcalık yalnızca Dünyalılara ilişkin/ait olmayabilir? Ve belki de başka bir çok Dünyalarda bir çok canlı türü yaşamaktadır, neden olmasın?! Öyle ise, hiçbir canlı türü ?özünde- ne zararlı ne de yararlı değildir; bu bağlamda, tüm türler, yaşam iç-güdüsü ile devinmektedirler. Onları yararlı ya da zararlı durumuna getiren ise, seçebiliyorlarsa eğer, seçtikleri yaşam biçimleridir.
Her canlı ayrı bir Dünya,
Her insan ayrı bir Dünyadır!
Yazan: Nejdet Evren
25 Nisan 2010, Batı
KAYNAK:
(1) İnsanın Türeyişi, Charles Darwin, Onur Yayınları, Beşinci Baskı, Ekim 1985, Öner Ünalan çevirisi, S: 148
(2) Age, S: 184
(3) Age, S: 193