Çoğunlukla sanılanın aksine Karl Marx, sosyalizm ya da komünizmin, proletarya ya da onun diktatörlüğünün, burjuvazi ya da kapitalizmin, üretici güçler ya da tarihte ekonominin rolünün kaşifi değildi. Kendisini bu kavramların tek etkin kaşifi olarak tanımlayıp tanıtanların cehaletlerini yüzlerine vurmakla kötü şöhretine neler kattı bilinemez ancak kendisi hakkındaki cehaletin en sağlam kanıt işlevi görüyor olması hali hazırda kanıksanmış bir durum olduğuna göre, cehaletle mücadelesinde yenik düşmüş sayılmalıdır. Bu noktadan itibaren ?yapıcı? olmayı seçelim ve Konfüçyus?ün öğüdüne uyarak, sövmek yerine bir mum yakmayı deneyelim.
Gerçi bir mum yakmadan önce genellikle bir başka şeyi tutuşturmak gerekir ve aslında aydınlanma daha o anda başlar. Bizim konumuzda da aydınlanma daha ilk adımda başlayacaktır. Çünkü eğer Marx?ın özgün bir buluşu olarak marksizm diye bir şey varsa bunun neyden ibaret olduğu nispeten kısa bir metinde bizzat kaşifi tarafından derli toplu ve belirgin bir biçimde formüle edilmiştir. Bu metin, Marx?ın belki de en çok alıntılanmış , üzerinde tartışmaların hala sürdüğü, daha önce betimlemeye çalıştığımız Marksizm içindeki ayrılıkların çevresinde dönüp durdukları, en tanıdık formülasyonudur. Ancak Hegel?in de belirttiği gibi,? tanıdık olan bu nedenle bilinen değildir; ve tanıdık olanla uğraşmak zorunda olmak giderek dayançsızlık bile yaratabilir.? Öyleyse dikkatle okuyup sabırla takip ediniz!
«Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. Bu üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder. Bu gibi altüst oluşların incelenmesinde, daima, iktisadi üretim koşullarının maddi altüst oluşu ile ki, bu, bilimsel bakımdan kesin olarak saptanabilir hukuki, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimleri, kısaca, insanların bu çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik şekilleri ayırdetmek gerekir. Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir. İçerebildiği bütün üretici güçler gelişmeden önce, bir toplumsal oluşum asla yok olmaz; yeni ve daha yüksek üretim ilişkileri, bu ilişkilerin maddi varlık koşulları, eski toplumun bağrında çiçek açmadan, asla gelip yerlerini almazlar. Onun içindir ki, insanlık kendi önüne, ancak çözüme bağlayabileceği sorunları koyar. Çünkü yakından bakıldığında, her zaman görülecektir ki, sorunun kendisi, ancak onu çözüme bağlayacak olan maddi koşulların mevcut olduğu ya da gelişmekte bulunduğu yerde ortaya çıkar. Geniş çizgileriyle, asya üretim tarzı, antikçağ, feodal ve modern burjuva üretim tarzları, toplumsal-ekonomik şekillenmenin ileriye doğru gelişen çağları olarak nitelendirilebilirler. Burjuva üretim ilişkileri, toplumsal üretim sürecinin en son uzlaşmaz karşıtlıktaki biçimidir, bireysel bir karşıtlık anlamında değil, bireylerin toplumsal varlık koşullarından doğan bir karşıtlık anlamında; bununla birlikte burjuva toplumunun bağrında gelişen üretici güçler, aynı zamanda, bu karşıtlığı çözüme bağlayacak olan maddi koşulları yaratırlar. Demek ki, bu toplumsal oluşum ile, insan toplumunun tarih öncesi sona ermiş olur.»
İşte, şimdilerde çoğu marksistin şurasını burasını beğenmedikleri, en iyimser savunucularının bile ?özgünlüğü aynı zamanda en sorunlu yönüdür?1 diyerek takdim ettikleri ve hatta en ?gelişkin? olanlarının tümden reddettikleri, ama baştan sona Marx?ın eserinin tümüne sinmiş olan, deyim yerindeyse ?klasik Marksizmin amentüsü? budur. Marx?ın kendi anlatımına göre çok erken bir tarihte, daha Brüksel sürgünü sırasında Ulaşmış olduğu ve bir kez ulaşıldıktan sonra incelemelerine kılavuzluk etmiş olan genel sonuç, ulaşılmasının ardından geçen 14 senenin siyasal ve yazınsal tecrübelerinin sınamasından geçtikten sonra, Marx gibi bilimsel titizliği şüphe götürmez biri tarafından, ?Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı [1859]? adlı eserinin ünlü ?Önsöz?ünde işte böyle formüle edilmiş ve sonrasında ne kendisi ne de en yakın çalışma arkadaşı Engels tarafından düzeltilmeye gerek duyulmuştu. Hatta Engels düzeltmek bir yana, eşsiz dostunun mezarı başında bu keşfi, ?insan toplumunun gelişme yasası? olarak tanımlamış ve Darwin?in biyolojide keşfettiğine eş görülmesi gerektiğini belirtmiş, kendi krematoryumuna yaklaşmakta olduğu yıllarda ise mektuplarında bıkıp usanmadan bu temel yasayı açıklayıp savunmakla uğraşmıştı. Öyleyse bu formülasyonu, marksizmin temeli, belirtisi ve ölçüsü saymakla tutarsız bir tutum takınmış sayılamayız.
Bu formülasyonda her şeyin üzerine kurulu olduğu üç kavram öne çıkar: Üretim, üretici güçler ve üretim ilişkileri. Daha önceki incelememizden biliyoruz ki, kavramlar hakkında bir görüş açıklığına varmadan sosyal realiteye ilişkin yasaları doğru bir biçimde değerlendiremeyiz. Ve yine daha önceden ?bilgi ağacının gölgesinde? teorik bir çile doldurmak durumunda olduğumuz konusunda da okuru uyarmıştık. Burada gereksiz bir uzunluk ve ayrıntı tercihi yapmamızın nedeni, çok açık olması gereken konuların fazlasıyla karmakarışık edilme eğiliminde olmasıdır. Öte yandan yukarıda aktarılan ve yine bilindikliği ve uzunluğu nedeniyle okurun belki de yadırgadığı pasaj, marksizmin açıklayıcı gücünü içeren, ama buna rağmen üzeri çarpıtmalar, karalamalar ve yok saymalarla tozlandığından tekrar gün ışığına çıkartılması gerekilen temelidir. Belki de bu pasajın uyarıcı niteliğini kaybetmediğini göstermenin en kısa yolu şudur: ?Nasıl ki, bir kimse hakkında, kendisi için taşıdığı fikre dayanılarak bir hüküm verilmezse, böyle bir altüst oluş dönemi hakkında da, bu dönemin kendi kendini değerlendirmesi gözönünde tutularak, bir hükme varılamaz; tam tersine, bu değerlendirmeleri maddi hayatın çelişkileriyle, toplumsal üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki çatışmayla açıklamak gerekir.? Oysa ki Bolşevik devrimi ve Sovyetlerde sosyalizmin kuruluşu söz konusu olunca bunlar unutuluverir ve tüm dönem, dönemin kahramanlarının ideolojik bakışından, kendilerini ve rakiplerini ele alışlarındaki kişisel tondan ayrı olarak maddi hayatın çelişkileri ile ele alınamaz. Ve bunların ele alınabilmesinden önce marksizmin temel önermelerinin terk edildikleri yerden kaldırılmaları, temizlenip işler kılınmaları ve birer mitolojik tekerleme olmaktan çıkartılmaları gerekir.
ÜRETİM KAVRAMI
Marx, üretim kavramını günlük hayatta alıştığımız, sadece nesnelerin üretimi şeklinde düşünmez. Onu, insanın doğa ve diğer insanlarla ve toplumla ilişkilerindeki süreçlerin bütünü ve bu ilişkilerin yeniden üretimi olarak kavramlaştırır. Örneğin, kadın ve erkek arasındaki cinsel ilişkiye insanın üretimi olarak yaklaşır. Aynı biçimde çocukların yetiştirilip büyütülmesi de türün yeniden üretiminin bir parçasıdır. Sağlık, dinlenme gibi iktisatçıların hizmet sektörü olarak adlandırıp endüstri dışında gördükleri alanları da, en az gıda, barınak ve giyim sektörleri kadar insanın yeniden üretiminin bir kolu ve dolayısıyla bir üretim ve başlı başına sanayi kabul eder. Bununla da kalmaz, sanat, edebiyat ve din de birer tinsel üretim alanıdır ve insanın üretiminin ve yeniden üretiminin bir parçasıdır. Örneğin onun suç ve suçlu?ya üretim bağlamında yaklaşımına bir bakın:
?Suçlu yalnızca suç üretmez, aynı zamanda ceza hukuku üretir ve bununla birlikte ceza hukuku dersleri veren profesörü üretir; buna ek olarak aynı profesör, kaçınılmaz olarak derslerini içeren yapıtını genel piyasaya “meta” olarak sürer. .. Suçlu ayrıca bütün bir polis örgütünü ve hukuk yargılama kurumunu, polis komiserini, yargıçları, cellatları, jürileri, vb. üretir; ve birçok toplumsal iş-bölümü kategorileri yaratan tüm bu farklı iş kolları, farklı insan ruhu kapasiteleri geliştirir, onları tatmin edecek yeni yollar, yeni gereksinimler yaratır. Yalnızca işkence, dahiyane mekanik icatlara neden olmuş ve işkence aletlerinin yapımında birçok saygın usta çalıştırılmıştır. Suçlu duruma göre, bir ölçüde moral, bir ölçüde trajik bir izlenim üretir ve kamunun moral ve estetik duygularını harekete geçirerek bu yolda bir “hizmet” görür. Suçlu .. sanat yapıtları, yazınsal ürünler, öyküler ve yalnızca Müllner’in Schuld’u, Schiller’in Rauber’i değil, ama [Sofokles’in] Oedipus’unun ve [Shakespeare’in] Üçüncü Richard’ının gösterdiği gibi trajediler de üretir. Suçlu, burjuva yaşamın alışılmış güvenliğini ve tekdüzeliğini de bozar. Böylece o yaşamı durağanlıktan uzak tutar ve onsuz, rekabet mahmuzlarının bile köreleceği huzursuz bir gerginliğe ve hep tetikte olma çevikliğine neden olur. Böylece üretken güçleri de teşvik eder. Suç gerçi fazla nüfusun bir bölümünü emek piyasasından çekip alarak emekçiler arasındaki rekabeti azaltırsa da .. suçla savaşım, bu nüfusun bir başka bölümünü emer. .. Suçlunun üretken gücün gelişimi üzerindeki etkileri ayrıntılı olarak gösterilebilir. Hırsızlar olmasaydı, kilitler bugünkü yetkin düzeyine ulaşır mıydı? Kalpazanlar olmasaydı banknotlar şimdiki yetkinliğine varır mıydı? .. Pratik kimya, dürüst üretim çabalarına olduğu kadar, metalara hile karıştırılmasına da borçlu değil mi? .. Ve özel suç alanını bir yana bırakırsanız, ulusal suç olmasaydı, dünya pazarı acaba varlık kazanır mıydı? işin aslında acaba uluslar doğar mıydı??2
Yani, Marx üretim dediği zaman, bu, edindiğimiz alışkanlıklarımız gerği şekillenmiş kısır anlayışımıza sığmayacak ölçüde, terimin tüm kapsamı ile en geniş bir biçimde düşünülmelidir. Hatta öyle ki, üretimin dışında ve ona karşıt olarak koymak alışkanlığında olduğumuz tüketim kavramı bile üretimin kapsamına girer, daha doğrusu bu ikisi birbirinin dışında düşünülemez. Anlatımını üstada bırakalım:
?bir yandan, üreterek yeteneklerini geliştiren birey, .. bu yeteneklerini harcar, üretim eylemi içinde bunları tüketir. İkinci olarak: kullanılan üretim araçları da tüketilmektedir .. Demek ki, üretim eyleminin kendisi de, bütün uğraklarında, aynı zamanda, bir tüketim eylemidir de. .. tüketim de, aynı biçimde, dolayımsız üretimdir. .. örneğin tüketimin özel bir biçimi olan beslenmede, insan, kendi vücudunu üretir. Ama bu, şu ya da bu tarzda, herhangi bir yandan insanın üretimine katkıda bulunan bütün öteki tür tüketimler için de doğrudur. .. Üretim olmadan tüketim olmaz. Ama tüketim olmadan da üretim olmaz, çünkü o zaman üretim amaçsız olur. .. gereksinim olmadan üretim de olmaz. Ama tüketim, gereksinimi yeniden-üretir. .. Üretim ise, buna karşılık düşen bir biçimde, .. 1. Tüketime, maddesini, nesnesini sağlar. ..demek ki, bu bakımdan üretim, tüketimi yaratır, üretir. .. 2. Ama üretimin tüketime sağladığı, yalnızca nesne değildir. O, tüketime, belirlenmişliğini, karakterini, sonunu da sağlar. .. Üretimin ürettiği şey, yalnızca tüketimin nesnesi değildir, aynı zamanda, tüketim tarzıdır da, ve bu da yalnızca nesnel değil, aynı zamanda öznel tarzda yapılmaktadır. Demek ki, üretim tüketiciyi yaratır. .. 3. Üretim, gereksinime yalnızca maddi bir nesne sağlamakla kalmaz, maddi nesneye de, bir gereksinim sağlar. Sanat nesnesi ?herhangi bir başka ürün gibi? sanattan anlayabilen ve güzelliğin zevkini duyan bir topluluk yaratır. Demek ki, üretim, yalnızca, özne için bir nesne yaratmakla yetinmez (aynı zamanda, nesne için bir özne de yaratır. .. Üretim demek ki, tüketimin nesnesini, tüketim tarzını, tüketim güdüsünü yaratmaktadır. Aynı biçimde, tüketim, üretimin amacını belirleyici bir gereksinim biçiminde olmasını sağlayarak üreticinin yeteneğini kışkırtır.?3
Burada, geçerken, Marx?ın sadece üretim kavramını değil, anlatımında yer alan her kavramı, çok yönlü, içine yerleştirildiği yapıda aldığı yere göre esneklik gösteren ve ancak ilişkide bulunduğu diğer kavramlar ile birlikte anlamlandırılabilecek biçimde kullanan bir düşünür olduğuna dikkat çekmek isteriz. Vilfred Pareto, bu duruma, “Marx?ın sözcükleri yarasalar gibi. Bir bakıyorsun fareye bir bakıyorsun kuşa benziyor.”4 diye şaşırtıcılığını vurgulayarak işaret etmişti.
ÜRETİCİ GÜÇLER VE ÜRETİM İLİŞKİLERİ
Üretici güçler kavramı, genel LİTERATÜRDEN ödünç alınmış; (Marx ve Engels?in yazılarında ilk kez Engels?in ünlü ?deneme?sinde birden çok kez kullanıldığı görülür), özellikle tanımlamadığı ancak kullandığı bağlam ile kendisine özgü kıldığı bir terimdir.
?Üretim sürecinin öznel ve nesnel etkenleri olan insan, üretim araçları, üretim teknolojisi, üretim organizasyonu ve üretime uygulanan bilim hep birlikte, maddi üretim güçlerini oluştururlar. Üretim güçleri, toplumun doğa üzerindeki değiştirici etkinliğinin araçlarıdır ve bunların gelişme düzeyi insanın doğa üzerindeki egemenliğinin derecesini belirler. .. En başta gelen üretim gücü, yaratıcı yetenekleri, bilgi ve deneyim birikimiyle insandır, emekçidir. Mekanizasyon ve otomasyon ne derece ilerlemiş olursa olsun, hiçbir üretim süreci insansız yürümez. Bütün karmaşıklığı içinde, üretim sürecinde belirleyici öğe daima İnsandır, emekçidir.?5 Demek ki üretici güçler terimi, insanların üretim etkinliği sırasında kullandıkları (kendi bedeni ve zihni de dahil) tüm araç ve yöntemleri kapsar.
İnsanlar, ?ancak belirli bir biçimde işbirliği yaparak ve etkinliklerini karşılıklı olarak değiş-tokuş ederek üretimde bulunurlar. Üretmek için birbirleriyle belirli bağlantılar ve ilişkiler içine girerler, ve ancak bu toplumsal bağlantı ve ilişki sınırları içindedir ki, doğa üzerinde etkili olur, üretimde bulunurlar. Üreticilerin kendi aralarındaki bu toplumsal ilişkiler, etkinliklerini değiş-tokuş etme ve tüm üretim eylemine katılma koşulları, üretim araçlarının niteliklerine göre, doğal olarak farklı olacaktır. Yeni bir savaş aletinin, ateşli silahın icadı ile ordunun tüm örgütlenmesi zorunlu olarak değişmiştir; bireylerin bir ordu oluşturabilme ve bir ordu olarak davranabilme ilişkileri değişik bir biçim almış ve farklı orduların birbirleriyle olan ilişkileri de değişmiştir. Demek ki, insanların, içinde üretimde bulundukları toplumsal ilişkiler, toplumsal üretim ilişkileri, maddi üretim araçlarındaki, üretici güçlerdeki değişme ve gelişme ile birlikte değişir, değişik bir biçim alır.?6 İnsanlar toplum halinde üretim yaptıkları sürece, kendi aralarında ürün, araç, bilgi alışverişinde bulunmak ve belli bir organizasyon içinde olmak durumundadırlar. Bu sırada kendi aralarında kurdukları ilişkilerin tümüne birden üretim ilişkileri denir ve bu ilişkilerin niteliği, üzerinde çalışılan hammadde, kullanılan araç, üretilmesi hedeflenen ürün ve bu faaliyeti yürüten emekçinin beceri ve birikiminin niteliğine bağlıdır.
Öyleyse, üretici güçler, insanların kendi yaşamlarını yeniden üretme faaliyetleri sırasında kullandıkları her çeşitten nesnel ve öznel imkanların bütünü iken, üretim ilişkileri de bu imkanlardan yararlanırken insanların birbirleriyle kurdukları ilişkilerin bütünüdür. Demek ki, bu iki kavram bir ve aynı insan faaliyetinin, doğa ve toplum ile sürdürülen maddi ve zihinsel alışverişin iki yönü, dolayısıyla da birbirinin dışında olmayan, birbirine bağlı ve birbirini tamamlayan, öyleyse az ya da çok bir denklik kurması gereken iki öğesidir. Ancak üretici güçlerin üretim ilişkilerinin temeli olduğu da tartışma götürmez, çünkü bir ilişkinin sadece var olup olmayacağının değil, bu ilişkinin nasıl bir ilişki olacağının da söz konusu olabilmesi aralarında ilişki kurulacak şeylere ve onların özelliklerine bağlıdır. Seyircisiz, enstrümansız, sanatçısız, mekansız ve ürünsüz (yani hiçbir eser seslendirmeden) herhangi bir konser organize etmek, bu unsurları ilişkiye sokmak mümkün olmadığı gibi, bu konserin ne konseri ve nasıl bir konser olduğunu da belirleyecek olan tam da yukarıda saydığımız konserin vazgeçilmez öğeleri ya da Marx gibi söylersek konser üreten güçlerin niteliği olacaktır.
Tam da bu iki temel kavramın içten ve kopmaz bir bağı olduğunu anladığımız şu anda, Marx?ın gerçekten ne ölçüde tarihsel determinist olduğunu bu kavramsal bağlantı ile ilişkisi içinde araştıran Terry Eagleton?a kulak verebiliriz. ?Eğer çalışmalarında üretim güçlerinin belirli sosyal ilişkileri doğurduğu fikrinden başka bir şey olmasaydı, cevap açık olacaktı. Bu, tam bir determinizm anlamına gelirdi ve böylesi bir durumda günümüz Marksistlerinden çok azı bunu kabul etmeye hazır olurdu.?7 Neden sonuç ilişkisinden çok, eşyanın tabiatı gereği olan bir durumu, determinizm diye adlandırmakla Eagleton, üretici güçler ve sosyal ilişkileri birbirinin dışında iki ayrı nesne gibi kavradığını ve bu kavrayışı günümüz Marksistlerinin çoğuyla paylaştığını bize söylemiş oluyor. Ayrıca Marx?ın bu kaba determinizmini ?Bu görüşe göre kendi tarihlerini insanlar değil, kendine mahsus tuhaf fetişist bir yaşamı olan üretim güçleri yapmaktadır.?7 Diye gülünçleştirerek mahkum ediyor. Eğer üretim güçlerinin belirli sosyal ilişkileri doğurması, kendi tarihlerini yapanın insanlar değil de bu tarihi yapanın kendine mahsus tuhaf fetişist bir yaşamı olan üretim güçleri olması şeklinde anlaşılıyorsa, bu anlayışın biçimsel tutarlılığını koruyabilmesi için insanın emekçi olarak üretim güçlerinden biri olmaması gerekir. Ancak o zaman, kendine mahsus tuhaf fetişist bir yaşamı olan üretim güçleri insan olmayan şeyler olarak insanlık tarihini yapmak acayipliğini gösterebilirler. Burada tek acayip olan şey, şu sadece şeylerden ibaret olan üretici güçleri insanın hiçbir üretken güç göstermeden kullanabilmesi ve kullanırken de onların özelliklerinden hiç etkilenmeden, yani marangoz, balıkçı, aşçı, şoför, trafik polisi, kuyumcu, beyin cerrahı ya da borsa simsarı veya para babası haline gelmeden bu işleri yapabilmesi değil, ama günümüz Marksistlerinin çoğunun bu basit kavrayışı gösteremeyecek denli ahmak olabilmesidir.
Öte yandan bu ahmaklık, kendisine, tarihte erdemli bir aklanma bahanesi arar. ?Tarihsel determinizm, siyasi hareketsizliğin reçetesidir. Yirminci yüzyılda komünist hareketin faşizmle mücadelesindeki başarısızlığında bu düşünce önemli bir rol oynamış; ve bizi bir süre faşizmin, yok olmakta olan kapitalizmin ölüm hırıltısı olduğuna inandırmaya çalışmıştır.?8 Demek ki, Marx?ın tarih anlayışını bilgiçce bir determinizm anlayışı ile yorumlamış ve buna göre faşizmin kapitalizmin ölüm hırıltısı olduğuna tam bir bilimsellikle iman etmiş olan komünist hareket, bu ciğeri beş para etmez, her yerinden pislik akan ihtiyarın boğazını sıkacak yerde onu ölümü ile başbaşa bırakmış ama son bulan yalnızca hırıltılar olmuş, bir ayağı çukurda olması gereken ihtiyarın ergen davranışları sergilediği gözlenmiş ve böylece de determinizmin tarihsel bir deneyle yanlışlığı kanıtlanmıştır! Buna göre, tarih görüşümüzden her türden determinizmi temizlemek, mantık bakımından değilse de siyasal eylemlilik için zorunludur. Yani geçmişte bir takım ahmaklar tarihi yanlış yorumladılar ve bu yoruma Marx?ı alet ettiler diye ahmaklıktan değil ama bilimden vazgeçmeliyiz! Ben ahmak diyorum, ama siz, örneğin suyun kaldırma kuvveti olduğuna göre kimsenin suda boğulamayacağını söyleyen birine karşı, onun yanlış düşündüğünü, birileri suda boğulmuş olduğuna göre suyun kaldırma kuvveti olduğu yanılgısını bir kenara bırakmak gerektiğini söyleyen, bu iki birbirinden güzide düşün insanına ne derdiniz?
Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki bağlantının varlığına karşı değilse de bu bağlantının biçimine karşı bir itiraz daha vardır, ki bunu ele almadan geçemeyiz. Bu itiraz, bir yandan ?Üretim güçlerinin gelişiminde her aşama, bir dizi olası sosyal ilişkinin yolunu açmayı zorlar ve gerçekte her hangi bir dizi üretim ilişkisinin ortaya çıkacağının garantisi yoktur.?9 tespitini yaparken, öte yandan da, ?Aynı tür sosyal ilişkiler değişik tür üretim güçlerinin gelişimini teşvik edebilir.?9 diyerek aynı şeyi tersten de söylemiş olur. Yani, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki üretici güç bir dizi üretim ilişkisi ortaya koyabilir ve tersine, belirli bir üretim ilişkisi bir dizi üretken gücü geliştirebilir ve bunlardan hangisinin ortaya çıkacağının garantisi yoktur. Bu itirazın esası, belirli bir nedenin birden çok sonucu olabileceği gibi son derece doğru bir önermeye dayanır. İtirazdaki sorunlu taraf, doğru bir mantığa yaslanması değil ama bu mantığın tamamen yersiz kullanılmasıdır. Sizi geri dönmek zahmetinden kurtarmak adına, şu an bizim için gereksiz olan yerlerini de bir kenara bırakarak tekrarlayalım: ?Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında, .. belirli ilişkiler kurarlar; bu üretim ilişkileri, onların maddi üretici güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eder. .. Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine .. ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler.? Marx?ın formülasyonunda hiçbir tekil ifade bulunmuyor. Öyleyse, tekil bir etkenin çoğul sonuçlarından bahseden itiraz, Marx?ın formülasyonunun, kapsadığı bir anlamı barındırmadığını söylerken saçma bir çelişkiye düşmektedir.
Ancak, el çabukluğu ile göz yanılgısı, laf ebeliği ile mantık kargaşası çıkartma görüntüsünü bir kenara bırakırsak, bu itirazın dışa vurmayı tam da beceremediği meramı, üretici güçler ile üretim ilişkileri ve tersine üretim ilişkileri ilye üretici güçler arasındaki bağıntıda anlamlı, tespit edilebilir bir düzenlilik olmayacağıdır. Çünkü, itiraz aynı zamanda, belirli bir etkenin olası sonuçlarından hangisinin oluşacağının garantisinin olmadığından söz eder. Bu tıpkı, Bağdat?ın herhangi bir Pazar yerinde patlatılan bir bomba, kalabalığın içerisinde yer alan bireylerin herhangi bir olası dizisini öldürebilir veya yaralayabilir, bunun hiçbir garantisi yoktur, demek gibidir. Bombanın cinsi, konulduğu yer, patlatıldığı an, pazarda bulunanların kimler olduğu ve neden o kimseler olduğu, fizik durumları ve tam da o andaki konumları gibi, birbiri bakımından binlerce rastlantısal durum sözkonusudur. Ama bu gerçekten hareket ederek, ölenler ile bomba arasında bir ilişki bulunsa bile bunun, anlamlı ve belirli bir ilişki olduğunu reddetmek kimsenin aklından bile geçmez. Ama söz konusu olan Marx?ın tarih kuramı ise, onun saçma sapan determinizmini tekme tokat kapı dışarı edebilmek için her fırsat ganimet bilinir, öyle ki, sağduyu bile susuverir. Artık zihinsel körlük ile yalan ve uydurma merakı el ele verir, en belirgin şeyler görmezden gelinebilir.
İNSAN TOPLUMUNUN GELİŞİM YASASI
Temel kavramlarımızı bir ölçüde de olsa netleştirdiğimize göre şimdi bunlar arasındaki ilişkiye geçebiliriz.
?üretim ilişkilerinin tümü, toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukuki ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur.? Öyleyse, üretici güçlerle karşılıklı ilişki içinde bulunan üretim ilişkileri, belli bir hukuk ve siyaset tarzının gerçek temelidir. Bunlar bu temel üzerinde ayakta durur ve biçimlenirler. Hukuk, üretim eylemi sırasında ilişkide bulunan kimselerin bireysel ve topluluk olarak hak ve sınırlarını karşılıklı olarak belirledikleri , bunları sözel ve geleneksel ya da yazılı olarak sabitledikleri kurum iken, siyaset, mevcut hukuk kurumu yardımıyla sabitlenmiş karşılıklı üstünlük ve çıkarları, gerek kendi aralarında geçici ittifaklar gerekse de zor kullanma yoluyla korumaya ve diğerleri aleyhine genişletmeye aracılık eden kurum olarak uzmanlaşır. Demek ki, toplumsal yaşamın yeniden üretiminde farklı görevler alan insanlar, ortak veya ayrı çıkarlara sahip oldukları diğer üreticilerle kurdukları ortaklık ya da karşıtlıkları, sözkonusu çıkar ve konumlarını koruyup geliştirebilmek bakımından, hukuksal alanda dondurup siyaseten savunur, çeşitli bilinç biçimleriyle de anlamlandırırlar.
Üstyapının varlık nedeni ve iktisadi temelden başlayarak meydana gelme biçimi bu ikisi arasındaki ilişkinin özelliklerini çıkarsamamıza imkan verir.
Üstyapısal kurumlar, doğanın sürekli yok edici tehdidi altındaki insanlığın adımlarını çok temkinli atıp doğayla kurduğu ilişkide denenmiş ve alışılmış olana bağlılığını çok zor değiştirmesine benzer bir biçimde, toplumsal tutuculuk kurumları gibidirler. Atalet, dolayısıyla iktisadi temele karşı görece duyarsızlık onun doğasıdır. Öte yandan şunu da belirtmek önemlidir ki, tıpkı üretim ilişkilerinin üretken güçleri kullanan insanların kendi aralarında kurdukları ilişkiler olması ve tam da bu nedenle onlar üzerinde etkinlik gösterme imkanı bulabilmesi gibi, hukuksal ve siyasal ilişkiler de ortak çıkarlar etrafında örgütlenmiş üretici topluluklarının birbirleriyle ilişkileri olmakla insanlar ve onların yaptıkları üzerinde de etkinliğe sahip olmalıdır. Demek ki, üstyapı, iktisadi temele, sonsuz çeşitlilik ve farklı çapraşıklıkta ilişkilerin birbirine dolaşmış ve karmakarışık örgüsünden geçerek bağlanmış, hem iktisadi temel tarafından esnek bir ilişkiyle biçimlendirilmiş, hem de iktisadi temel üzerinde görece etkili, ama gerçek doğası onun karşısındaki ataleti olan bir yapıdır.
İşte tam da üstyapının bu duyarsızlığı nedeniyle, insanın doğayla mücadelesinde ve toplumsal yaşantısında kazandığı her ufak başarı, ele geçirdiği her küçük mevzi yada edindiği her beceri, insanların yaşamını kolaylaştırıp geliştirmekle pratik yararlarını hemen gösterse ve artık vazgeçilmez duruma gelse bile hukuksal alanda hemen ifadesini bulamaz, Bu yeni üretim ilişkileri çeşitlenip çoğaldıkça ve böylece toplumsal yapıda ağırlık kazandıkça, insanın kendisini anlamlandırma işlevini gösteren çeşitli üstyapısal kurumlarda, örneğin,İlk önce sanat, edebiyat, felsefe konuları olarak yankı bulabilirler. Bu yeni üretim ilişkileri, çoğalıp biriktikçe, ne kadar da çeşitli ve birbirine benzemez yönler taşırlarsa taşısınlar, ortak çıkarlarını ve amaçlarını yansıtan fikir ve idealler çevresinde gruplaşıp birleşerek ve birleşebildikleri ölçüde de siyasal güç odakları haline gelebilirler. Ve eğer, o güne dek örgütlü toplumsal siyaset gücünü elinde tutan, kendilerinden önceki çıkar ortaklıklarının karşısına onlardan ayrı bir siyasal güç olarak dikilecek kadar güçlenme imkanı bulurlarsa (ki bu toplumsal yeniden üretimde tuttukları ağırlıkla az ya da çok örtüşecektir), böylece bir siyasal savaşım dönemi başlayacaktır. Bu savaşım, çatışan tarafların güç ilişkisine göre uzun ya da kısa zamanda tam ya da eksikli ve belki de genel bir çöküş ile bir sonuca ulaşacaktır.
Artık şu ?insan toplumunun gelişme yasası? denilen şeyi genişletilmiş bir anlatımla ve anahatlarıyla sergilediğimize göre, herkesin kafasına takılıp da işin içinden çıkmakta zorlandığı sorunlara yönelebiliriz. Ancak okurun sabrını değilse de gözlerini daha fazla yormamak adına sıkıcı ve uzun alıntılarla doldurmak durumunda kaldığımız bu yazıya son vererek, konunun devamını bir sonraki yazımıza bırakıyoruz.
DİPNOTLAR
(1) Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı?, Yordam Kitap, Mayıs 2011, s.53
(2) Karl Marx, Artı-Değer Teorileri 1. Kitap, Sol Yayınları, Kasım 1998, s.363-364
(3) Karl Marx, Grundrisse 1. Kitap, Sol yayınları, Kasım 1999, s.28-30
(4) Diyalektiğin Dansı, Bertell Olman, Yordam Kitap, Mart 2008, s.20
(5) Alaattin Bilgi, Marx Engels Ekonomi-Politik Sözlüğü, Yurt kitap Yayın, 1992, s.215-216
(6) K. Marx ve F. Engels, Seçme Yapıtlar I, Sol Yayınları, Aralık 1976, s.195
(7) Terry Eagleton, agy, s.65
(8) Agy, s.63
(9) Agy, s.59