Daha çok Ortaçağ Avrupası, kediler ve veba özelinde akla gelse de, tarihin belli dönemlerinde kedi ve köpekler başta olmak üzere birçok hayvan katliamı oldu ve bu katliamlar insan-hayvan ilişkisinin ne derece katılaşabileceğini gösterdi.
Ömer Obuz, Osmanlı’dan Erken Cumhuriyet’e Hayvan Katliamları ve Himaye: Kediler, Köpekler, Kargalar adlı kitabında, II. Mahmud döneminden erken Cumhuriyet dönemine kadar ele aldığı süreçte, “arıza” olarak görülerek medeniliğe aykırı olduğu gerekçesiyle damgalanıp bir imha politikasına tâbi tutulan kedi, köpek ve kargaların izini sürüyor. Bu izi sürerken, esasen hayvanların Osmanlı toplumunun daha önceki dönemlerinde ne kadar değerli kabul edilip himaye edildiklerine de eğiliyor.
Osmanlı-erken Cumhuriyet tarihyazımında göz ardı edilen hayvanların akıbetine ve dönemin iktidarlarının yönetim tarzı ve bunun halk nezdinde nasıl karşılık bulduğuna dair değerli bir kitap…
“(…) sokak hayvanları, âdeta medenileşmenin önünde temel bir engel olarak görülerek mutlak bir sorun haline getirildiler. Yıllar yılı mesele öyle harlandı, öyle gerekçeler inşa edildi ki köpeklerin, kargaların ve kedilerin yaşamları, insanlığın elinde denge ve merhametin yok olduğu bir cehenneme döndü.”
ÖMER OBUZ
KİTAPTAN OKUMA PARÇASI
KENAR NOTU
Acaba insanoğlu yeryüzünde ilk kez hangi hayvan(lar)la
karşılaşmıştı? Ama bundan önemlisi bu karşılaşmada taraflar ne yapmışlar, ne hissetmişlerdi? Hemen söylemeliyim ki bunu bilme şansımız yok; dolayısıyla sorunun mutlak bir yanıtı da. Ancak doğrusunu isterseniz bu soruyla ilgili asıl beklentim, yaşantılarımız üzerinden bir dakika bile olsa hayvanlarla karşılaştığımız anları hatırlamayı, düşünmeyi sağlayabilmek. Bunu yaptığımızda büyük olasılıkla kimilerini kafeslerde ya da bir yerlere zincirlenmiş; kimilerini ise
çöplerin içerisinde yiyecek ararken ya da yaralı ve hasta olarak gördüğümüzü hatırlarız. En iyi ihtimalle çoğumuz onlarla bu şekilde karşılaşıyoruz, hem de her gün. Aynı zamanda işkence edilen, tekmelenen, uzuvları kesilen, kör edilen
hayvanları da görüyor yahut duyuyoruz. Peki ne hissediyoruz, ne yapıyoruz? Bazılarımız umursamıyor, bazılarımız
üzülüyor ama çok azımız bu yaşananlarda dolaylı da olsa payının olup olmadığını sorguluyor, bir hesaplaşmaya gidiyor
ve hayvanlara işkencenin geçmişini/tarihini merak ediyor.
Bu çok önemli, zira insanın yıkımlarla dolu geçmişiyle yüz-
leşmesi, şiddeti tamamen kaldıramasa bile azaltmaya, böylece birçok hayvanı kurtarmaya yetebilir. Bence bu hususta tarihe bakmak bize yardımcı olabilir.
İnsanoğlunun diğer türlere karşı bu denli yıkıcı olması,
doğaya sürekli burnunu sokması, bencilliğinden, gücünden
ya da açgözlülüğünden midir? İlk bakışta bunlar etkili görünüyor. Ancak doğrusunu isterseniz ben derinlerde bir yerde
bu hisleri tetikleyen başka bir şeyin de olduğunu düşünürken Yuval Noah Harari’den insanların, milyonlarca yıl önce
sadece küçük hayvanları avlıyorken, kendilerinin ise büyük
avcıların avı olduklarını, 400.000 yıl önce büyük hayvanları avlamaya başladıklarını ve 100.000 yıl önce de besin zincirinin tepesine çıktıklarını öğrendim.1
Üstelik şunu biliyoruz ki insanlar, zamanla yeni alanlar inşa ederek kendilerini gönüllü olarak doğadan tecrit etti ama doğayla bağını tamamen kopar(a)madılar. İnsanoğlu, doğada sürekli mücadele içerisinde olan sayısız türün, kendi dertleri yetmezmiş
gibi başlarına bela olmaya ve doğayı yağmalamaya devam etti. Tüm bunları gözden geçirince zihnimde kışkırtıcı bir düşünce belirdi: Geçmişinde bir bakıma örselenmiş olan insanoğlu bir tür güç zehirlenmesiyle içten içe bir intikam peşinde miydi? Belki de besin zincirinin zirvesinde olmanın sorumluluğunu, üstelik en zeki tür olmasına rağmen kaldıramamıştı.
Kimilerine saçma gelebilecek bu düşünceden sıyrılıp ilk
sorudan devam edecek olursak, evet, ilk karşılaşmayı bilmiyoruz, hatta insanoğlu için kötü bir tecrübe de olmuş olabilirdi ancak sonraki karşılaşmaların hayvanlar için iyi olmadığı açık. Günün sonunda en masum olanlarımız dahi onları
kimi zaman eğlenmek ve/veya stres atmak için kafeslere, fanuslara tıktı; kimi zaman daha çok yiyebilmek için besledi;
büyüttü ya da yalnızlığını gidersin diye evlere kapattı. Gücü elinde bulunduranlar ise yeri geldi onları topluca katletti.
İnsanoğlunu böylesine acımasızca davranmaya iten temel
neden, kendilerini hayvanlardan üstün görmeleri ve onların
insanlara hizmet için yaratıldığına inanmalarıydı. Bazı dinlerin ve filozofların katkısıyla bu yaklaşım, asırlar boyunca yerkürenin her bir yanında itinayla işlendi, yaygınlaştırıldı. Aristotales, Descartes ve John Locke gibi önemli düşünürler buna benzer fikirleri yayanlardan bazılarıydı. Aristotales’e, “Bitkilerin hayvanlar için, ikinci olarak da tüm öteki
hayvanların insanlar için varolduğuna inanmamız gerekir”2
şeklindeki cümleyi kurdurtan, hayvanların insanlar için var
olduğuna yönelik inancıydı.
İnsanların hayvanlarla ilişkisini üstünlük temelinden değerlendiren Descartes hayvanları bir tür makine, otomatlar
olarak görmüştü. Onları akıldan yoksunlukla insandan aşağı görerek pek çok şeyi yapsalar bile bazılarını yapamamalarını, görüşlerini desteklemek için kullanıyordu: “Buradan
da, onların bilinçli bir şekilde değil de sadece organlarına
verilen düzen sayesinde hareket ettikleri meydana çıkar.”3
Bu noktada bir parantezi de İslâm inancına açmak gerekir. İnsanı eşref-i mahlukat olarak tanımlayan İslâmi geleneğe göre hayvanlar insanlara hizmet için yaratılmışlardı4
ama
bu uğurda onlara son derece hassas sorumluluklar yüklenmişti. Hayvanlardan bazıları insanların hizmetine göre tasnif
edilmişse de onlara eziyet edilmesi yasaklanmıştı. Dolayısıyla üstün oldukları iddiasıyla her şeyi kendilerine hak görseler bile bu din, insanlara her dilediklerini yapma yetkisini vermiyordu. Elbette Tanrı’nın gazabından çekinenler vardı fakat sonunda kendilerini üstün gören insanların istediği oluyordu ve bunun sonuçları; denizlerde, ormanlarda ve
sokaklarda yaşayan hayvanların katledilmeleriyle somutlaşıyordu. Her dinin mensubu, neredeyse tüm hayvanlara, sadece eğlenmek uğruna bile işkence çektirebiliyordu. Horozları bahis uğruna dövüştürmek, Araplarca çok eskiden beri bilinen bir davranıştı.5
Abbasilerin devrinde hayvanlar eğlenmek için dövüştürülürdü. Hatta hayvan pazarlarında kapışmaları için özel olarak yetiştirilmiş koç, köpek, horoz, bıldırcın gibi hayvanlar satılırdı.6
Çinlilerin cırcır böceklerini ya da balıkları dövüştürecek derecede tuhaf alışkanlıkları
vardı.7
Eski zamanlardan itibaren, mesela Roma arenalarında hayvan dövüşleri düzenleniyordu.8
Buna benzer davranışlar, Osmanlı/Türk topraklarında da
yaşanageldi. Gerçi pek çok yönüyle bu coğrafyanın hayvanları diğerlerine nazaran çok daha şanslıydı ancak neticede
onların da muhatap oldukları, ne yapacakları kestirilemez,
yıkmak, katletmek ve yok etmek konusunda evrenin en maharetlileri olan insanlardı.
Bu toprakların hayvanlarının hal-i pürmelalini incelemek
benim için bilhassa manevi açıdan zorlayıcı oldu. Zorluğa
hüzün, mide bulantıları ve sıkılganlık eşlik etti. Zira öldürülenler, yenmek istenenler, derisi yüzülen, kuyrukları kesilen
ve kafası koparılanlar, her zaman yanı başımızda biten, sevilmeyi, okşanmayı bekleyen, bazen korkutsalar da tanıdığımız, bildiğimiz hayvanlardı. Katledenler ya da bunda payı olanlarsa komşular, yöneticiler, veterinerler, mahallenin
çocukları ve zaman zaman öykündüğümüz yazarlardı. Osmanlı/Türk tarihinde böylesi hadiselerin yaşanmış olabileceği kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi. Saflık bu ya, hayvanlara şiddetin hep münferit kaldığını zannederdim. Yazık
ki kediler, köpekler, kuşlar oldukça anlamsız gerekçelerle,
ayrım yapılmaksızın ve sistematik biçimde katledilmişlerdi.
Bu arada çalışma olgunlaştıkça, yeni kaynaklarda farklı bilgiler görüp de üzerine kafa yordukça meselenin sadece ve sadece klinik boyutu olmadığını düşünmeye başladım.
Hayvan katliamlarının sıhhi endişeleri/gerekçeleri ve medenileşme söylemini içeren politik bir mahiyeti olduğuna ikna
oldum. Bu noktada Nevcihan Özbilge’nin Çekirgeler – Kürtler ve Devlet isimli çalışmasını zikretmeliyim. Bu kitap, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e önemli bir sorun olan çekirge istilalarıyla mücadele yöntemlerinin bile, bir yönüyle tarihe, siyasete ve devlete dair değerlendirmelerde alternatif bir yol
olabileceğini gösterir. Diğer bir anlatımla Özbilge, çekirgeler üzerinden egemen gücün hem doğa tasavvuruna, erken
Cumhuriyet dönemi tarihine ve hem de ulus-devlet idealine farklı bir perspektifle bakmaya çalışır.9
Kanımca kargalar, kediler ve köpeklerin ötekileştirilmeleri, toplatılmaları ve katledilmeleri de Osmanlı/Türk tarihinin bir yönünün
fazlasıyla farklı bir güzergâhtan okunabileceğini gösteriyor.
Bu kitapta, II. Mahmud döneminden itibaren arıza olarak
görülenlerin, medeniliğe aykırı oldukları gerekçesiyle damgalanıp imha edilmelerinin giderek kökleşen bir gelenek
oluşturduğunu ve bunun erken Cumhuriyet yıllarında zirveye ulaştığını öne sürüyorum. Kedileri, kargaları ve köpek
…
KÜNYE
Osmanlı‘dan Erken Cumhuriyet‘e
Hayvan Katliamları ve Himaye
Kediler, Köpekler, Kargalar
Ömer Obuz
İletişim Yayınları
1. baskı – Aralık 2022
208 sayfa
İÇİNDEKİLER
TEŞEKKÜR…………………………………………………………………………………………………………………..9
KENAR NOTU……………………………………………………………………………………………………..11
MERHAMET VE GADDARLIK ARASINDA
OSMANLI İSTANBULU’NUN HAYVANLARI…………………………… 23
Sınırlar ………………………………………………………………………………………………………………….. 33
Sapmalar ……………………………………………………………………………………………………………… 40
Sultanların canavarları……………………………………………………………………………… 57
ÖLÜM KAMPINA SÜRÜLEN KÖPEKLER……………………………………..69
Sürgünün ertesi: Kademeli imhadan
doğrudan imhaya………………………………………………………………………………………….. 85
Medeni[leş]mekle gelen yıkım:
“Ne şayan-ı hayret bir himaye-i hayvanat”……………………………….. 97
Aşırılıklar: Bir kuyruk kaç kuruş?…………………………………………………..105
KARGALARA İLAN-I HARP:
“KARA DÜŞMANLAR”I NİÇİN ÖLDÜRMELİ?……………………….113
NORMALİN ÖTESİ: LÜFER DE VAR,
KARGA DA…………………………………………………………………………………………………………..125
YAŞASIN KEDİLER!………………………………………………………………………………………133
PİS SOKAKLARIN TEMİZ KEDİLERİ OLMAZ:
KİR, PAS, NEFRET …………………………………………………………………………………………..141
İSTANBUL’DA KEDİ ENGİZİSYONLARI…………………………………….153
KEDİLER FARELERE, İNSANLAR HERKESE KARŞI………..167
ETİNDEN, SÜTÜNDEN, DERİSİNDEN:
KEDİLERİ NE YAPMALI?…………………………………………………………………………177
DÜZENDE SARSINTI………………………………………………………………………………….189
KAYNAKÇA………………………………………………………………………………………………………………199
Ömer Obuz
Siirt’te doğdu. Doktora eğitimini “Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun Düşünce Dünyası” isimli teziyle tamamladı. Bu tez daha sonra kimi düzenlemelerle Türk Rönesansının Peşinde Bir Aydın: Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu (Libra Kitap, 2018) adıyla neşredildi. Ayrıca Siirt’in Cumhuriyet Serüveni (1923-1950): Gelenek, Modernite, Milli Kimlik (Akıl Fikir Yayınları, 2017) ve Ölüme Tutulmak: İstanbul’un Eski Bağımlıları (Kabalcı Yayınları, 2021) isimlerini taşıyan iki kitap çalışması daha var. Özellikle toplumsal hayat üzerine okumaya ve yazmaya devam etmektedir.