LADY’S BOOK EDİTÖRÜ’NE
Benden daha iyi anlayacağınızı umduğum bir makaleyi derginiz için size göndermekten onur duyuyorum. Nubialı Coğrafyacının gayet iyi tanımladığı, ama bugünlerde transandantalisder ve daima meraklıları dışında pek kimsenin uğramadığı bir deniz olan Mare Tanebrarum’da bir yıl kadar önce, ağzı sıkı sıkıya mantarla kapatılmış olarak yüzer halde bulduğum bir testi içindeki tuhaf görünüşlü bir el yazmasının (bazen “Toughkeepsie Kahini” de denilen) arkadaşım Martin Van Buren Maviş tarafından) yapılan bir çevirisidir bu.
Saygılarımla, EDGAR A. POE
“TARLAKUŞU” ADLI BALONDA
1 Nisan
Şimdi, sevgili dostum şimdi, günahlarınız yüzünden uzun ve dedikodu dolu bir mektupla cezalandıracaksınız. Bütün münasebetsizliklerinizi olabildiğince sıkıcı, olabildiğince tutarsız, olabildiğince abuk sabuk ve olabildiğince sudan olmakla cezalandıracağımı size açıkça bildiriyorum. Burada, hepsi de zevk olsun diye (bazı insanlann ne tuhaf bir zevk anlayışı var) seyahata çıkmış bir kaç yüz serseri ile pis bir balona hapsolunmuş durumdayım ve en azından bir aydan önce karaya ayak basma umudum yok. Konuşacak kimse yok. Yapacak birşey yok. insanın yapacak birşeyi olmadığında, dostlanndan biriyle mektuplaşmasının zamanı gelmiştir. Bu durumda size bu mektubu yazma nedenimi anlarsınız benim can sıkıntım ve sizin günahlannız yüzünden.
Gözlüklerinizi alıp rahatsız edilmeye kendinizi hazırlayınız. Bu iğrenç yolculuk boyunca bize her gün yazmak niyetindeyim.
Acaba, ne zaman bir icat insan beynini ziyaret edecek? Sonsuza dek balonun binlerce çeşit rahatsızlığına mahkum muyuz? Kimse daha hızlı bir ilerleme biçimi icat edemeyecek mi? Tırısa gitmenin, benim düşünceme göre, işkenceden pek bir farkı yok. Yeminle söylüyorum, evden ayrıldığımızdan bu yana saatte yüz milden fazla yol almadık. Kuşlar bile en azından bazılan bizi geçer. Seni temin ederim ki, şu kadarcık olsun abartmıyorum. Hareketimiz, kuşkusuz, gerçekte olduğundan daha yavaş gözüküyor bunun nedeni, çevremizde hızımızı hesaplamamıza yarayacak hiçbir nesnenin bulunmaması ve rüzgarla yol alıyor olmamız. Kuşkusuz, bir balonla karşılaştığımızda hızımızı anlama şansına sahip oluyoruz ve o zaman, o kadar da yavaş olmadığımızı görüyoruz. Bu tarzda yolculuğa alışmış olsam da, başımız üzerindeki hava akımı içinden bir balon bizi geçtiğinde başımın dönmesini engelleyemiyorum. Birden üzerimize atılıp pençeleriyle bizi kapıp uzaklara götürecek devasa bir yırtıcı kuş gibi görüyorum onu her zaman. Bu sabah gün doğarken bir tanesi üzerimizden öyle yakın geçti ki, çekme halatı, içinde bulunduğumuz arabanın asılı olduğu ağa basbayağı değerek ciddi şekilde kaygılanmamıza yol açtı. Kaptanımızın söylediğine göre, balonun yapıldığı malzeme beş yüz yıl, bin yıl öncesinin değersiz, vernikli “ipeği” olsaymış mahvolmaktan kesinlikle kurtulamazmışız. Bana açıkladığına göre, bu ipek bir tür toprak kurdunun bağırsaklarından dokunurmuş. Bu kurt, dikkatli bir şekilde kurt karpuza benzer bir meyve üzerinde yetiştiriliyor ve yeterince semirince bir değirmende eziliyormuş. Bu şekilde elde edilen hamura bu ham haliyle papirüs deniliyor ve en sonunda “ipek” oluncaya kadar çok çeşidi işlemlerden geçiyormuş. Söylemesi tuhaf ama, kadın elbisesi yapımında kullanılan malzeme olarak bir zamanlar çok takdir ediliyormuş. Balonlar da genellikle bu malzemeden yapılıyormuş. Halk arasında sütleğen tabir edilen, botanikteki adı sütotu olan bir bitkinin tohum kapçıklarında bulunan daha iyi bir malzeme sonradan onun yerini almış. Çok dayanıklı olması nedeniyle bu tür ipeğe silkbuckigham denilmekte ve kauçuk zamk bugün yaygın olarak kullanılan gütaperkaya bazı bakımlardan benzeyen bir madde ile verniklenerek kullanıma hazırlanmaktaymış. Kuşkusuz çok çeşitli mantar türlerinden biri olan bu kauçuğa bazen Indian rubber ya da whist lastiği denirmiş. Bir daha bana asla, benim aslında bir antika meraklısı olduğumu söylemeyiniz.
Çekme haladan diyorduk da, bizim çekme halatımız tam bu sırada, altımızdaki okyanusta kaynaşmakta olan küçük manyetik pervaneli altı bin tonluk ve her bakımdan utanç verecek ölçüde kalabalık gemilerden birindeki bir adama çarparak denize düşürdü. Bu küçük gemilerin belirli bir sayıdan fazla yolcu taşımalan yasaklanmalıdır. Adamın, elbette, yeniden gemiye çıkmasına izin verilmedi ve çok geçmeden can yeleğiyle birlikte gözden yitip gitti. Birey diye birşeyin olabileceğinin varsayılamayacağı aydınlık bir çağda taşıyor olmaktan dostum, büyük bir sevinç duyuyorum. Gerçek insanlığın umursadığı şey kitlelerdir, insanlık deyince aklıma geldi de, bizim ölümsüz Wiggings’imizin Toplumsal Durum, vs. ile ilgili görüşlerinin çağdaşlarının varsaymak eğiliminde oldukları kadar da orijinal olmadıklarını biliyor muydunuz? Aynı fikirlerin, değersiz öteberiler ve kürk satan bir parekendeci dükkanı işletmesinden dolayı, bin yıl kadar önce Furrier adıyla bilinen irlandalı bir filozof tarafından, hemen hemen aynı şekilde dile getirilmiş olduğu konusunda Pundit beni temin etmektedir. Hiç kuşkusuz Pundit’in bildiğini çok iyi bilirsiniz, Hindu Aries Tottle’ın (Pundit’in aktardığı gibi) “Aynı fikirlerin insanlar arasında bir defa, iki defa ya da birkaç defa değil, hemen hemen sonsuzca yinelenmelerle döne döne ortaya çıktığı” yolundaki derin gözleminin hergün doğrulandığını görmemiz ne muhteşem birşey!”
2 Nisan
Bugün, yüzer telgraf tellerinin orta bölgesinden sorumlu manyetik kotrayla konuştum. Öğrendiğime göre, bu tür telgraf Horse tarafından ilk defa çalıştırıldığında, telgraf tellerini denizden götürmenin olanaksız olduğu düşünülüyormuş; bugün bu zorluğun nereden kaynaklandığını anlamakta zorlanıyoruz. Dünya dönüyor. Tempora mutantur Etrüskçe sözler ettiğim için beni bağışlayınız. Atalantik telgrafı olmasaydı ne yapardık? (Pundit Atlantik’in eski sıfat olduğunu söylüyor.) Kotraya birkaç soru sormak için birkaç dakika durduk ve diğer fevkalade haberlerin yanısıra Afrika’da iç savaş çıkmış olduğunu ve bu arada vebanın hem Yurope’da hem de Ayesher’da bir güzel ortalığı kasıp kavurduğunu öğrendik. Felsefenin muhteşem ışığıyla insanlığı aydınlatmasından önce dünyanın Savaş ve Salgınlara felaket gözüyle bakmış olması gerçekten tuhaf değil midir? Eski tapınaklarda insanlığın başına bu belaların(!) gelmemesi için dualar edildiğini biliyor musunuz? Atalarımızın hangi ilkelere dayanarak böyle hareket ettiklerini anlamak gerçekten zor değil mi? Binlerce bireyin yok olmasının sadece ve sadece kitlenin yararına olduğunu anlayamayacak kadar kör müydüler?
3 Nisan
Balonun en tepe noktasına götüren ip merdivenden yukarı tırmanarak oradan çevreyi seyretmek gerçekten çok ama çok eğlenceli. Aşağıdaki arabadan görülebilen manzara, biliyorsunuz, çok geniş değil düşey yönde çok az şey görülebiliyor. Ama buraya, balonun tepesindeki yastık ve minderlerle rahat bir tarzda döşenmiş açık piazzaya (bunları yazdığım yere) oturunca, insan her yönde olup bitenleri görebiliyor. Tam şu anda, görüş alanında oldukça büyük bir balon kalabalığı var ve oldukça canlı bir görüntü oluşturuyorlar; havada milyonlarca insan sesinin mırıltısı yankılanıyor. Balon kullanan ilk pilot olduğu varsayılan Yellow ya da Violet (Pundit hangisi olduğunu teyit edecektir), sadece uygun bir hava akımına rastlanıncaya kadar yukarı çıkmak veya aşağı inmekle atmosferde her yönde yol almanın olanaklı olduğunu ileri sürdüğünde, dönemin filozoflarınım(!) böyle birşeyin olanaksızlığını bildirmeleri yüzünden çağdaşlarının ona pek kulak vermediklerinin, onu yalnızca hüner sahibi bir çılgın olarak gördüklerinin söylendiğini duymuştum. Bu kadar makul birşeyi eski bilginlerin nasıl olup da anlayamadıkları, şu anda bana oldukça açıklanamaz birşey olarak gözüküyor. Ama her çağda Sanatın ilerlemesine karşı büyük engeller bilim adamı denilen insanlarca dikilmiştir. Elbette bizim bilim adamlarımız eski dönemlerin bilim adamları kadar dar görüşlü değillerdir: ah, bu konuda size çok tuhaf birşey anlatacağım. Metafizikçilerin, Gerçeğe ulaşmanın yalnızca iki olası yolu olduğu şeklindeki tuhaf kuruntudan insanlan kurtarmaya razı olmalarından bu yana ancak bin yıl geçtiğini biliyor musunuz? Gel de inan! Öyle görünüyor ki, çok, çok uzun yıllar önce, Zamanın gecesinde Aries Tottle adında bir Türk (belki de Hindu) filozof yaşıyormuş. Bu şahıs, tümden gelimci ya da a priori araştırma yöntemi denilen bir yöntemi öğretiyor ya da her fırsatta yayıyormuş. Aksiyomlar ya da “kanıt gerektirmeyen gerçekler” dediği noktadan hareketle “mantık” yoluyla gerçeğe ulaşıyormuş. En büyük öğrencileri Neuclid diye biriyle Cant diye biriymiş. Lakabı “Ettrick Çobanı” olan ve a posteriori ya da tümevarıma dediği tamamen farklı bir sistem öğütleyen Hog diye biri ortaya çıkıncaya kadar Aries Tottle’ın borusu ötmüş. Hog’un sistemi tamamen Duyulara dayanıyormuş. Gözlem yapmak, çözümlemek ve gerçekleri fiyakalı biçimde instantice natures dedikleri genel yasalar halinde sınıflandırmak şeklinde bir yol tutturmuşmuş. Aries Tottle’ın sistemi tek kelimeyle noumena’ya, Hog’unki phenomena’ya dayanıyormuş. Bu son sistem ilk olarak ileri sürüldüğünde öylesine büyük takdir toplamış ki, Aries Tottle gözden düşmüş; ama sonralan yeniden biraz saygınlık kazanmış ve Gerçeklik alanını daha çağdaş rakibi ile paylaşmasına izin verilmiş. Bilginler artık Aristocu ve Baconcı usullerin bilgiye ulaştırabilecek biricik ana yollar olduğunu ileri sürmekteymişler. “Baconcı”nın Hogcuya eşdeğer olarak icat edilmiş, kulağa daha hoş gelen ve daha ağırbaşlı bir terim olduğunu kuşkusuz biliyorsunuzdur.
Şimdi sevgili dostum, sizi kesinlikle temin ederim ki bu meseleyi olması gerektiği gibi ve büyük bir yetkeyle anlatıyorum; daha bakar bakmaz ne kadar saçma olduğu anlaşılan böylesi bir sanının, gelişimini hemen hemen her zaman içgüdüsel atılımlarla gerçekleştirmiş olan gerçek bilgiyi nasıl engellemiş olduğunu kolayca anlayabilirsiniz. Eski düşünce, araştırmaları sürünmeye mahkum etmiş ve yüzlerce yıl özellikle Hog’a karşı duyulan tutkulu sevgi öylesine büyük olmuştur ki, her türlü düşünceye fiilen son verilmiştir. Hiç kimse, yalnızca kendi Ruhuna borçlu olduğunu hissettiği tek bir gerçeği bile dile getirmeye cesaret edememiştir. Bu gerçeğin kanıtlanabilir türde bir gerçek olup olmadığı da pek farketmemiştir, çünkü dönemin taş kafalı bilginleri yalnızca bilgiye hangi yoldan ulaşıldığına önem vermişlerdir. Sonuca bakmamışlardır bile. “Araçlara bakalım”, diye çığlıklar atmışlardır, “araçlara!” Araçların incelenmesinden sonra bu araçlar ne Aries’in (yani, Ram’in) ne de Hog’un kategorilerinden birine girmemişse, bilginler konu üzerinde daha fazla durmayarak “kuramcı’yı aptal olarak nitelemiş ve artık ne ona ne de gerçeğine ilgi göstermişlerdir.
imdi, sürünerek ilerleyen bir sistemle birbiri ardısıra birçok çağdaş sonra gerçeğe büyük ölçüde ulaşılabileceği ileri sürülemez bile, çünkü hayal gücünün bastırılması, eski araştırma biçimlerindeki hiçbir kesinliğin telafi edemeyeceği bir kötülüktü. Bu Jurmainlerin, bu Vrinch, bu Inglitch ve bu Amriccanların (ki bu sonuncuların atalarımız olduğunu yeri gelmişken belirtmeliyim) hatası, elinde tuttuğu bir nesneyi gözüne yaklaştırdığı ölçüde iyi göreceğini hayal eden ukalanın hatasına çok benzer bir hataydı. Bu kişiler kendilerini ayrıntılarla körleştirmişlerdi. Hogcu bir yol tutturduklarında ulaştıkları “gerçek” hiçbir şekilde her zaman gerçek değildi öyle gözüktükleri için onlann gerçek olduğunu veya gerçek olmaları gerektiğini varsaymanın bir alemi yoktu. Ram’in yolunu izlediklerinde, tuttukları yol koç boynuzu kadar bile düz değildi, çünkü aksiyom olan hiçbir aksiyoma sahip değildiler. Kendi zamanlarında bile bunu göremediklerine göre çok kör olmalıydılar; çünkü, daha kendi zamanlarında bile uzun zamandır “yerleşmiş” aksiyomlar reddedilmişti. Örneğin; “Ex nihilo nihil fit”; “bir cisim, bulunmadığı yerde hareket edemez”; “antipodlar bulunamaz”; “karanlık ışıktan doğamaz” daha önce tereddütsüz aksiyom kabul edilmiş bütün bu önermeler ve diğer düzinelerce benzer önerme, sözünü ettiğim dönemde bile savunulmaz görülüyordu. O zaman bu insanların “aksiyomların Gerçeğin değişmez temelleri olduğuna inanmakta ayak diremeleri ne büyük bir saçmalık! Ama, en sağlam akıl yürütenlerinin bile ağzından aksiyomlarının genel olarak yararsızlığını, kavranılmazlığını göstermek kolaydır. En sağlam akıl yürüten mantıkları kimde Dur, bir bakayım! Gidip Pundit’e sorayım. Bir dakikada dönerim. *** Hah, işte bulduk! işte yaklaşık olarak bin yıl önce yazılmış ve yeri gelmişken söyleyeyim gelişmesini tamamlamamış Amriccancadan başka birşey olmayan Inglitchçeye çevrilmiş bir kitap. Pundit bu kitabın bu konudaki, yani Mantık konusundaki eski yapıtların kesinlikle en akıllıcası olduğunu söylüyor. Yazarı (ki döneminde kim olduğu çok merak edilmiştir) Miller ya da Mili diye biriydi ve kayıtlardan Bentham adında bir değirmen atı sahibi olduğunu öğreniyoruz ki, bu belli bir öneme işaret eder. Neyse, biz incelemeye bir göz atalım.
Ah! “kavranılabilirlik ya da kavranılmazlık” diyor, çok yerinde olarak Bay Mill, “hiçbir durumda kendiliğinden belli gerçeğin bir ölçütü kabul edilemez.” Mill’in akıl yürütmesinde yeni olan şey, apaçık belli gerçeği tartışmaya açmayı düşünmesi değil midir? Bizim şaşmamız gereken tek şeyse, Bay Mill’in nasıl olup da bu kadar apaçık ortada olan birşeyden söz etme ihtiyacı duymuş olmasıdır. Buraya kadar herşey yolunda fakat bir başka sayfaya geçelim. Ne görüyoruz “burada? “Birbiriyle çelişen iki şeyin ikisi de doğru olamaz yani, doğada bir arada bulunamaz.” Burada, Bay Mill demek istiyor ki, örneğin bir ağaç ya bir ağaç olmalı ya da bir ağaç olmayan şey. Pekala, ama soruyorum ona: Neden? Yanıtı şöyle: ve asla bundan başka birşey olmak iddiasında da değil “Çünkü, birbiriyle çelişen iki şeyin ikisinin de doğru olmasını kavramak olanaksız.” Ama, onun da gösterdiği gibi bu hiç de yanıt sayılmaz; çünkü, daha biraz önce kendisi değil miydi “kavranılabilirlik ya da kavranılmazlık hiçbir durumda kendiliğinden belli gerçeğin bir ölçütdü kabul edilemez” diyen?
Burada, bu eskilerin mantıklarının, kendilerinin de gösterdiği gibi, son derece temelsiz, değersiz ve baştan aşağı hayali olduğundan yakınıyor değilim, benim yakınmamın esas nedeni, Hakikate götüren tüm diğer yollan, süzülerek gökyüzüne yükselmekten hoşlandığı kadar hiçbir şeyden hoşlanmayan Ruhu sokmaya cüret ettikleri akla aykırı iki yol biri sürünme, diğeri emekleme dışında ona ulaşmanın tüm diğer araçlannı büyük bir tantana ile ve aptalca yasaklamalarıdır.
Ha, bu arada aklıma gelmişken sevgili dostum, bu eski dogmatikler sonunda hakikatlerin en önemlisine ve en yücesine, onların o iki yolundan hangisiyle ulaşıldığına karar vermeye kalksalar, apışıp kalmazlar mıydı sence? Yerçekimi hakikatini kastediyorum. Newton bunu Kepler’e borçluydu. Kepler ortaya koyduğu ve daha ileri gitmek isteyerek Metafizik krallığına girmek zorunda kalacağımız üç yasaya, yani büyük Inglitch matematikçiyi bütün Fiziksel ilkelerin temeline götüren, yasaların yasası bu üç yasaya tahminle ulaştığını kabul etti. Kepler tahmin etti yani hayal etti. Kepler aslında bir “kuramcıydı” şimdilerde epeyce kutsallık kazanmış olan bu sözcük, eskiden bir küçümseme sıfatıydı. Ya da, bir şifre çözme uzmanının görülmedik zorlukta bir şifreyi o iki “yoldan” hangisiyle çözdüğünü veya Champollion’un hiyeroglifi çözüm bu sayede insanlığı ebedi ve neredeyse sonsuz sayıda hakikate yöneltirken o iki “yoldan” hangisini kullandığını açıklamaya kalksalar bu yaşlı köstebekler şaşınp kalmazlar mıydı?
Bu konuda son bir söz söyledikten sonra canınızı sıkmaya son vereceğim. Bu hoşgörüşüsüz insanların hakikatin yolları üzerine bitip tükenmez gevezeliklere dalarak bugün bizim böylesine açıkça gördüğümüz anayolu Tutarlılık yolunu? gözden kaçırmış olmaları tuhaf kaçmıyor mu? Tam tutarlılığın mutlak hakikat olması gerektiği yaşamsal gerçeğini Tannnın eserlerinden çıkaramamış olmalan garip gözükmüyor mu? Bu önermenin son zamanlarda ortaya atılmasından bu yana gelişmemiz nasıl sorunsuz bir seyir izledi! Araştırmalar köstebeklerin ellerinden alınıp bir görev olarak gerçek, sadece gerçek düşünürlerin, ateşli bir hayal gücüne sahip insanlann eline verildi. Bu sonuncular kuram üretirler. Tasavvur edebiliyor musunuz, mümkün olsaydı da şu anda dediklerimi duyacak olsalardı, atalarımız bu sözlerime nasıl da küçümseyici çığlıklar alırlardı? Dediğim gibi bu insanlar kuram üretirler ve bu kuramlar da yalnızca düzeltilir, basitleştirilir, sistemleştirilir, tutarsızlıklarından arındırılar. Ta ki, tutarlı olduğu için, en vurdumduymazların bile mutlak ve sorgulanamaz bir hakikat olduğunu kabul ettiği mükemmel bir tutarlılık apaçık görülünceye kadar.
4 Nisan
Yeni gaz, güteparkadaki son gelişmelerle birlikte harikalar yaratıyor. Modern balonlanmız nasıl emniyetli, rahat, kolay yönetilebilir ve her bakımdan uygunlar! işte, muazzam büyüklükte bir tanesi saatte en azından yüz elli mil hızla bize doğru yaklaşıyor, İçinde büyük bir kalabalık olduğu görülüyor üç, belki de dört yüz yolcu var yine de nerdeyse bir mil yukarı yükseliyor ve bir hükümdarın küçük gören tavrıyla bize tepeden bakıyor. Yine de saatte yüz mil, hatta iki yüz mil hızla seyahat etmek pek büyütülecek bir şey değil. Kanadaw kıtasını baştan başa kateden demiryolu üzerindeki uçuşumuzu anımsıyor musunuz? saatte tam üç yüz mil seyahat diye ben buna derim. Görülecek birşey yoktu, ama kur yapmaktan, bol bol yiyip içmekten ve muhteşem salonlarda dans etmekten başka yapacak birşey yoktu. Arabalar tam hızla giderken tesadüfen dışardaki nesneler şöyle bir gözümüze çarptığında ne kadar tuhaf bir duygu hissedildiğini anımsıyor musunuz? Herşey eşsiz görünüyordu ve yekpare bir kütle halinde. Ben kendi adıma, saatte yüz mil hızla yol alan yavaş bir trenden başkasıyla seyahati tercih ettiğimi söyleyemem. Bu trende pencere camlan olmasına hatta onları açmamıza izin verilirdi ve bir manzarasını neredeyse olduğu gibi görebilirdik. *** Pundit, Kanadaw büyük demiryolu güzergahının dokuz yüz yıl kadar önce çizilmiş olması gerektiğini söylüyor! Aslında, bir yolun gerçek izlerinin sözü edildiği kadar uzak bir döneme atfedilebilecek izlerinhâlâ farkedilebildiğini iddia edecek kadar ileri gidiyor Pundit. Yolda yalnızca iki ray izi görülüyordu; oysa bizimkinin, bildiğiniz gibi, on iki rayı var ve üç ya da dört yeni ray da hazırlanmakta. Eski raylar çok zayıftılar ve bugünün anlayışına göre son derece tehlikeli değilse bile oldukça manasızca birbirlerine çok yakın yerleştirilmişlerdi. Yolun şimdiki genişliği on beş ayak şöyle böyle güvenli kabul edilmektedir. Ben kendi adıma, Pundit’in ileri sürdüğü gibi, çok uzak dönemlerde şöyle veya böyle bir demiryolu bulunması gerektiğine inanıyorum; benim düşünceme göre, bir dönemde elbette, en azından yedi yüz yıl önce Kuzey ve Güney Kanadaw ülkelerinin birleştirilmiş olmasından daha açık bir şey olamaz; Kanadawlular, o zaman duyulan lüzum üzerine kıtanın bir tarafından öte tarafına giden büyük bir demiryolu inşa etmeye mecbur kalmış olmalıydılar.
5 Nisan
Can sıkıntısından neredeyse kendimi yiyip bitiriyorum. Pundit, balondaki konuşulabilecek tek insan; o zavallıcık da sadece eski şeylerden söz edebiliyor. Bütün gün eski Amriccanların kendi kendilerini yönetmiş olduklarına beni ikna etmeye çabalıyor! Bir masalda okuduğumuz “çayır köpeği” misali güya herkes kendi başına buyruk bir tür konfederasyon halinde yaşıyormuş bu kadar saçma birşey duyan olmuş mudur bugüne dek acaba? Dediğine göre, “herkes özgür ve eşit doğar” gibisine, akla gelebilecek en tuhaf fikirle işe başlamışlar buna da, hem maddi hem manevi dünyada herşeye damgasını vurmuş olan sınıflara aynlma yasasına rağmen yapmışlar. Herkes, onların dediği gibi söylersek “oy vermiştir” yani kamu işlerine karışmıştır ta ki, en sonunda herkesin olan işin hiç kimsenin işi olmadığı ve “Cumhuriyet”in (o saçma şeye böyle bir ad veriyorlardı) tamamen hükümetsiz olduğu anlaşılıncaya kadar. Bununla birlikte, “Cumhuriyeti kuran filozofların kendi kendilerinden duydukları hoşnutluğu ilk sarsan durumun, herkese oy hakkının, hile yapmaktan utanmayacak kadar alçak her partinin, önleme hatta farkına varma olanağı bulunmadan, istenildiği sayıda oy toplayarak entrikalar çevirmesine fırsat verdiğini şaşkınlıkla keşfetmeleri olduğu rivayet edilir. Bu keşfin üzerinde biraz düşünülmesi, alçakların üstünlük sağlamalarının kaçınılmaz olduğu, tek sözcükle, bir cumhuriyet hükümetinin ancak bir alçaklar hükümeti olabileceği sonucunu açıkça ortaya koymuştu. Filozoflar, bu kaçınılmaz kötülükleri önceden düşünemedikleri için aptallıklarından utanarak yeni kuramlar icat etmeye niyetlenirlerken, her şeyi eline alarak ünlü Zeroes’in ve Hellofagabaluse’un despotluklannın yanında çok hoş ve saygın kalacaklan bir despotluk kuran Mob adında biri sorunu kesin bir sonuca bağladı. Bu Mob’un (yeri gelmişken bir yabancı olduğunu da söyleyelim) dünyanın bugüne dek gördüğü en berbat adam olduğu söylenmektedir. Dev gibi bir cüssesi vardı küstah, yırtıcı, pisti; bir boğanın hiddetine, bir sırtlanın yüreğine ve bir tavus kuşunun beynine sahipti. En sonunda kendi kendisini yiyip bitiren enerjisi yüzünden öldü. Bununla birlikte, ne kadar kötü olursa olsun yine de bir işe yaramış ve insanlığa unutulması imkansız bir ders vermiştir asla doğal benzetmelere karşı çıkılmaması gereğini. Cumhuriyetçiliğe gelince “çayır köpekleri” dışında dünya yüzünde ona benzetilebilecek hiçbir şey bulunamaz. Çayır köpekleri örneği, en azından demokrasinin hayranlık duyulacak bir hükümet biçimi köpekler için olduğunu göstermektedir.
6 Nisan
Dün gece, kaptanın küçük dürbününde yarım derecelik bir yer kaplayan ve puslu bir günde güneşin çıplak göze gözüktüğü gibi gözüken Alpha Lyrae yıldızının çok nefis bir görüntüsü vardı. Alpha Lyrae, bizim güneşimizden çok büyük olmasına karşın, üzerindeki lekeleri, atmosferi ve daha başka bir çok bakımlardan güneşe oldukça benzemektedir. Pundit’in bana anlattığına göre bu iki küre arasındaki ikili ilişkiden kuşkulanılmaya ancak geçen yüz yılda başlanmış. Bizim sistemimizin göklerdeki aşikar hareketinin (söylemesi tuhaf ama) galaksinin merkezinde bulunan muazzam büyüklükte bir yıldız etrafındaki bir yörünge üzerinde olduğu düşünülüyormuş. Bu yıldızın etrafında ya da Samanyolu’nun (Ülker takımyıldızından Alcyon yıldızı yakınlarında olduğu varsayılan) merkezindeki bütün yıldızlar için ortak olan bu çekim merkezi etrafında bütün bu kürelerin dönmekte olduğu ifade edilmektedir; bizim sistemimiz dönüşünü .. yılda tamamlamaktaymış! Bizim, şu anki bilgilerimizle, teleskoplarımızın gelişmişlik derecesiyle vs. böyle bir fikrin dayanağını anlamamız elbette çok zordur. Bu düşünceyi ilk ortaya atanlardan biri Mudler diye biridir. Onun bu çılgın varsayıma başlangıçta sadece benzetme yoluyla ulaşmış olduğunu varsayabiliriz; ancak bir kez bu benzetmeyi yaptıktan sonra düşüncesini geliştirirken, hiç değilse bu benzetmeye sıkı sıkıya sarılmalıydı. Merkezde, gerçekten, büyük bir kürenin olduğu onaya atılmıştı; Mudler buraya kadar tutarlıydı. Ancak merkezdeki küre, dinamik olarak çevresindeki bütün kürelerin toplamından büyük olmalıydı. O zaman özellikle kümenin tam orta bölgesinde hiç değilse bu kavranılamaz merkez güneşin bulunması gereken yerin çok yakınında bir yer işgal eden bizim “Öyleyse neden onu göremiyoruz?” sorusunu sormamız gerekirdi. Gökbilimci, belki, tam bu noktada, parlaklığı olmayan cisimler önermesine sığınmış ve burada benzetme düşüncesi birden terkedilmiş olmalıydı. Ama, parlamayan merkez bir kürenin kabul edilmesi durumunda bile, onun etrafında her yönde parıltılı ışıklar saçan sayısız yıldızın nasıl olup da onu görünür hale getirememiş olmasını nasıl açıkladı? Sonuçta hiç kuşku yok ki, tek ileri sürdüğü şey bütün küreler için ortak bir çekim merkeziydi ama burada da benzetme düşüncesinden vazgeçilmiş olmalıydı. Bizim sistemimizin ortak bir çekim merkezi etrafında döndüğü doğru olmakla birlikte, sistem bunu, kütlesi sistemin geri kalanının kütlesini dengeleyen maddi bir güneşle ilişki içinde ve bunun bir sonucu olarak yapar. Matematiksel çember sonsuz sayıda düz çizgiden oluşan, bir eğridir; ama bu çember düşüncesi dünyasal geometri bakımından fiili değil de matematiksel kabul ettiğimiz bu düşünce yalın gerçekte, sistemimizi benzer sistemlerle birlikte galaksinin merkezindeki bir nokta etrafında dönüyor varsaydığımızda, hiç değilse hayalimizde uğraşmamız gereken Titanik çemberler konusunda göz önünde bulundurmaya hakkımız olan tek fiili kavramdır, insanoğlunun en yaman hayal gücü, böylesine tarifi mümkünsüz bir daireyi kavramak üzere bir tek adım atmaya kalksın hele bir! Bu akıl almaz çemberin çevresi üzerinde sonsuza dek yol alan bir şimşeğin, sonsuza dek hep düz bir çizgi üzerinde yol alacağını söylemek hiç de paradoksal olmayacaktır. Güneşimizin böyle bir çember üzerinde aldığı yolun böyle bir yörünge üzerinde sistemimizin izlediği yönün bir milyon yılda bile düz çizgiden insanın algılayabileceği en ufacık bir sapma göstermesi akla bile getirilmemesi gereken bir önermedir; yine de bu eski gökbilimciler bir noktadan başka birşey olmayan kendi kısacık astronomik dönemleri boyunca, nerdeyse hiçlik anlamına gelen iki üç bin yıllık dönemde alınan yolun belli bir kavis oluşturduğuna kesinlikle inandıkları anlaşılıyor. Bu düşüncelerin onlara gerçek durumu ortak bir çekim merkezi etrafında bizim güneşimizle Alpha Lyrae’nın çiftli dönüşü göstermemiş olması ne anlaşılmaz birşey!
7 Nisan
Dün gece astronomik eğlencemize devam ettik. Beş Neptün asteroidi son derece güzel görünüyordu ve aydaki yeni Daphnis Tapınağı’ndaki birkaç üst söve üzerine üzengitaşı konulmasını büyük bir ilgiyle seyrettik. Aylılar gibi mini minnacık ve insana çok az benzeyen yaratıkların, bizimkinden çok üstün bir mekanik ustalığa sahip olduklarını düşünmek eğlenceliydi. Bu yaratıkların büyük bir rahatlıkla indirip kaldırdıkları muazzam büyük kütlelerin, aklımızın bize söylediği gibi gerçekte çok hafif olduğunu kavramak da insan için çok zor.
8 Nisan
Evreka! Pundit ihtişamının doruğunda. Kanadawlu bir balon bugün bizimle konuştu ve yakın zamanlara ait bir sürü gazete attı bize; bu gazetelerde Kanadaw ya da daha ziyade Amriccan eski uygarlıklarıyla ilgili son derece ilginç birçok bilgi vardı, işçilerin aylardan beri imparatorun baş zevk bahçesi Paradise’da yeni bir çeşme için zemini hazırlamakta olduklannı sanırım biliyorsunuzdur. Paradise, öyle gözüküyor ki, anımsanamayacak kadar eski zamanlardan bu yana kelimenin tam anlamıyla bir adaydı yani kuzey sının her zaman (en eski kayıtlara göre de) bir derecik ya da daha doğrusu denizin çok dar bir koluydu. Bu kol bugünkü genişliğine (bir mil) ulaşıncaya kadar yavaş yavaş genişledi. Adanın uzunluğu dokuz mil olup, genişliği oldukça büyük değişiklikler göstermektedir. Adanın bütün yüzeyi (Pundit’in dediğine göre) sekiz yüz yıl kadar önce, bazıları yirmi katlı evlerle yoğun bir şekilde kaplıymış; toprak tam bu yörede (anlaşılmaz bir nedenle) çok değerli kabul ediliyormuş. Ama yılının feci depremi kenti (bir köy denilemeyecek kadar büyüktü çünkü) öylesine yerle bir etmiş, taş taş üstünde bırakmamıştı ki, bu adada oturanların yaşam tarzları, gelenekleri vs., vs., vs. hakkında az buçuk kurama benzer birşeyler oluşturmak için en yorulma nedir bilmez eski eser uzmanımız bile bugüne kadar yöreden yeterince (sikke, madalyon ya da yazıt şeklinde) bilgi elde edemedi. Onlar hakkında bugüne dek öğrenebildiklerimizin hepsi bu insanlann, Altın Post şövalyelerinden Recorder Riker’in keşfinden sonra Kıtayı istila eden vahşi Knickerbocker kabilesinin bir kolu olduklarından ibaret. Ancak, kesinlikle uygarlıktan uzak değillerdi; kendi tarzlarında çeşitli sanatlar ve hatta bilimler geliştirmişlerdi. Bu kabile insanlarının birçok yakımdan zeki oldukları ama Servet ve Moda adlanyla tanınan iki mabuta tapınmak için eski Amriccancada “kilise” denilen bir tür pagoda inşa etmeye kafayı fena halde takmış olduklan anlatılır. Denildiğine göre, sonunda adanın onda dokuzu kilise olmuş. Kadınların biçimi de, öyle gözüküyor ki, arka taraflarında belin biraz altındaki bölgenin doğal çıkıntısıyla tuhaf bir şekilde bozulmaya uğramıştı ancak, son derece anlaşılmaz bir şekilde bu kusur, güzellik olarak değerlendiriliyordu. Bu eşi benzeri bulunmayan kadınlara ait birkaç resim mucize kabilinden bugüne kalmış. Çok tuhaf bir görüntüleri var: Hindi ve hecin devesi arası birşeye benziyorlar.
işte eski Knickerbockerlerle ilgili bize kalan birkaç ayrıntı neredeyse bundan ibaret. Bununla birlikte, öyle gözüküyor ki, imparatorun mahçesinin (bildiğiniz gibi adanın tamamını kapsıyordu) orta bölümlerinde kazı yaparken bazı işçiler küp şeklinde ve keski ile şekillendirilmiş yüzlerce kiloluk granit bir blok çıkarmışlardı. Granit blok çok iyi durumdaydı, kendisini toprağa gömen sarsıntıdan pek zarar görmüşe benzemiyordu. Blokun bir yüzünde (düşünsene bir) üstü yazılı okunabilen bir yazıkalın bir mermer plaka vardı. Pundit sevinçle kendinden geçmiş durumdadır. Mermer plakanın sökülmesiyle, içerisinde kurşundan bir kutu bulunan bir oyuk ortaya çıktı; kutu, çeşitli sikkeler, uzun bir isim listesi, gazeteye benzeyen birçok belge ve eski eser uzmanlannın yoğun ilgisini çekecek daha başka malzemelerle doluydu. Bütün bunlann Knickerbocker denilen kabileye ait gerçek Amriccan kalıntılan olduğundan hiç kuşku yoktu. Balonumuza atılan kağıtlar, sikkelerin, el yazmalarının, matbaa yazılarının, vs. vs.’nin tıpkı basımlarıyla dolu. Sizi eğlendirmesi amacıyla, mermer plaka üzerindeki yazıtı kopya ediyorum:
GEORGE WASHINGTON
Anısına dikilen Anıtın
Bu Temel Taşı
İ.S. Yılında
Lord Cornwallis’in
Yorktown’da General Washington’a
Teslim Oluşunun yıldönümünde New York Kenti Washington Anıtı Cemiyeti’nin
Himayesinde
19 Ekim 1847’de uygun törenlerle yerine konmuştur.
Bu yazdığım, Pundit’in bizzat yaptığı aslına sadık bir çeviridir, bu yüzden hatalı olması söz konusu olamaz. Böylece, bugüne kalmış birkaç sözcükten birçok önemli bilgi elde etmekteyiz; bunlardan oldukça ilginç sayılabilecek bir gerçek öğreniyoruz: Bin yıl önce, kendinden hoşnut kişiler, çok yerinde olarak bizim şimdi yaptığımız gibi, gelecekte bir anıt dikme niyetiyle gerçek anıtlar dikmekten vazgeçmişti; niyetlerinin yüceliğinin kesin bir göstergesi olarak bir temel taşı “tek başına ve yapayalnız” (Büyük Amricccan şairi Benton’un sözlerini aktardığım için beni bağışlayınız) dikkatle yerine yerleştiriliyordu. Bu hayranlık uyandıran yazıttan, aynca, söz konusu büyük teslimin nerede, nasıl cereyan ettiğini ve teslim edilen şeyin ne olduğunu da açıkça anlıyoruz. Nerede’nin yanıtı, Yorktown (her nereyse orası); ne’nin yanıtıysa, General Cornwallis (kuşkusuz zengin bir mısır tüccarı). Cornwallis teslim olmuş. Yazıt, neyin teslim oluşunu anıyor? “Lord Cornwallis’in” niçin? Vahşiler onun niçin teslim olmasını istemişler, tek sorun bu. Ama, bu vahşilerin kuşkusuz yamyam olduklannı anımsadığımızda, onu sucuk yapmak niyetinde olduklan sonucuna varıyoruz.
Teslimin nasıl olduğuna gelince, hiçbir dil daha açık olamaz. Lord Cornwallis, “Washington Anıt Cemiyeti’nin kuşkusuz temel taşı koymak için bir hayır kurumu himayesi altında” (sucuk olmak için) teslim olmuştu. Aman Allahım! N’oluyor? Ah! Balon patlamış, cumburlop denize düşüyoruz. Bu yüzden, sadece gazetelerin, vs. vs.’nin tıpkıbasımlarının aceleyle gözden geçirilmesi sonucunda, bu günlerde Amriccanlar arasında büyük adam olarak John diye bir demirciyle, Zacchary diye bir terzinin bulunduğunu öğrendiğimi ilave edecek kadar zamanım var.
Yeniden görüşünceye kadar hoşça kalınız. Bu mektubun elinize geçmesinin ya da geçmemesinin pek önemi yok; çünkü tamamen kendi eğlencem için yazdım. Yine de bir şişeye kovup, ağzını kapatarak denize atacağım.
Ebediyen sizin PUNDITA’nız.
NOTLAR
1 Yunanca olan başlık “Bu şeyler gelecekte cereyan etmektedir” anlamına gelmektedir. Poe, Eureka adlı makalesinde de Yunanca sözcükler kullanır. “Geleceğin korkunç eşiğinde bir an için duruyorum.”
2 Nubialı Coğrafyacı ve Mare Tanebranum için Poe’nun Türkçede Şehrazat’ın Bin İkinci Gece Masalı başlığı altında yayımlanan öykülerinden “Maelströme Düşüş”ün 5. notuna bakınız.
Adlarla oynayan Poe, Van Buren Mavis’le Poughkeepsie yakınlarında oturan ve 1848 seçimlerinde Free Soil Party tarafından başkan adayı gösterilen Andrew Jackson Davis’i kastetmektedir.
Bazı editörler daha sonra Toughkeepsie’nin başharfini P olarak düzeltmişse de bence Poe bunu bilerek yapmış olmalıdır.
3 Tarih, “Hans Pfaal” adlı öyküdeki gibi 1 Nisandır. Balonun adı Percy Bysshe Shelley’in (1792-1822) “To a Skylark Bir Tarlakuşu’na” adlı yapıtına gönderme olabilir. Sözcük, gemiciler arasında, “gökdelen” denilen en yüksek serene çıkıp eğlence olsun diye halattan aşağı kaynak anlamında kullanılır.
4 İlk motorlu balon Poe’nun bu öyküyü yazmasından dört yıl sonra yapıldı: bu. Henri Giffard’ın icadı olan beş beygir gücünde buharlı bir motordu. Benzinli motor ancak 1860’da ve bu motoru kullanan ilk balon 1872’de Paul Haenlein tarafından yapıldı.
Saatte yüz mil hızla bir ayda 72.000 mil yapılır (bir de o ana kadar alınan yol var). Toprağa ayak basmak için geçilmesi gereken fazla(!) bir mesafe.
5 J. Silk Buckingham (1786-1855): ingiliz gezgin, gezi kitapları yazarı; özellikle Doğuya yapılan gezileri anlattığı kitaplarında köleciliği ve Güneyi eleştirmiştir. Poe’nun karşısına aldığı yazarlardan.
6 Güteparka: Uzak Doğu’nun bazı her mevsim yeşil ağaçlarından elde edilen lateks için kullanılan Malaya kökenli sözcük. Güteparka, yapışkanların yanısıra toprak altı ve su altı kablolarının yapımında da kullanılır.
7 Indian rubber lastiğe genel olarak verilen addır. Rubber of whist, kazananı kesin olarak belirlemek amacıyla kullanılan üç ya da beş oyun kağıdından oluşan set.
8 Poe, Fourier’nın adını Furrier’e dönüştürürken meslek olarak da ona kürk satıcılığını yakıştırmıştır. (Fur, İngilizcede kürk demektir.)
9 Francois Marie Charles Fourier (1772-1837): Mevcut toplumsal kurumlan eleştirerek bir tür ütopik sosyalizm geliştirmiş olan Fransız filozof.
10 Pundit: Burada özel ad olarak kullanılan pundit sözcüğü, Sanskritçe, felsefe, hukuk ve din eğitimi görmüş Hindu anlamına gelir. (İngilizcede de bir konuyu bilen kişi, uzman anlamı vardır.)
11 Aristoteles, Meteorologia I, iii. (Aristoteles İngilizce Aristotle diye yazılır. Poe buradan hareketle Aries Tottle demiş olabilir.)
12 Telsiz telgraf ancak 1895’te bulunmuştur. O günlerde telgraf telleri okyanus yüzeyinde yüzmektedir. Deniz kabardığında bu kabloların gerilmeye ve basınca nasıl dayandığı açıklanmamıştır. Atlantik’in dibine emniyetli bir şekilde döşenmiş su altı kabloları bile on dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru birçok kereler kopmuştur.
13 Samuel Morse (1791-1872): ilk telgraf gösterisini 1844’te yaptı. Ancak gerekli alt yapı başkalarınca zaten oluşturulmuştu; bu yüzden, Morse’un telgrafın tek mucidi olduğu savını birçok insan kuşkuyla karşılamaktadır.
14 “Tempom mutantur, nıs et mutamur in illis”. Zaman değişiyor, biz de onunla birlikte değişiyoruz. Etrüskçe değil de Latince olan bu deyişin aslı “Omnia mutantur…” Herşey değişir… şeklindedir (Deliciae Poetarum Germanorum, Vol. I).
15 Avrupa ve Asya.
16 Piazza (italyanca): Meydan, piyasa yeri, veranda. Amerika’da evlerdeki balkon.
17 Charles Green (1785-1870): ilk defa 1821’de George IV’ün tahta çıkması münasebetiyle Green Park’tan balonla havalanmış, 1836’da Great Nassau
adlı balonu yaparak on sekiz saatte balonla beş yüz mil katederek Almanya’da Nassau’ya inmiştir. Ancak ilk havacılar, 1783’te balon yolculuğu yapan Joseph ve Jacques Etienne Montgolfier idiler.
18 Eucklides (l.Ö. 300): Geometrinin babası kabul edilen Yunanlı. Immanual Kant (1724-1804) Alman metafizikçi. Kant, nesnel gerçekliğin yalnızca bilen zihnin bir yaratısı olduğunu ve duyuların dışında hiçbir şey bulunmadığını, var olsa bile uzayın ve zamanın bilinemeyeceğini ileri sürmüştür. Her ikisi de Aritoteles’in öğrencisi değildi.
19 Sir Francis Bacon (1561-1626): Ortaçağ skolastizminin bilimlerdeki a priori yöntemine karşılık tüme varıma yöntemi önermiştir. Her durumda, yeterince veriye dayanmayan kuramlardan kaçınarak enine boyuna araştırma yapılmasını savunmuştur. Poe, Bacon’u (“Hog”) Selkirshire’da Ettrick ormanında doğan ve çocukluğunda çobanlık yapmış olan şair James Hogg (1772-1835) ile karıştırmaktadır. Hog, İngilizce domuz demektir. Ancak Poe, Bacon (domuz yağı) adı ile oynuyor da olabilir.
20 Noumenon (çoğulu noumena): Varlığından emin olmadan kabul edilen şey, yalnızca akılla kavranılan şey; esas, öz.
Phenomenon (çoğulu, phenomena): Görüngü, olgu, olay, fenomen, olağanüstü şey.
Phenomenon sözcüğü, Yunanca phainnomenon (phainein: göstermek) sözcüğünden gelir. Anlatıcı, burada Aristo’nun felsefesinin görülmeyen adlandırmalara dayanırken, Bacon’un felsefesinin somut, görülebilir şeylere dayandığını ima etmektedir.
21 Ram: Koç.
22 Alman, Fransız, İngiliz, Amerikalı.
23 Hiçlikten hiçlik doğar. Çok sık alıntılanan bu sözü bilebildiğimiz kadarıyla ilk olarak Yunanlı şair Alcaeus (l.Ö. 580) söylemiştir.
24 John Stuart Mill (1806-1873): Tüme varıma yöntemin kurallarını formüle eden ve bilginin kaynağı olarak amprizmin önemini vurgulayan İngiliz filozof ve ekonomist. Politik ve toplumsal reformları savunmuş, kadının eşit temsilini ve kurtuluşunu, işçi örgütlenmesini ve kooperatifçiliği desteklemiştir.
Sözcük olarak “mill” değirmen, “miller” değirmenci demektir. Jeremy Bentham (1748-1832): Yararcılığın kumcusu. Şiirden hoşlanmaz. Her iki yönüyle de Poe her fırsatta alay eder.
25 Mill’in “System of Logic “inden Kitap II, bölüm 57: “Akıl Yürütme Üzerine”.
26 Johannes Kepler (1571-1630): Büyük Alman astronom. Kepler şu üç yasayı formüle etmiştir: 1) Her gezegenin yörüngesi, odaklarından birinde güneş bulunan bir elipstir; 2) Her gezegenin yarıçap vektörü aynı zamanda aralığında elipsin eşit yüzeyini tarar; 3) Gezegenin yörüngesini tamamlaması için gereken sürenin karesi, onun güneşe olan ortalama uzaklığının küpüyle orantılıdır.
Sir Isaac Newton (1642-1727): Yerçekimi yasasını formüle etmiştir. Ancak bu formülasyonu yapması Keplerin çalışmaları sayesinde mümkün
olmuştur.
27 Jean Francois Champollion (1790-1832): Rosetta taşını kullanarak hiyeroglifin şifresini okuyan Fransız Egyptologyst (Mısır uygarlığı uzmanı).
28 Çayır köpekleri (prairie dogs) toprağın içerisine kazdıkları karmaşık bir ağ oluşturan tünellerde koloniler halinde yaşarlar.
29 Neron (37-68): Roma imparatoru (54-68).
30 Elagabalus (205-222): Roma imparatoru (218-222).
31 Mob: Kalabalık, güruh, ayaktakımı, avam, gösterici kalabalığı, çete.
“Bu durumlarda her zaman kalabalığın yaptığını yapmak en iyisidir.” “Ya iki ayrı kalabalık varsa? diye sordu, Bay Snodgras. “Daha büyük olan kalabalıkla birlikte bağır” diye yanıtladı Bay Pickwick.” (Pickwick Papers, Bölüm 13). .
32 Diğer adı Vega. Şilyak takımyıldızında görünür parlaklığı 1,4 olan bir yıldız.
33 Johann Heinrich Madler (1794-1874): Bir galaksi içerisindeki bütün güneş sistemlerinin ortak bir merkez tarafında döndüklerini ileri süren Alınan gökbilimci.
34 Titanlar, Yunan mitolojisinde Uranüs ve Gaea’nın çocukları olan on iki tanrıdır. Cronus, lapetus, Hyperion, Oceanus, Coeus, Creus, Theia, Rhea, Mnemosyne, Phoebe, Tethys ve Themis. Cronus’un liderliğinde babalarını tahttan indirerek Zeus önderliğindeki Olimpos tanrılarınca alt edilinceye kadar evreni yönettiler. Titanların çok büyük boyutlu oldukları kabul edilir.
35 Çıplak gözle görülemeyen Neptün 1846’da keşfedildi. Gezegenin keşfinden bir ay sonra Triton adlı uydusu bulundu, ama ikinci uydusu Nereid 1949 yılına kadar bulunamadı.
36 Daphnis, kayalıyla kendisini avutan Chloe adlı bir Naiad’a (su perisine) aşık bir çobandır. Adının anlamı, defneyebenzer’dir.
37 Manhattan Adası.
38 Richard Riker (1773-1842) yolsuzlukla suçlanmış, aynı zamanda da kendisine FitzGreene Halleck adlı şairin To the Recorder adlı şiiri ithaf edilmiş olan New York’lıı bir politikacı. Richard Riker’in kamuyu soyması (fleecing) nedeniyle Poe bir kelime oyunu yaparak Jason ve Argonautlar tarafından aranan Altın Post’a (Golden Fleece) gönderme yapmaktadır.
39 Özellikle, Washington Irving’in History of New York by Diedrich Knickerbocker (1809) adlı eseri yüzünden on dokuzuncu yüzyılın başında hemen hemen “Hollandalı” ile eş anlamda kullanılan bir terim.
40 Washington D.C.’deki Washington anıtı değil, New York’ta yapılması önerilen ve 1843-1847 yıllarında hakkında epeyce gürültü yapılan, ancak dikilmeyen anıt.
41 Laurence Sterne’nin Sentimental Journay, 1768 (Hissi Seyahat, Hilmi kitabevi, 1945, Çev.: Ali Kamil Akyüz) adlı kitabından. Ayrıca, Missourili senatör Thomas Hart Benton (1782-1858) Başkan Jackson’a karşı 1937’deki ünlü konuşmasında kullanmıştır.
42 Charles Cornwallis (1738-1805): Birlikleri Yorktown’da 1781 yılında Amerikalılarca kesin yenilgiye uğratılan ingiliz general. Bu savaşla bağımsızlık savaşı kesin bir sona ulaşmıştır. Corn, mısır anlamına gelmektedir.
43 Demirci: Smith. “John Smith”, yaygın olarak kullanılan isim. Sokaktaki adam, herhangi biri. Tersi: Taylor. Zachary Taylor (1784-1850), Amerika’nın on ikinci başkanı.