Büyülü Dağ – Thomas Mann. İnsanı, zamanın dışına çıkaran; hastalık, aşk ve ölüm’ü anlatan roman

Thomas Mann, roman sanatının bütün incelikleriyle yarattığı, ironik bir üslupla sunduğu, 12 yıl aralıksız çalışma ile tamamladığı “Büyülü Dağ” (Der Zauberberg), adlı yapıtında; zaman, karşıt kültürler, aşk, hastalık, ölüm gibi evrensel temaları işliyor.
Birinci Dünya Savaşı öncesinde çağın dünya sorunlarını, bir uygarlığın çöküşünü inceleyen, burjuva geleneğini ve ahlâkını yer yer sertçe, ironik bir dille eleştiren “Büyülü Dağ” (Der Zauberberg), çağa tutulan bir ayna olma niteliği ile bir başyapıt.

Hastalık, aşk ve ölüm; insanı zamanın dışına çıkaran uç deneyimler arasında sayılabilir. Büyülü Dağ, bu zorlu kavramları okuruyla birlikte tartışarak, hayatı ve zamanı sorgulatmakta, tüm bunları tartışan sanatı ve anlatıyı deşifre etmektedir: ?Bir öykü zamanı doldurduğu için müzik gibidir; onu ?çok hoş bir biçimde doldurur?, ?süreçlere böler? ve böylece ?bir şey haline gelmesini ve bir şeylerin oluşmasını? sağlar. Zaman, yaşamın bir öğesi olduğu kadar, anlatımın da bir öğesidir ve nesneler nasıl mekana bağlıysa, zaman da anlatıma bağlıdır. Zamanı ölçüp bölen ve onu birdenbire oyalayıcı ve değerli yapan müziğin de öğesidir o.

Öykü de müziğe benzer ve kendini, bir sona doğru yol alan art arda olaylarla ortaya koyar ve bir öykü her an var olmaya çabalarsa yine de zamana gereksinimi vardır. ?Beş Dakikalık Bir Vals? adlı bir müzik parçası beş dakika sürer ve zamanla bağlantısı kesinlikle bu kadardır. Oysa, anlatılması beş dakika alan bir öykünün içeriği, bu beş dakikayı doldurmada olağanüstü titiz davranıldığında bin kez daha uzayabilir ve düşsel zaman bağlamında, anlatılması çok uzun sürse de, sıkıcı olmaz.?

Ve öykünün zamanı ölümle tamamlanır: ?Bir bilgenin dediği gibi, biz varolduğumuz sürece ölüm yoktur, ölüm olduğunda da biz yokuz. Bizimle ilgili bir şey değil ölüm – olsa olsa doğaya ve tüm dünyaya ait ve işte bu nedenle tüm yaratıklar onu bencil bir saflıkla, sakin, ilgisiz ve sorumsuzca düşünebiliyorlar… Karanlıktan gelir karanlığa gider, arada da deneyimlerden geçeriz. Ama başlangıcı ve sonu, doğumu ve ölümü hiçbir zaman yaşayamayız. Öznel bağlamda onların bilincinde değiliz – onlar yalnızca nesnel olayların dünyasında var. İşte bu kadar.?


Büyülü Dağ, zamanı yenebilmiş ender romanlardan biridir. Daha Önsöz?ünden başlayarak: ?Öykümüzün eski oluşunun ona bir zararı yok, tersine iyi bile çünkü tarih gibi, öyküler de eski zamanlarda geçmiş olmalıdırlar ve bir öykü ne kadar eskiyse bu, hem öykü açısından hem de geçmiş zaman kipleriyle mırıldanan sihirbaz anlatıcısı açısından o kadar iyi olur. Günümüzdeki birçok insan gibi -öykü anlatıcılarının da onlardan aşağı kalır bir yanı yok- öykümüzün de sorunu şu: Yıllarla bağlantısı olmayan eskiliği günlerle de ölçülebilecek gibi değil; sırtına binen yaşlılık yükü güneşin çevresindeki yörüngelerle de bir tutulamaz, yani kısacası, geçmişte kalmış olmasını aslında zamana borçlu değil. Bunu demekle zaman denen gizemli öğenin sorunlu ve kendine özgü doğasına şimdilik şöyle bir değinmiş oluyoruz.?

Romanın kahramanı, uluslararası bir sanatoryuma, üç haftalığına kuzenini ziyarete gelen, okulundan yeni mezun, entelektüel bir mühendistir. Orada fark edilen rahatsızlığı yüzünden ziyareti yedi yıla tırmanınca, geçici tatil zamanı ile zamanın rutine bindiği günler birbirinin yerine geçmekte, sanatoryumda istirahat edip birlikte ?zamanı tüketenler?in sıradan tartışmaları ve derin felsefi arayışları arasında zamanın hiç fark edilemediği bir noktaya gelinmektedir.

Bir madende mahzur kalan işçilerin dışarı çıktıklarında üç gün olduğunu tahmin ettikleri on günlük esaretleri gibi, üç haftanın (ve hatta gerektiğinde bir dakikanın) yoğunluğuyla, yedi yılın kayıp gitmesi arasında sıkışıp genişleyen bir zamandır bu. An kırılmakta bazen yıla eklenmekte, yıl kopmakta bazen anda yaşamaktadır. Kırılgan ve iyice duyarlılaşan hasta insan aklının heyecanları ve gelgitleri içinden görülür zaman ve o zamanların dünyası (elbette, aynı zamanda o dünyaların zamanı).

Büyülü Dağ?da anlatıcının bazen araya girip okurla özel sohbetler geliştirmesi, onu ve mevzuyu hafiften ti?ye alması, Thomas Mann?ın derinden işleyen alaycılığı, roman kahramanlarının ağzından geliştirilen ağır felsefeyi kısmen rahatlatmakta, romanın akıcılığına güç katmaktadır.

İyi bir roman okumak; sayfaları çevirip kahramanların heyecanına kapılırken zamanı unutmak; farklı bir zamanı, başkasının zamanını yaşarken okurun yaşaması gereken zaman üzerine odaklanmak; kısacası esaslı bir okuma deneyiminin içinden geçerken hem zaman hakkında düşünmek hem de onun dışına çıkmak, çok sık karşılaştığımız durumlar-deneyimler arasında değil. Bugünün toplumu ve edebiyat ortamı hesaba katılarak, ?yeniden yazılması mümkün değil? denilen o eski klasikleri okurken yaşıyoruz çoğunlukla bu ender deneyimleri.
Thomas Mann?ın baş yapıtı olan “Büyülü Dağ” zaman nehrinde yüzerek anlatılır. Gerçekten de nehir gibidir bu roman. Zaman, nehirler boyunca akıp gider. Sırf uzun soluklu olmasından değil, cümlelerin okurun aklında su gibi akıp gitmesinden hareketle yakışır bu benzetme. İki kere yıkanamazsınız aynı suyun içerisinde; nehrin iki yakasında (metinle okur arasında) ve suyun (cümlelerin) akışında yaşanan diyalektik, okurun zihnini ve algılarını açar.

Romanın zamanla sınavı, bu yazın türü ortaya çıkalı beri, temel meselelerden biridir aslında. Kimisine göre roman, zamanı akıtabilmek, denetleyebilmek sanatıdır. Kimisine göre yazmak, zamanın geçişini yumuşatmaktır. Kimisine göre zamanın, bir saate ya da bir ömre sığabilen gerilimini verebilmektir. Diğer yazın türleriyle karşılaştırıldığında ve örneğin sadece ?uzunlamasına? bakıldığında, şiirin saati, saniyelerle, romanınki asırlarla ölçülebilir. Oysa ?genişlemesine? bakıldığında (tabii yazarına da bağlı olarak) geçebilir şiirin saati romanınkini. Yazın türleri arasındaki farklar nasıl oluşursa oluşsun, zamanın zaptedilip okura sunulması, meselenin esasıdır.
Bir romandaki olayları kurgulamak, hangi zaman sırası ve sıçrayışlarıyla yol alınabileceğine dair tekin olmayan bir bölgede yürümeye çalışmak, ötesinde, bölgenin güvenliğini de sağlamak gibidir. Zaman karşısındaki kaypak konum, en ciddi güvensizlik kaynaklarından biridir. Roman, bu güvensizlikle birlikte, bir anlamda zamanı da yenebilmek değil midir?

1924 yılında basılan bir ?iç yolculuk? romanı olan Büyülü Dağ, Hans Castorp?un, farkındalık ve bilinçlenme yolunda, kendini eğitmedeki zorlu uğraşını anlatır.
Otobiyografik ögeler taşıyan bu olay aslında Mann?nın da başından geçmiştir. O da kitap kahramanı gibi, bir arkadaşını ziyarete gittiği sanatoryumda öksürüğü nedeniyle muayene edilince kendisine sanatoryumda kalması önerilir Ancak Mann ?aşağı? ya dönmeyi ve ?Büyülü Dağ? ı yazmayı tercih eder. Mann daha sonraları ?eğer orada kalsaydım belki bugün hala orada olurdum? demiş.
Sanatoryumdaki hastaların anlatıldığı ?Büyülü Dağ? alegorik olarak savaş öncesi Avrupasının çürümüşlüğünü yansıtan bir romandır. Yalnızca bireylerin değil bütün bir dönemin hastalandığı bir süreçtir bu. Romanda şövenistik ve ileri derecede hastalıklı Avrupa ?nın kendi içine kapanışını görebiliriz. Kapitalist, burjuva toplumundaki çöküş, hastalığın kendisidir. Mann, ?İnsan yalnızca kendi özel hayatını değil aynı zamanda bilinçaltında kendi devrinin ve kendi çağdaşlarının hayatını yaşar.? der.
Sonunda hastalığın egemen olduğu varsayılan çürümüş ?yukarı?da Castorp yolunu bularak iyileşecek; normal, sağlıklı, gamsız, olduğu varsayılan ?aşağı? daki burjuva toplumu ise kendini savaş ve hastalık içinde bulacaktır.
Zaman
?Zaman nedir? Bir gizdir.? elle tutulamayan ve herşeye kadir olan. Dış dünyanın bir önkoşulu, mekanda var ve olan hareket eden cisimlerle kaynaşmış bütünleşmiş bir hareket . Ama hareket olmasaydı zaman olur muydu? Sor bakalım ! Zaman, mekanın işlevi mi? Ya da tam tersi mi ? Yoksa ikisi özdeş mi ? Bir soralım dedik.? ”
(s 11)

Kitabın ana temalarından biri de ?zaman?. ?Yukarıda? sanatoryumdaki zaman ile ?aşağıda? düzlükteki zaman kavramı arasındaki fark büyüktür. Yukarıda, bölümlere ayrılmayan anlamsız, tekdüze bir ?sonsuz şimdi?, ?zamansız zaman? içinde yaşanmaktadır. Aşağıda ise her hareket stresli saat tiktaklarına bağlanmaktadır.
Castorp zamanın hep aynı olmadığını, bizim deneyimlerimiz kadar kısa ya da uzun olduğunu söyler. Bu deneyimlerimize göre zaman uzayıp kısalır, genişler daralır. İnsanın hastalanıp yatağa düştüğü günlerin, hatta ard arda gelen, monoton günlerin nasıl hızla geçtiğini biliriz. Yalnızca kendini yineleyen, sonsuz bir gündür. Günler birbiri üzerine yığılır ve insan bir tekdüzelik, durağanlık, sonsuzluk kavramı içinde yaşar. Bu görüş Castorp için de geçerli olmuş ve artık ?şimdi? bir ay, ya da bir yıl önceki ?şimdiye? karışır olmuş ve ?her zamana? dönüşmeye başlamıştı.
Sanatoryumdaki zaman kavramının yokluğuna alışamayan ve bir an önce birliğine katılmak isteyen disiplinli, dürüst asker Joacim için ise bir dakika, saatinin yelkovanının kadranda bir tur yaptığı yaptığı bir zaman parçasıdır. Castorp ?zamanı mekan ile ölçtüğümüzü söyler.? Bu ilginç varsayımı: ?Hamburg?dan Davos?a yayan giderseniz yirmi saatte varırsınız ama bu yolculuk beyninizde yalnızca bir andır.? diye açıklar.

İnsanın deneyimlerini yaşadığı kadar bir süredir zaman. Berghof Sanatoryumunda bir gün bir ay, belirgin bir zaman dilimi değildir. Bir gün: bir ay, ya da bir yıl olarak algılanabilir.
Mann ?Gerçek zaman, bölünme diye birşey bilmez aslında. Yeni bir ayın başlangıcında ne gök gürültüleri, ne de borozan sesleri duyulur; yeni bir yüzyılın başlangıcında da top atan ve çan çalan. biz, ölümlüler, oluruz.? der.


Zamanın deneyimlerle yorumlanan bu farklı anlatımı kitabın teknik kurgusuna da yansır. Kitabın birinci bölümü yalnızca Hans Castorp’un sanatoryumda geçirdiği ilk gününü anlatır. ?Yolu ilk defa geçtiğinizde daha uzundur.? Dördüncü bölümden sonra artık haftalar, aylar hatta yıllar birbirini kovalayacaktır. Castorp bu kesintisiz süregiden zaman kavramına alıştıkça onun için zaman gerçekten akıp gidecek, romanın akışı da aynı derece hızlanarak daha ileri bölümlerde, ayları, giderek yılları kapsayacaktır. ?…zaman yazgının darbesini yiyen kahramanımız genç Hans Castorp için nasıl uzayıp kısalıyorsa, iyi bir sıralama ve öykü kurallarına göre bizim zaman deneyimimizin de aynı biçimde uzayıp kısalması, genişlemesi, daralması gerekiyor… ? der Mann.
Yakalandığı tipide yolunu kaybeden ve sanatoryuma gittiğini sanarak karda sürekli daireler çizen Castorp. ?iç yolculuğunun? doruğa ulaştığı ve aydınlanma ile sonuçlandığı ?Kar? adlı bölümde, zamanın bir tek çizgi izleyemiyeceğini, yani ?lineer? bir zaman kavramının olamıyacağını; mevsimlerle döngüsel olarak yinelendiğini ve döngüsel bir ortamda ?lineer? i aramanın imkansız olduğunu anlar.

?BİLDUNGSROMAN?
Oniki yıl aralıksız çalışma ile tamamlanan Büyülü Dağ ?Bildungsroman? geleneğinde yazılmıştır. ?Bildungsroman? kahramanın kendisini yapılandırmak üzere çıktığı bir ?iç yolculuğun? ve bu yolculuk sırasındaki ?eğitim sürecinin? romanıdır. Kahramanın hem kendini tanıma, bilinçlenme, hem de dünyadaki rolünü anlamak için çeşitli evrelerden geçerek ?Büyülü bir Dağ? doruğuna ulaştığnı anlatır. Kahramanın kendisi dışındaki karakterler yalnızca ana kişiye bu özel yolculuğunda hizmet için kullanılır.
Kitabın girişinde Hans Castorp?tan ?sıradan? bir insan olarak sözedilir ama kitap ilerledikçe Castorp?un hiç te öyle sıradan bir kişi olmadığını görecek ?Büyülü Dağ? daki kişisel eğitim sürecinde yoluna çıkan ?dualist? (ikilemci) ögelerden yararlanarak, ama kendisini bunlardan hiç birisine adamadan ?iç yolculuğuna? devam ettiğini göreceğiz.
Sanatoryum?da dünyanın değişik yörelerinden gelen zengin insanlar farklı davranışları, aksaklıkları, eksiklikleriyle hasta bir dünyanın, hastalıklı örnekleridir. Kendi dünyalarına hapsolmuş, zaman kavramını yitirmiş, zevk ve sefa alemine dalmış bu basit insanlar kitabın sonuna kadar hiç ilerleme kaydetmeden aynı kalırlar. Basit Frau Stohr. Hans Castorp’un tutkun olduğu pasif ve tensel Clavdia Chauchat, çıkarcı doktor Behrens gibi. Hans Castorp?un ateşinin yükselmesi, farkındalığının göstergesi ve bilincinin ve zekasının giderek keskinleşmesi anlamını taşımaktadır.
Castorp?un manevi ilerlemesinde ona öncülük eden, yol gösteren en önemli kişilerden biri, aklın, mantığın ve demokrasinin savunucusu, hümanist İtalyan Settembirini; diğeri ise onun karşıtı olan Yahudilikten dönme Cizvit papazı Naptha?dır. Her ikisi de onun bu ?iç yolculuğuna? önemli ölçüde yön verirler.
?Leitmotif?
Kitapta ayrıca, müzikte bir kişininin, bir olayın, bir yerin tanımını yapmak için kullanılan ve bu olgularla yeniden karşılaştılığında yinelenen ?leitmotif? tekniğinden yararlanılmıştır. Joachim omuzunu silker, Hans Maria Mancini purolarını tütürür, battaniyeler hastalığı anlatır, günde iki kez sunulan çorba, zamanı dilimlere ayırır. Hippe ve Clavdia kalem aracılığı bir leitmotifi paylaşırlar. Castorp Clavdia?ya duyduğu güçlü çekimin kaynağının gençlik yıllarındaki arkadaşı Hippe?ye duyduğu tutku ile paralel olduğunu bulgular. Yıllar önce Hippe?de ödünç aldığı kalemi daha sonra soyut olarak Clavdia?ya iade edecektir. ?Kalem? olayı kitabın ana ?leitmotif?lerinden birini teşkil etmektedir.
Mann?nın kullandığı motiflerden bir diğeri ise ?7? sayıdır. Sanatoryumda yedi masa vardır, Hans Castorp’un eğitmenlerinden biri Settembrinidir ?sette? İtalyancada yedi anlamına gelmektedir. Hans yedi yıl dağda kalır. Savaş alanına varmak için yedi saat yol yürür. Kitap yedi bölümden oluşur, Yedi sayısı Mann?ın mistik-metafizik leitmotiflerindendir.
Müzik de kitabın ilginç motiflerinden biridir. Joachim, müziğin, zamanı eşit parçalara böldüğünü ve böylece zamandan daha fazla tat almayı sağladığını söyler. Aksi takdirde zaman tek bir bütün halinde süregidecektir.
Settembrini müziğin duygusal olduğunu ve bu nedenle yıkıcı olabileceğini belirtir. Bir bakıma haklıdır da. Daha sonraki yıllarda Wagner?in müziği, Naziler arasında bir toplu histeri yaratmıştır.
Doğu ile Batı Sentezi
Mann aristokrat aile yapısı nedeniyle zaman zaman, geleneksellikle ve tutuculukla suçlanmıştır. Batı usulu demokrosinin Almanya?nın gereksimleri doğrultusunda hiç değiştirilmeden uygulanmasına karşı çıkmış ve Almanya?nın batı ile doğu arasında birleştirici bir rol oynamasının doğru olacağı düşüncesini korumuştur. Mann?ın çok sevdiği temalardan biri insanın gelenekleriyle şekillendiği fikridir. Castorp kendisini Almanya?da bir kayıkta gölün karşı yakasına geçerken görür. Alacakaranlıkta ay doğudan doğarken, güneş batıdan batmaktadır. Alacakaranlık Almanya?nın içinde bulunduğu bulanık ortamı simgelerken ay doğuyu, güneş batıyı simgelemektedir. Doğu batı sentezi fikri günümüzde de güncelliğini korumaktadır.
?İç Yol?
Savaş öncesi fırtına durgunluğunda yaşayan, zaman ve mekan kavramlarından soyutlanmış Berghof sanatoryumu sakinlerinden her biri, gerçekte Hans Castorp’un benliğinin, ve alegorik olarak Avrupa?nın bir parçasını temsil eder. Hans Castorp’un ?içsel yolculuğu? süresince her birinin aksaklığını, karşıtlıklar aracılığıyla görecek ve her birinin üstesinden gelerek bu ?büyülü? yolculukta doruğa doğru yol alacaktır.
Settembrini : Akıl ve mantığın sözcüsü, hümanist Settembrini Castorp?un, hastalık ve ölümde onurlu bir yön görmesine şaşar. Ona göre beden, özgürlüğe giden yolu tıkamadıkça saygındır. Bu yüzden hastalığa tepeden bakar. Castorp ise entelektüel yanının en fazla hastalık ve ölüm karşısında çalıştığını hastalığının onu duygusallaştırdığını ve bu nedenle farkındalığını arttırdığını söyler. Settembrini bir yandan demokrasi ve liberalizmin havariliğini yaparken diğer yandan inançlarında dogmatik ve fanatiktir.
Mann, Castorp?un kendini tanımasına araç olarak ?dualizm? tekniğini kullanır. Bu karşıtlıkların çatışmasından, Castorp?un kendi düşünceleri uç verecek ve o, bilinçlenme yolculuğuna devam edecektir. Birbirine zıt kişilikler olarak çizilen Settembrini ve Cauchat Hans Castorp’un kendisini bulmada birer atlama taşı olacaklardır.
Clavdia : Hans Castorp sanatoryumdaki hastalardan biri olan Clavdia Chauchat?a tutulur. Clavdia?nın rontgenini bir fetişist gibi saklar. Tensel cazibesi ile Castorp?u büyüleyen Clavdia Chauchat, mantıksız, duygusal, pasif kişiliği ile Settembrini?ye kutup oluşturmaktadır.
Behrens : Settembrini?nin eğitimini aşan Castorp bu defa da sanatoryumun başhekimi Behrens?i incelemeye yönelir. Bezgin, inançsız, fırsatçı Behrens yaşam ve ölümün okidasyonun iki yüzü olduğunu; yaşamın bir hücre proteininin oksidasyonu olduğunu ve aynı zamanda ölmek anlamına geldiğini söyler. Ona göre yaşam da ölüm kokar. Hans Castorp Behrens?in çürümüş, pesimist, sevgisiz söylemini kabul etmez. Anatomy kitaplarını yutar gibi okur. Okudukça hayata saygısı artar. Beden ve ruh ilişkisini sorgulamaya devam eder.
Dağ havası Castorpun hastalığını arttırmaktadır. Hasta durumda iken insanın tamamen duygusal olduğunu, duygusal insanın hayatı daha iyi çözdüğünü anladığı için hastalığı şehvetle karışık bir istekle ister. Evine dağda kalması gerektiğini yazarken mutludur. Artık dağda kalacak ve karmaşık sorularına cevap arayacaktır.
Clavdia?ya ?…sen simyasal ve Hermetik eğitimi duymamışsındır ? bir yücelme. Maddeyi aşma ve daha yüce olana doğru bir yükselmedir bu… ölüm saplantısı yaşamı ve insanlığı sevmeye yol açar. … İki yaşam yolu vardır: iyi. doğru ve düzgün olan; kötü olan ölümden geçer, dahiyane olan da budur.?
Okudukları sonucunda entelektüel ve fiziksel hayatın dengesini amaç haline getiren Castorp, bütün engellere rağmen, bütün çatallanmaların üzerine çıkacağı ?iç yolu? üzerinde yürümeye devam eder Castorp?a göre insan ancak karanlıkları aştığında aklın çızdiği yolu daha net bulur. ?Ölümün tehlikesi olmadan iyileşme; ateş olmadan arınma; günah olmadan bağışlanma mümkün değildir. ?
Sanatoryumdaki çılgın ?Walpurgis Gecesi? sona erip Clavdia Chauchat da sanatoryumdan ayrılınca Castorp aptal aşık kimliğini bırakarak botanik çalışmalarına başlar.
Naphta : Hans Castorp bilgi ve hayatı kavrama yolundaki arayışlarını sürdürmektedir. Akılcı ve ahlakçı Settembrini Joacin ve Castorp’u sanatın doğasını ve insanla ilişkisini anlatmayı amaçlayan estetik felsefeye inanan Naphta ile tanıştırır. Naphta insanın irrasyonel olan şeylere rasyonel olanlardan daha fazla itibar ettiğini söyler
Settembrini ile Naphta?nın bitmez tükenmez tartışmalarında Settembri?nin sorusu, evrende monistik bir prensibin var olup olmadığı, veya Naphta?nın savunduğu gibi ruh ve maddenin birbiriyle çatışan iki ayrı kuvvet olup olmadığıdır.
Tartışmaları politika alanına sıçrar. Naphta doğal yasanın demokrasinin temeli olduğunu savunur, ve doğal yasaların tanrısal yasaların bir aynası olduğunu söyler.
Konu engizisyona gelir. Naphta engizisyonun ruhları kurtarmak için yapıldığını söyler ve kurtuluşun ancak ?mutlu günah? ?felix culpa? sonucunda gelen pişmanlıkla gerçekleşeceğini anlatır.
Settembrini gibi Naphta da yalnızca kendi görüşünün doğru olduğunu iddia eder. Castorp her ikisine de hayrandır ama her ikisinin de temsil ettiği sistemlerdeki eksikliklerini görmektedir. Giderek dünyadaki uyumu görmektedir. Böylece Mann ne Settembrinin ne de Naphta?nın yanını tutmaktadır.
Joachim : Görevine düşkün, dürüst, vatanperver asker Joachim hayattaki ?düzenli, samimi, sorumluluk sahibi ve dürüst? insan prototipini çizmektedir. Joachim iyileşmemesine rağmen birliğine katılmak üzere dağdan ayrılır ama sağlığının daha fazla kötülemesi üzerine sanatoryuma geri dönmek zorunda kalır.
Mynheer Peeperkorn : Hans Castorp’un ruhsal eğitimine hizmet amacı ile Mann, okuyucuyu Mynheer Peeperkorn adlı Javalı büyük bir çiftlik sahibi ile tanıştırır. Mantıksız, değişken mizaçlı, nasıl davranacağı önceden kestirilemeyen bir tiptir Mynheer Peeperkorn. Herşeyi birden söylemek ister ama sonuçta söylediklerinden bir anlam çıkarılamaz. Buna rağmen çok etkin bir kişiliğe sahiptir. Sanatoryumdakileri idaresi altına alır. Karizmatik kişiliği Hitler?i andırmaktadır. Doğuyu temsil eden Clavdia ve Peeperkorn, baskı, esaret ve mantıksızlığın yüzlerini okuyucuya göstermektedir.
Karda ?Aydınlanma?
Cadılar Bayramı çılgınlıklarını anlatan ?Walpurgis Gecesi? gibi ?Kar? bölümü de kitabın dönemeçlerinden biridir. ?Walpurgis Gecesinde? başladığı ruhsal yolculuğunda iç görüşü bulanıklaşan Hans Castorp muhteşem ?Kar? bölümünde aydınlığa kavuşacaktır.
Kabuslar, ile hayallerin iç içe geçtiği, leitmotiflerle bezenmiş, zamanın döngüselliği içinde, dağın görkemli büyüsü gözler önüne serilmektedir. ?Kör kaos?, ?beyaz karanlık? dediği kar yüklü doğada yolunu kaybeden Hans Castorp ölüm ile pençeleşir. Kar içinde bu savrulma Hans Castorp’un içinde bulunduğu ruhsal kargaşanın sembolüdür.
Hans Castorp kar kaosu içinde yarı donmuş haldeyken hayalinde, bir renk cümbüşünün içinde, Akdeniz kıyılarında tatil yapan mutlu insanları, şarkılar söyleyen bir baritonu, mitolojik figürleri, mutlulukla oynayan ?güneşin çocukları? nı görür. Hayatın mutlu yönlerinin yansımasıdır bu. Ancak biraz daha ileriye baktığında, bir çocuğu parçalayan ve onu kanlı elleriyle yiyen cadılar görür. Bu kabus ta hayatın acımasızlığını, çürümüşlüğünü ve yaklaşan savaşı simgelemektedir. Gördüğü bu kabuslar ve hayaller, insan hayatının dualizmini göstermektedir. Bilincinin sınırında olan Hans Castorp, bir aydınlanma anı ile bu dualizmi aşacak ve ruhsal erginliğe ulaşacaktır.
Başlangıçtan beri yaşam-ölüm iklilemini sorgulayan Castorp ?Bedeni ve yaşamı tanıyan ölümü de tanır. … ölüme ve hastalığa olan ilgimiz yaşama duyduğumuz ilginin ifadesinden öte birşey değil .? der.
Artık Settembirini ve Naphta?nın entelektüel kısırlıklarını görmektedir. Sevginin kıvılcımı olmadan hiç biri, hiç bir şeyi çözemeyecektir. O, ne Naphta?nın ne de Settembrini?nin tarafını tutacaktır. İkisinin de palavracı olduğunu söyler. Onun için biri şehvet düşkünü ve sivri dilli, öbürü ise ha bire akıl borusunu çalıp bir bakışıyla delilerin aklını başına getirdiğini sanan bir düzenbazdır.
Castorp kısaca şu sonuca varır: insan zıtlıkların efendisi ve aynı zamanda da yaratıcısıdır. İnsanoğlu dizginlenmeyen mantık (Settembrini), veya terkedilen mantık (Naphta) yoluyla hiç bir şeyi çözemeyecektır. Soyut sistemler insanın emrinde olduğuna göre insan bu sistemlerin üstüne çıkmalıdır. Castorp ta bu insan için savaşmaya karar verir. Ölümün, düşüncelerini hakimiyeti altına almasına izin vermeyecektir.
?İnsan karşıtlıkların efendisi, tüm bu karşılıklar o var diye var. Demek ki o, karşıtlıklardan daha soylu. Ölümden de daha soylu, ölüme göre fazla soylu. Ona zihinsel özgürlüğünü veren bu. Yaşamdan da daha soylu. Yaşama göre fazla soylu Ona yüreğindeki inancı veren bu.
Aşk ölüme karşıdır ve yalnızca o, ölümden güçlüdür, akıl değil. Biçimin kaynağı da aşk ve iyiliktir; anlayış ve dostlukla kurulu bir topluluğa, güzel insanlardan oluşan bir devlete biçim ve kültürünü veren de odur.
Ah, ne kadar aydınlık bir düş gördüm… İyileşeceğim ve ölümün düşüncelerime egemen olmasını engelleyeceğim. Çünkü iyilik ve kardeşçe sevgi burada yatıyor. İnsan iyilik ve aşk adına, ölümün düşüncelerine egemen olmasına izin vermemelidir.? der.
Gördüğü rüyadan çok etkilenen Castorp insanın rüyalarını sadece terk başına değil, toplum olarak ta görmekte olduğunu anlar. O da her birey gibi bilinçli ya da bilinçsiz yalnız kendi hayatını değil “çağının ve çağdaşlarının da hayatını yaşamaktadır.
Savaş öncesi boğucu bir gerginliğin egemen olduğu ve Avrupa?nın sinirlerinin yay gibi gerildiği günlerde, dağda da iyi niyetin ve mantıklı tartışmaların yokolması, sonun başlangıcını hazırlar. Hiç yoktan hastalar birbirleri ile kavgaya tutuşur. Naziler yahudilere, Polonyalılar birbirlerine saldırır. Sözlerle başlayan tartışmalar düpedüz kavgaya döner.
Settembirini ile Naphta bir entelektüel anlaşmazlık sonucunda bir düelloda karşı karşıya gelir. Hümanist Settembirini rakibine değil havaya ateş edince onuru kırılan Naphta kendini vurarak intihar eder.
Hikayenin ivmesi o kadar hızla artmaktadır ki artık büyülü dağın sınırlarını aşmakta ve Castorp?u yeniden dikkatle ölçülen ?aşağıdaki? zaman eksenine fırlatmaktadır
Hans Castorp dağdan ayrılır ve birliğine katılmak üzere yola çıkar. Savaşın dehşeti içinde ilerleyen Hans bir ateş. demir, kurşun yağmuru altında parçalanmış cesetler arasında yol alır. Mann ?İki kişi orada (güllelerden korunmak için) kendilerini yan yana yere atmışlardı, oysa şimdi birbirlerine karışarak yittiler.? der. Savaşın anlamsızlığını sorgulamaktadır. ?Tüfeklerine süngü takılı, sırt çantalı oğlanlar. Üstleri başları ve botları kir içinde ? insan onlara daha insancıl ve güzel baktığında farklı resimler düşleyebiliyor. İçlerinden birinin sahilde atını mahmuzladığını, yüzdüğünü, yürürlerken dudaklarını tatlı sevgilisinin kulağına dokundurduğunu, ya da başka bir oğlana yay tutmasını öğrettiğini görebiliyor. Oysa o. burnu, ateşten bir pisliğin içinde öylece yatıyor. Gerekeni, bitip tükenmez korkular ve tanımlanamaz ana ve yuva özlemiyle de olsa severek yapmaları utanç verici, ama aynı zamanda da yüce bir olgu ? ama onları bu duruma sokmak için yeterlı bir neden olmasa gerek…?
Castorp eğitsel iç yolculuğu tamamlanmış mıdır bilemeyiz. Ona göre hayat ve ölüm aynı fenomenin iki yüzüdür. İkisi de birbirinin varlığı olmadan yaşayamaz. Yalnızca sevgi, insanlığa barış sağlayabilecek tek olgudur. Bu yüzden savaş alanına varmak üzere çamurda bata çıka yürürken aşk ve barış özlemi ile dolu Schubert?in ?Ihlamur Ağacı? şarkısını söyler.
?Kabuğuna kazıdım,
Öyle çok sevgi sözcüğünü ki…
Ve tüm dalları hışırdıyordu
Beni çağırırcasına…?
Hans, mermilerin, topların, bombaların, toprak, ateş, demir ve insan parçacıkları kustuğu savaş alanında ilerlerken Mann sevgi, çaresizlik ve ümitsizlik içinde hüzünle onun arkasından bakmaktadır.
?Uğurlar olsun sana Hans Castorp, yaşamın sadık ama sorunlu çocuğu. Öykün sona erdi. … Ne ilgi çekmeyecek kadar kısa, ne de sıkacak kadar uzundu. Hermetik bir öyküydü. Yaşasan da, olduğun yerde kalsan da ? hoşça kal Hans ! Gelceğin pek parlak sayılmaz. Yakalandığın kötülük dolu dans daha birçok günah dolu yıl sürecek ve biz senin bu işten sağ çıkacağına bahse giremeyiz … Geçirdiğin ruhsal ve bedensel deneyimler sıradanlığını yüceltti ve bedeninin dayanamıyacağına ruhunun dayanamasını sağladı… bu cinsel bedenden ve ölümden bir aşk düşünün doğabileceğini sezinlediğin anlar oldu. Dünyadaki bu ölüm şenliğinden, ve bu yağmurlu akşam gökyüzünü, kızgın alevlere boğan, bu çirkin ateşten de günün birinde sevgi doğar mı dersin?? (s458)
Thomas Mann’ın yaşam öyküsü
Paul Thomas Mann 20. yüzyılın en önemli Alman yazarlarından biridir. Mann, Thomas Johann Heinrich Mann adlı Lübeck’li bir tüccarın ikinci oğlu olarak 6 Haziran 1875’de Almanya’da dünyaya geldi. 1893’te orta okulu bitiren Mann, çok nefret ettiği okuldan ayrılarak annesi ve kardeşleriyle birlikte Münih’e taşındı. Burada bir sigorta şirketine gönüllü stajyer olarak girdi ve 1895/96 yıllarında Teknik Üniversite’de okudu.
Babası senator olan ve annesi müzikle uğraşan bir kişi olan Mann, çok üst düzey bir kültür ile yetişti. Annesinin çevresi nedeniyle müzisyen dostları evlerinde hiç eksik olmadı. Örneğin; Wagner, ailenin yakın dostlarından biridir. Mann, Johann Wolfgang von Goethe’nin yapıtlarını kendi yapıtında bir tüzük ve konu bulmada örnek olarak kullandı. Buddenbrooks adlı romanında örnek olacak biçimde anlatıldığı gibi, yapıtlarının başlıca konusunu burjuvazinin yozlaşması oluşturmaktadır.
Bu kültürel, geleneklerine bağlı, koyu Protestan atmosfer Mann?ın 1901 yılında yazdığı otobiyografik özellikler taşıyan Buddenbrooks adlı epik romanının temelini teşkil etmiş. Kitap basılır basılmaz büyük bir başarı elde etmiş. Buddenbrooks?u yazarken Mann, Schopenhauer ve Nietzsche okumaya başlamış Mann?nın ailesinden kaynaklanan geleneksel sosyal ve politik fikirleri değişime uğramış. Kendini bir “burjuva” dünyasında kaybolmuş hisseden Mann ?sanatçı ve burjuva?, ?ruh ve doğa?, ?ölüm ve yaşam? ikilemleri karşısında hayranlık duymaya başlamış.
Mann’ın ikinci başarısı, altı öykü içeren Tristan derlemesi (1903) çerçevesinde çıkan Tonio Kroger adlı öyküsüdür. Tonio Kröger’de sanatla burjuva hayat arasındaki zıtlık yansıtılmaktadır. Konu kahramanı hayatın ne kadar boş olduğunu anlayarak aşk ve doyuma varma olanağını elinden kaçırır. Mann, 1905’te bir profesörün kızı Katia Pringsheim ile evlenerek onunla birlikte, aralarında Erika, 1905; Klaus, 1906; ve Golo, 1909 adlı sonraki yazarlar da olmak üzere, altı çocuk sahibi oldular. Evlenmesiyle ve buna bağlı olarak toplumda kendine bir ad yapması nedeniyle muhafazakâr siyasal görüşleri sağlamlaştı. 1912’de soysuzlaşmış yaşam tarzı yüzünden mahva sürüklenen bir sanatçının öyküsünü anlatan Der Tod in Venediği (Venedik’te Ölüm) yazdı. Tadzio adlı delikanlıya karşı duyduğu aşk sanatçının Venedik’te ölmesiyle son bulur.
1905 yılında Katja Pringsheim ile evlenmiş ve altı çocuğu olmuş. 1920 li yıllarda hem tutucu hem de sosyalist çevreleri yükselen Nazizim tehlikesine karşı birleşmeleri için çağrılarda bulunmuş. 1924 yılında Büyülü Dağ basılmış. 1929 yılında Buddenbrook başarısını temel alarak kendisine Nobel Ödülü verilmiş. Ama pek çok eleştirmen ve okur bu ödülün ?Büyülü Dağ? ı temel alarak verilmesi gerektiğinde fikir birliği yapmışlar.
Hitler?in Almanya?ya hakim olmasının ardından Mann İsviçre?ye iltica etmiş ve daha sonra Amerika Birleşik Devletlerine göçmüş, 1933 yılında konusu açısından İncil’deki örneğine dayanan Joseph und seine Brüder (Yusuf ve Erkek Kardeşleri) adlı roman dörtlemesinin birinci cildi çıktı. Yusuf hayal peşinde koşan bir genç iken, sorumluluğunun bilincinde bir devlet adamı haline gelir.
Mann bu tiplemesiyle ilk kez mahvolmaya mahkûm olmayıp gelecek için umut veren bir karakteri anlatır. Yazar bu yapıtıyla kendi politik gelişmesini ima ederek faşizmin yenilebileceğine ilişkin umutlarını dile getirir. Mann, 1936 yılında Alman uyruğundan çıkarıldı. Çekoslovak uyruğuna geçerek 1938’de ABD’ye taşındı. Burada 1939’da Lotte in Weimarı yazdı. Mann bu Goethe romanında bu büyük idealinin portresini anlaşılmamış, yalnızlığa itilmiş bir insan olarak çizdi.
1944’te Amerika uyruğuna geçen Mann, II. Dünya Savaşı’nda Alman dinleyicileri için faşizm karşıtı radyo programları hazırladı ve 1947’de Doktor Faustus adlı romanını yayınladı. Mann bu romanında Nazi dönemiyle ilgili düşüncelerini açıklar ki, buna göre Nazizmin oluşup gelişmesi bir rastlantı olmayıp Alman tarihinin sonucudur. 1952’de İsviçre’ye dönen Mann, burada 1954’te Die Bekenntnisse des Hochstaplers Felix Krull (Felix Krull Adlı Dolandırıcının İtirafları) adlı yapıtını yazdı. Topluma istediği ilüzyonları sağlayan Krull adlı narsist sanatçının itiraflarını tamamlayamadı yazar.
12 Ağustos 1955’te, 80 yaşında Zürih’te hayata gözlerini yumdu.

Kitaptan bir bölüm;
“Ah, aşk, biliyor musun? beden, aşk, ölüm, bu üçü yalnızca tektir. Çünkü beden, bu, hastalık ve şehvettir, ve o, ölümü doğurur, evet onlar ikisi de, aşk ve ölüm, ettendir, ve buradan onların o büyük dehşet ve büyüsü doğar! Ama ölüm, anlıyor musun, buradan bakılırsa biraz şaibeli, biraz berbat, biraz iğrenç bir şeydir, insanın utançtan yüzünü kızartır; ama oradan bakıldığında ölüm, yüce, çok şaşalı, çok heybetli bir şey -gülen hayattan, dünyevi ballar biriktiren ve midesini dolduran hayattan çok daha yüce-, yüzyıllar boyunca gevezelik eden ve dolandıran insan ilerlemelerinin hepsinden çok daha saygıdeğer bir şey: -çünkü o, her şeye kadir ölüm, hepsini içinde birleştirir: tarihi ve insani büyüklüğü, dindarlığı ve sonsuzluğu, çünkü o, bizde böyle önünde şapka çıkarıp ayak parmaklarımızın ucunda yürütecek kadar muazzam etki bırakan kutsal şeydir¦ Aynı şekilde ette ve bedensel aşkta rezil ve pis bir şey de vardır, ve beden, kendinden korkup utanç duymakla sararıp solar. Ama o da organik hayatın saygı değer, ihtişamlı bir eseri ve harika bir oluşumudur, biçim ve güzelliğin kutsal bir mucizesi, ve ona olan aşk, insan bedenine olan aşk, aynı şekilde son derece hümaniter bir meseledir ve dünyanın bütün eğilimlerinden daha eğitici bir güçtür!..
Yağlı boya ya da taştan suni olarak yapılmamış ebedi değişip duran, ebedi canlı maddeden yaratılmış ve hayatın ve çürümenin hararetli şulelenen sırrıyla canlanmış yaşayan vücudun ey sarhoş edici güzelliği! İnsanın beden yapısındaki o harika dengeye bir bak, omuzların, kalçaların ve bahar açan, kabaran o bir çift göğüsün, ve çift yerleştirilmiş kaburgaların simetrisine, hoş yuvarlak karının ortasındaki göbeğe ve bacaklar arasındaki o karanlık cinsiyete bak! Bak bir, kürek kemikleri sırtın ipeğimsi cildin altında nasıl da ileri geri oynar ve omurga zengin kaba etin o çifte bahar açan yuvarlağının içine nasıl yavaşça geçer ve damarların ve sinirlerin o muazzam dalları, omuzları aşarak nasıl parmak uçlarına kadar uzanır ve iki kolun yapısı bir çift bacağınkine nasıl benzer. Ey, dirseğin ve diz kapağının, derisinin altında eklemlerin oynadığı bu hafif tümsek yüzeyleri, ey et minderlerinin altındaki bu organik incelikler yığını! Nasıl bitip tükenmez, asla son bulmak istemeyen cümbüş ki onun zevkleri ve tatlarından sonra ölümün artık hiçbir dikeni yoktur! Ey, tanrısal kadın, bırak altında mahir bir kapsülün kaygan yağ çıkardığı diz kapağının derisinden yayılan rayihayı soluyayım! Bırak, ağzımla o arteria femoralis?e kendimden geçerek dokunayım, bacaklarının başladığı yerde atan ve baldır kemiğinin iki atardamarına dökülen yere! Bırak mesamatının nefesine kanayım ve tüylerine dokunayım, ay sonunda toprak olmak için yaratılmış sudan ve proteinden insan yapısı, bırak dudaklarında -dudaklarım dudaklarında- eriyeyim!” Büyülü Dağ, Thomas MANN, Çevirmen; Gürsel AYTAÇ, Can Yayınları,1. Basım, 1998,1. Cilt, Sf. 399-400

“Dönüş yolunda, başı açık olsa da bir şemsiyenin altında aynı şekilde sanatoryuma doğru gitmeye çalışan Settembrini?ye yetiştiler. İtalyan, sararmış görünüyordu ve besbelli acınacak haldeydi. Arı ve biçimli kelimelerle, bu kadar acı çektiği soğuktan, nemden yakındı. Hiç olmazsa kaloriferi yaksalardı! Ama bu zavallı yöneticiler, karın yağması kesilir kesilmez kaloriferi söndürüyorlardı ? budalaca bir kural, her türlü akılla alay etmek! Ve Hans Castorp, orta derecede bir oda sıcaklığının herhalde kür ilkelerinden olduğu konusunu ileri sürerek itiraz ettiğinde ? hastaların şımarmasını besbelli en böylece önlemek istiyor olabilirlerdi ? o zaman Settembrini en şiddetli alayla cevap verdi. Ay, kür ilkeleri, sevsinler! O yüce ve dokunulmak kür ilkeleri! Hans Castorp hakikaten bunlardan doğru ses tonunda, yani saygı ve tevazu tonunda söz ediyormuş. Ne var ki dikkati çeken husus ? bunlar arasında, yöneticilerin ekonomik çıkarı açısından tam uyanlar böyle mutlak saygı görüyorlarmış ? oysa bunun daha az söz konusu olduğu kimselere karşı, göz yumma eğilimi varmış¦ Ve kuzenler gülerken, Settembrini, özlediği sıcaklıkla bağlantılı olarak rahmetli babasını andı.
Benim babam, dedi gerinerek ve övünerek ?öyle ince bir adamdı ki ? ruhu gibi vücudu da duyarlı! Kışın o küçük, sıcak çalışma odasını nasıl severdi, bütün kalbiyle severdi, içerde ısı hep yirmi derece olmalıydı, kor gibi yanan bir sobacık sayesinde, nemli soğuk günlerde ya da keskin Tramontane Rüzgârı eserken, evceğizin koridorundan girince, sıcaklık insanın omuzlarını yumuşak bir palto gibi sarardı. Ve insanın gözleri duygulu yaşlarla dolardı. O küçük oda, aralarında büyük kıyametlerin bulunduğu kitaplar ve el yazmalarıyla tıka basa doluydu ve fikir hazinelerinin arasında o mavi pazen gecelik entarisiyle dar kürsünün kıyısında durur, kendini edebiyata adardı ? ufak tefek yapılı, baş omuzlarıma kadar gelirdi, tasavvur edin siz! Ama şakaklarında gür, dağınık, kır saçlar ve uzun kibar bir burun! Nasıl bir Romanist beyler! Zamanının ilkelerinden biri dilimizi onun kadar iyi bilen az insan vardı. eşsiz bir Latin üslupçusu, Boccaccio?nun gönlüne göre bir homo letterato¦ Onunla konuşmak için uzaklardan bilginler gelirdi, biri Haparanda?dan, diğeri Krakovi?den, ona saygılarını sunmak için gelirlerdi ta bizim şehrimiz Padua?ya ve o onları dostça bir heybetle karşılardı. Eşref saatlerinde çok zarif Toskana nesrinde hikâyeler de yazan çelebi bir şairdi aynı zamanda ? bir idioma gentile üstadı, dedi Settembrini, memleket hecelerini dilinin üzerinde eritecek ve bu arada başını o tarafa bu tarafa hareket ettirerek, son derece keyifle, Bahçeciğini Vergilius?un örneğine göre düzenlemişti, diye devam etti, ve söylediği şey, doğru ve güzeldi. Ancak sıcak, sıcak isterdi odasında, yoksa titrerdi ve onun titrettiklerine öfkelenip ağlardı. Şimdi tasavvur edin, Mühendis Bey ve siz, Teğmen, ben, bu babanın oğlu, bedenin yaz ortasında soğuktan titrediği ve aşağılayan izlenimlerin durmadan ruha eziyet ettiği bu kahrolası ve barbar yerde neler çekiyorum! Ah, hayat zor! Etrafımızdakiler ne biçim insanlar! Bu müdür denen şeytanın uşağı, kaçık Krokovski.?ve Settembrini, sanki dilini koparacakmış gibi yaptı ? İnsanlık onurum onun o papaz şahsiyetine ram olmamı bana yasakladığı için, benden nefret eden şu utanmaz günah çıkarıcı Krokovski¦ Ve masamda¦ Yemek yemeye zorlandığım topluluğa bakın bir! Sağımda Halle?li bir biracı oturuyor ?adı Magnus? çalı demetini andıran bir bıyığı var. ?Edebiyatla keyfimi kaçırmayın!? der. ?Edebiyat ne sunar? Güzel karakterler! Güzel karakterlerle ne yapabilirim ben! Ben pratik bir adamım, üstelik güzel karakterlerle hayatta hemen hemen hiç karşılaşmayız.? Edebiyat hakkında bildiği bu. Güzel karakterler¦ Ah Meryem Ana! Onun karşısında oturan karısı ise, gitgide aptallaşarak protein kaybedip durur. Berbat bir dert
Birbiriyle haberleşmeksizin Joachim ile Hans Castorp bu konuşmaların anlamı üzerinde hemfikirdi: Bunları yaygaracı ve nahoş bozguncu, ama kesinlikle eğlendirici de buluyorlardı, hatta gözü pek ve keskin dik kafalılığıyla eğitici bile. Hans Castorp çalı demeti?ne iyi niyetle güldü, keza ‘güzel karakterler?e de, ya da daha çok Settembrini?nin bunlardan söz edişindeki komik çaresiz tarza. Sonra şöyle dedi:
Ne yapalım, evet, böyle bir kurumda topluluk biraz karışık olur işte. İnsan masa arkadaşını kendisi seçemez ? zaten öyle olsa ne olur! Bizim masada da bir bayan var Frau Stöhr ? sanırım tanırsınız? Fena halde cahil, bunu söylemek gerek ve böyle saçmalarken bazen insan ne yana bakacağını kestiremiyor. Ayrıca ateşinden ve çok dermansız olduğundan yakınıyor ve galiba maalesef hiç de hafif bir vaka değil. Acayip bir durum ?hem hasta hem aptal? bilmem tam ifade edebiliyor muyum, ama bir kimse aptalsa ve hastaysa, bu bana çok tuhaf gelir, ikisinin bir arada olması, herhalde dünyadaki en hüzün verici şey. İnsan kesinlikle bilmiyor, nasıl bir yüz takınacağını, çünkü bir hastanın karşısında insan ciddi ve saygılı olmak istiyor, değil mi, hastalık bir dereceye kadar, saygıdeğer bir şey, böyle dememe izin verirseniz. Ama eğer her seferinde araya aptallık girer de Fomulus? (yardımcı), kozmik kurum? ve benzeri laflar edilirse, o zaman insan gerçekten bilmiyor, ağlasın mı gülsün mü, insani duygu için bir ikilem ve öyle acınası ki anlatamam. Bence uymaz bu iki şey, bir arada olamazlar, insan ikisini bir arada tasavvur etmeye alışkın değildir. Aptal insanın sağlıklı ve sıradan olması gerekir diye düşünülür, hastalık insanı ince, akıllı ve özel biri yapmalı. Genellikle böyle düşünülür. Yoksa değil mi? Galiba hesabını verebileceğimden fazla şeyler söylüyorum işte, diyerek bitirdi. Konu tesadüfen açıldı da Ve böyle karıştı kafası.
Joachim de biraz mahcuptu ve Settembrini kaşlarını kaldırarak, sanki nezaketen sözün sonunu bekliyormuş gibi susuyordu. Aslında Hans Castorp?u iyice allak bullak etmeye niyetliydi ki şöyle cevap verdi:
Sapristi, (Vay canına), Mühendis Bey. Sizden hiç ummadığım felsefi kabiliyetler ortaya koyuyorsunuz! Kendi teorinize göre siz, göstermek istediğinizden daha az sağlıklı olmalısınız, çünkü besbelli kafalısınız. Ama izninizle şunu belirteyim ki ben sizin dedüksiyonlarınıza uyamam, onları reddederim, hatta gerçek bir düşmanlık duyarım. Ben, gördüğünüz gibi, düşünce konularında biraz sabırsızım ve bana mücadele edilmeye değer görülen görüşleri, sizin ortaya koyduklarınız gibileri, mücadele etmeden bırakmaktansa titiz biri diye horlanmaya razıyımdır
Ama, Herr Settembrini
Mü-saade ediniz¦ Ne demek istediğinizi biliyorum. Demek istiyorsunuz ki zaten bunları ciddi söylemediniz, bu savunduğunuz görüşler zaten sırf sizin görüşleriniz değil, herhalde ortalıkta dolaşan görüşlerden birine, sorumsuzca kendinizi onda denemek için öylece el attınız. Böylesi sizin yaşınıza uygundur, o yaşta erkekçe kararlığa henüz yer yoktur ve her çeşit bakış açısı şöyle bir denenir. Placet experiri (denemek zevk verir) dedi placet?in c?sini yumuşak, İtalyan ağzıyla söyleyerek. İyi bir cümle, Beni yadırgatan, yalnızca sizin deneyinizin tam bu yönde hareket etmesi gerçeği. Burada tesadüfün egemen olduğundan kuşku duyarım. Ben, eğer karşı çıkılmazsa bir kişilik özelliği olarak yerleşme tehdidi gösteren bir eğilimin mevcudiyetinden korkuyorum. Bu yüzden, sizi düzeltmeye görevli hissediyorum kendimi. Dediniz ki, aptallıkla birleşmiş hastalık, dünyadaki en hüzünlü şeydir. Bunda size hak verebilirim. Benim için de kafası işleyen bir hasta, verimli bir aptaldan iyidir. Ama benim itirazım, sizin, hastalığın aptallıkla birleşmesini bir üslup hatası, tabiatın bir zevk şaşkınlığı ve sizin hoşlandığınız deyişle insani duygunun ikilemi olarak görmenizle başlıyor. Ve siz eğer hastalığı böyle kibar bir şey ?ne diyordunuz ? aptallıkla uyuşmayan, saygıdeğer bir şey olarak sayar görünürseniz. Eninde sonunda bu, sizin deyişinizdi. İşte o zaman, hayır. Hastalık hiç de asil değildir, hiç de saygıdeğer değildir ? bu görüşün kendisi hastalıktır ya da ona götürür. Belki de size, hastalığın ihtiyar ve çirkin olduğunu söylersem, ancak o zaman ondan kesin iğrenmenizi sağlayabilirim. Bu bizlere, insanlık düşüncesinin karikatürize edildiği ve aşağılandığı, boş inançlı, ezik çağlardan, korku dolu, ahenk ve keyifli olmanın şüpheli ve şeytanca geldiği çağlardan gelmektedir, oysa hastalıklı olma, o zamanlar cennete vizeyle eşanlamlıydı. Akıl ve aydınlanma ise insanlığın ruhunda çöreklenmiş bu gölgeleri kovdu? ama yine de tamamıyla değil, bugün hâlâ bunlarla mücadele halindeler; bu savaşın adı ise iştir, beyim, dünyevi iş, bu dünya için iş, şeref ve insanlığın çıkarları için iş ve her gün bu tür bir mücadeleyle yeniden çelikleşerek bu güçler insanı tamamıyla kurtaracak ve onu ilerleme ve uygarlık yollarında daima daha berrak, daha yumuşak ve daha temiz bir ışığa doğru yöneltecektir.
‘Allah Allah?, diye düşündü Hans Castorp şaşarak ve utanarak, bu bir arya yahu! Neyle sebep oldum ki buna? Ayrıca bana biraz kuru geldi. Sonra işle alıp veremediği ne. Hep işle işi var. Her ne kadar buraya pek uymasa da.? Ve şöyle dedi:
Çok güzel, Herr Settembrini. Söylemeyi ne kadar güzel biliyorsunuz, dinlemeye değer doğrusu. Asla¦ asla daha somut dile getirilemez, bence.
Gerileme eğilimi, diye yine başladı Settembrini, şemsiyesini yoldan geçen birinin üzerinden kaldırarak, o karanlık, sıkıntılı zamanların görüşlerine düşünsel bir gerileme eğilimi ? inanın bana Mühendis Bey, bu, hastalıktır ? bilimin farklı adlar verdiği, iyice araştırılmış bir hastalık, o adlardan biri estetik ve ruh öğretisinden ve biri de politikadan alınma ? meselenin aslıyla ilişkisi olmayan ve sizin vazgeçirmek isteyeceğiniz okul terimleri. Ama düşünce hayatında herşey içi içe olduğundan ve biri öbüründen türetildiği için, şeytana serçeparmağını uzatınca o insanın bütün elini ve hatta kendisini istediği için öte yandan sağlıklı bir ilke, başa ne konursa konsun, hep sırf sağlıklı şeyler meydana getirdiği için ? şunu aklınıza sokun ki, hastalık, biraz asil, biraz iyice saygıdeğer olmaktan çok uzaktır, aptallıkla hüzünlü bir şekilde birleşemeyecek kadar uzaktır o, daha çok aşağılanma anlamındadır ? hatta insanın tekil durumda esirgenecek ve desteklenecek, acı verici düşünceyi zedeleyici bir aşağılanışı, ama buna manen saygı duymak, bir yanılgıdır ?bunu aklınıza sokun!? bir yanılgı, hem de her türlü düşünsel yanılgının başlangıcı. Adını andığınız o kadın ?adını hatırlamaktan vazgeçiyorum? demek Frau Stöhr, teşekkür ederim ?kısacası, bu gülünç kadın? sizin deyişinizle insani duyguyu ikileme sokan, bence onun hali değil. Hasta ve aptal ? Allah için, bu, felaketin ta kendisi, mesele basit, acımak ve omuz silkmekten başka yapacak bir şey yok. İkilem, bayım, yani trajedi, tabiatın, kişilik ahengini bozacak gaddarlıkta olduğu yerde başlar ?ya da daha baştan imkânsız hale sokar? onun asil ve hayata hevesli bir ruhu, hayata yaramaz bir vücutla birleştirmesiyle. Leopardi?yi bilir misiniz, Mühendis Bey, ya da siz Teğmen? Benim ülkemin mutsuz bir şairi, kambur, hastalıklı bir adam, aslında vücudun zavallılığı yüzünden sürekli küçültülmüş ve ağır şekilde aşağılanmış, yakarışları insanın içini parçalayan büyük bir ruh. Duyun işte
Ve Settembrini, İtalyanca okumaya başladı, güzel heceleri dilin üzerinde eriterek, başını o yana bu yana bu yana hareket ettirerek ve arada bir gözlerini kapayarak ve de yanındakilerin tek kelime İtalyanca anlamadıklarına aldırmadan. Belli ki onun için önemli olan kendi hafızasının ve telaffuzunun tadına varmak ve dinleyenlerin bundan haberdar olmasını sağlamaktı. Sonunda dedi ki:
Ama siz anlamıyorsunuz, acı veren anlamı kavramadan dinliyorsunuz. Sanat Leopardi, baylar, bunu iyice hissetmelisiniz, her şeyden önce kadın aşkından vazgeçti ve bu, özellikle ona ruhunun körelmesini frenlemeyi imkânsız hale getirdi. Şöhretin ve faziletin pırıltısı onu soldurdu, tabiat ona kötü görünüyordu ?ayrıca kötüdür de, aptal ve kötü, kendisine bu konuda hak veriyorum? ve o çaresizliğe düştü ?söylemesi korkunç? bilimden ve ilerlemeden şüphe ediyordu! İşte size trajedi Mühendis Bey. İşte size ?insani duygu için bir ikilem? ? yani o kadında aramayın ? adını çıkarmak için de hafızamı zorlamayı reddederim Bana, hastalık sayesinde ortaya çıkabilecek manevileşme?den söz etmeyin, Tanrı aşkına yapmayın bunu! Bedensiz bir ruh öyle insanlık dışı ve korkunçtu ki tıpkı ruhsuz bir beden gibi, üstelik ilki daha ender istisnadır ve ikinci kural. Kural olarak, taştan, her türlü önemi, her türlü hayatı kendisine çeken ve kendini en iğrenç şekilde kurtaran, bedendir. Hasta olarak yaşayan insan ise sırf bedendir, gayri insani ve aşağılayıcı olan budur ? o, en iyi hallerde bir kadavradan daha iyi bir şey değildir
Tuhaf, dedi Joachim birdenbire, Settembrini?nin öbür yanından yürüyen kuzeninin yüzüne bakmak için eğilerek. Buna çok benzer bir şeyi geçenlerde sen de söyledin.
Öyle mi? dedi Hans Castorp. Evet, benzer bir şeyin benim de aklımdan geçmiş olması, mümkün tabi.
Settembrini birkaç adım boyunca sustu. Sonra konuştu:
Daha iyi ya, beyler. Böylesi daha iyi. Sizlere herhangi bir orijinal felsefe dersi verme niyetim yoktu zaten ? bu benim mesleğim değil. Mühendis Beyimiz eğer kendisi buna uygun bir tespitte bulunduysa, bu benim, onun amatörce fikir yürüttüğü, kabiliyetli genç üslubunda mümkün görüşlerle şimdilik yalnızca denemelere giriştiği hakkındaki tahmini doğrular yalnızca. Kabiliyetli genç insan boş bir sayfa değildir, o, daha ziyade, üzerinde hem doğru hem yanlış her şeyin aynı duygulu mürekkeple yazılı bulunduğu bir sayfadır ve eğiticinin görevi, doğruyu özellikle geliştirmek, öne çıkmak isteyen yanlışı ise uygun etkilerle tamamıyla söndürmektir. Beyler alışveriş mi yapmışlardı? Diye sordu sesinin tonunu değiştirip hafifleterek”

Kitabın Künyesi
Büyülü Dağ (2 Cilt Takım)
Özgün Adı: Der Zauberberg
Thomas Mann
Can Yayınları / Dünya Klasikleri Dizisi
Çeviren: İris Kantemir,
Baskı Tarihi: 2002
881 sayfa

1 YORUM

  1. Zaman; bitmez tükenmez akan ırmaksa, sonsuzluğa açılan bu kapıdan geçmenin zamanı geldi.

    Kıyısında oturup içimiz sızlayarak, akan ırmağa dalgın gözlerle bakmanın zamanı çoktan geçti. Hele hele baharda?

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here