Walter Benjamin – Yanlış Yerde – Hans Heinz Holz

walterbenjaminAdorno ve eşinin övgüye değer bir katkısı, Walter Benjamin’i Alman faşistlerinin onu gömdüğü unutulmuşluktan 1955’te iki ciltlik seçmelerden oluşan bir baskıyla kurtarmaları oldu[216]. Almanca konuşulan [diğer] ülkelerden farklı olarak Benjamin’in hassas, kendini sımsıkı kapatan edebi tarzı zaten henüz okuyucu bulamamıştı.

Benjamin’in yüksek derecede entelektüel bir ayıklık ve tavır almaya hazır olma özelliği vardı. Bu özellikler, onu felsefi, edebi ve sanat eleştirisi bakımdan da karakterize eden o hızlı ve isabetli hüküm verme yeteneğini ona kazandırmaktaydı. Bert Brecht’in devrimci dramaturjik amaçlarını doğru anlayan ilk kişilerden biriydi: “Epik Tiyatro nedir?” başlıklı makalesi, şairin “Küçük Organon”una[217] bir çeşit hazırlıkmış gibi okunabilir. Benjamin, Alman estetizminin[218] kucağından korkunç bir kehanetin ateşten yazısının tırmanışını ilk görenlerdendi: 1930 yılında yazdığı Kommerell[219] eleştirisinde, sonra olacakları nasıl da sezmiş gibi! Polemiklerinde hiçbir zaman karşıtlarının konumlarına dil uzatmadı, ancak hiçbir zaman, George Kommerell, Haecker ya da her kime yöneltilmiş olursa olsun, eleştirel reddinden de taviz vermedi.

Benjamin’in, onu Marksizme götüren ve döneminin birçok düşünürüyle birleştiren yola 1924 sonrasında girişi motivasyonsuz değildi. Daha önceki düşünceleri mitik formüle edilebilir konuların etrafında dönüyorduysa da, bu düşüncelerde belirenin, burjuva düşünüşün faşizmde can çekişmesi öncesindeki sönümlenmesinde karakteristik olan irrasyonalizme o genel yönelimin olmadığını belirtmek gerekir. Mitik olan onun için, daha çok (şiddet eleştirisine dair makalesinde olduğu gibi) henüz adını koyamadığı toplumsal bir gerçekliğin simgesiydi. Gözleri açılır açılmaz, mitik konuşma tam da eleştirel ifade olarak kendini teyit etti. Böylece, ütopik içeriği henüz yeri saptanmamışken görülen bir kurtuluş gerçekliği olan dini ufuk da, içinde çözümü barındıran dünyevi bir perspektife dönüştü.

Benjamin’in ünü[220] ve etkisi, savaş sonrası ilk yayından sonra, özellikle 12 yıllık faşizm tarafından şekillendirilmiş üniversite bilimine bir alternatif arayan öğrenciler olmak üzere, sol entelektüel çevrelerde hızlı bir şekilde yayıldı. Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü Adorno’nun yönetimi altında Benjamin baskılarının yayın stratejisini belirledi. Ancak kısa sürede, burada Benjamin’in yazdıklarının değiştirildiği ve çarpıtıldığı ortaya çıktı. Marksizm geri plana itildi, edebiyat ve sanat eleştirisi Frankfurt Okulu’nun bir eklentisi olarak sunuldu. Bu eğilim, pek çok konuda Benjamin’i taklit etmiş olan Adorno’nun, Benjamin’in hocası ve yönlendiricisi olarak gösterilmesiyle saçmalığa dek yükseldi. Bu yayım ve yorumlama pratikleri, Benjamin’i tanıyanlar ve eski arkadaşlarının itirazlarına neden oldu.

Tartışmayı alevlendiren örnek, Frankfurt Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün dergisinin yöneticilerinin asıl versiyonu reddetmeleri üzerine iki kere yazdığı Baudelaire hakkındaki deneme oldu. Reddedilme nedenleri Adorno’nun 10.11.1938 yılındaki mektubunda açıklanmıştı, ancak ideolojik olarak örtülü bir şekilde. Bu nedenler, Adorno’nun ideal bir şifrelemeyi gerçeklere dayanan, materyalist –yani tarihi materyalizmin yöntemlerini kullanan– bir yoruma tercih edeceği düşünüldüğünde saydamlaşır. Adorno, dizilimi teorinin temel yapısını ortaya koyan toplumsal verilerin bir araya getirilmesi işleminin yerine, “bütünsel sürecin” aşkın tümdengelimini geçirmek istemektedir. Benjamin’in düşünüşünü Alman idealizminin alanına geri çekmek ve onun içinden yeniden Kantçı düşünüşü ortaya çıkartmak istemektedir. Adorno’nun Hegelci terminolojisi, kendisi de farkında olmadan, Benjamin’e karşı dile getirdiği “teori” talebinin derinliklerindeki Kantçılığın sadece üstünü örtmektedir: “[Yazdıklarınızda] göremediğim, ve materyalist tarih yazıcılığına dair üstelemeyle gizlenmiş bulduğum ‘dolayım’, tam da ama çalışmanızın ihmal ettiği teoriden başka bir şey değil. Teorinin ihmal edilmesi, ampirik bilgiyi kışkırtır. Bir tarafta ona yanıltıcı destansı bir karakter bahşederken, diğer tarafta işte sadece öznel olarak deneyimlenmiş olarak gündeme getirdiği fenomenleri asıl tarihi-felsefi ağırlığından eder. Bunu şu şekilde de ifade edebiliriz: Şeyleri adıyla anma doğrultusundaki teolojik motif, eğilimsel olarak, basit olgusallığın hayretle gösterimine dönüşür. Abartılı konuşacak olursak, çalışmanızın büyü ile pozitivizmin kavşağında konuşlandığını söyleyebiliriz. Bu yer lanetlidir. Sadece teori bu lanetli sessizliği bozabilir: Sizin kendi, acımasız, oldukça spekülatif teoriniz. İşte benim size karşı dile getirdiğim, aslında yalnızca bu teorinin kendi isteğidir (Mektuplar, 786).”

Adorno’nun Benjamin’e karşı itirazlarını, onun düşünme tarzının tersine çevrilmesi anlamına gelmelerine karşın, Benjamin’in kendisine istinaden, yani içkin eleştiri olarak sunması kafa karıştırıcıdır. Bu nedenle Benjamin de, 10.12.1938 tarihli yanıtının gösterdiği üzere, kendini tamamıyla yanlış anlaşılmış hissetmiştir. Karşısındakine yakınlaşma gibi kibar bir görüntünün ardında, Adorno’nun ilkesel olarak reddi apaçık ortaya çıkmaktadır:

“Kazandığım zaman, eleştirinizi temkinli olduğu kadar olağan şekilde tartma fırsatı verdi bana. Bu eleştirinin üretken olmadığını düşünmek şöyle dursun, anlaşılmaz da bulmamaktayım. Bu eleştiriye ilişkin görüşümü ilkesel olarak ifade etmeye çalışayım. Taslağı belirli bir eşkale göre taramış olmanızdaki anlaşılabilir sabırsızlık, sizi benim fikrime göre birkaç önemli parçada asıl konudan uzaklaştırmış… İşin konstrüksiyonu, kitabın ikinci kısmının esas olarak filolojik malzemeden oluşmasını gerektiriyordu. Bu ‘çileci bir disiplin’ olmaktan çok yöntemsel bir önlemdi… Başka şekilde ifade edecek olursak: yazarın filolojik yorumu, diyalektik materyalist tarafından Hegelci bir tarzda [ortadan] kaldırılmalıdır. Filoloji, bir metine okuyucuyu sihirli bir şekilde kendine odaklayan tek tek ayrıntılar üzerinden ilerleyen bakıştır… Eğer önceki çalışmalarımı hatırlayacak olursanız, filolojinin duruşuna ilişkin eleştirinin bende eski bir istek –ve özünde mitosa ilişkin eleştiriyle birebir aynı– olduğunu göreceksiniz. Eleştiri her defasında filolojik performansın kendisini provoke eder. Seçilmiş Akrabalıklar’ın[221] dilinde konuşmak gerekirse; eleştiri, konu içeriklerinin ortaya çıkartılmasında ısrar eder, bu içeriklerde içerilen gerçek ise burada tarihsel anlamda soyundurulur.” (Mektuplar 791, 793, 794, 795)

Bu nedenle Baudelaire denemesinin düzeltilmesi Adorno’nun bahsettiği şekilde yapılmadı, teorik bir özet bakımından kısaltılmış bir malzemeyi ifade eden yeni bir yazı haline geldi. Sonra yazılan Baudelaire denemesi, düpedüz önceki bölümlerin bir devamı olarak okunmalıdır.

Benjamin’in düşünüşünü “farklı bir işleve sokma” denemesi –bu, Adorno’nun bakış açısının Benjamin’inkiyle karşı karşıya gelmesinde görülebilmekte–, elbette Benjamin kadar entelektüel yoğunluk ve dürüstlükteki bir yazarda eo ipso[222] başarısızlığa uğrayacaktı. Bu nedenle de Rolf Tiedemann, Benjamin’in felsefesi üzerine Adorno’nun danışmanlığında yazdığı doktorasında Adorno’yu; düşüncelerinin açıklığa kavuşturulması ve olgunlaşmasında Benjamin’e yardımcı olan bir öncü ve yol gösterici olarak sunduğunda, bu kendi hocası için, Adorno’nun da görmezden geldiği, üstünkörü bir övgücülükten başka bir şey değildir. Hannah Arendt, bunun üzerine haklı olarak öfkeli bir şekilde tepki vermiştir:

“Tiedemann yukarıda adı geçen doktorasında, kendini kararlı bir şekilde hocası ve doktora danışmanı Adorno için öne atmıştır, yani onun Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nün dergisi için yazılan taslağı ilk başta reddetmesini sahiplenmiştir. Tiedemann’a göre, Benjamin’e ‘(sanatsal-sosyolojik) bir yorumun üstün güvencesi tanınmadı.’ Bugün daha da ileriye gidiyor. Benjamin’in Adorno’nun saldırısına karşı bu arada yayınlamış olduğu yanıtla hiçbir şekilde ilgilenmeden, iki Baudelaire metninin karşılaştırılmasının ‘Benjamin’in ne kadar da Adorno’nun çekincelerini kendine mal ettiğini’ ‘kanıtladığını’ (sic!)[223] iddia ediyor. Okuyucuya, Benjamin’in açıklanmış, gerçek duruşunu aktarmak yerine, Benjamin’in –anlaşılan kendisi gibi örnek bir öğrenci olarak– gerçekten de şaşırtıcı bir başarıyla, sanat sosyolojisinden tarih felsefesine ‘Kopernik dönüşü’[224] gibi küçümsenemez bir adımı başlı başına gerçekleştirmek üzere, asıl şimdi ‘spekülatif düşüncenin zahmetini’ üstlendiğini iddia ediyor. İnsan bu asılsız iddiaları okuduğunda gözlerine inanamıyor ve bunların gereğinden fazla gayretli bir genç adamın saçmalıklarından daha kötü bir şey olmadığına gerçekten inanmak istiyor. Çünkü Adorno, akademik hayat içerisinde yer almayan Benjamin’in sahip olduğu –ya da olduğuna inandığı– tek öğrencidir… Neredeyse tamamıyla unutulmuş olan bir ölünün yazılarını örnek teşkil edecek şekilde yayınlayan Adorno’nun bugün, eskiden verilmiş, büyük ölçüde dönemin koşullarından kaynaklanan zarara, bir de kendini bu ölünün hocası konumuna yükseltmesi şeklindeki alayı ekleyeceğine insanın inanası gelmiyor. ‘Kopernik dönüşleri’ne ilişkin eski üzücü anlaşmazlıkları yeniden gündeme getiren tumturaklı laflara, profesörlerin kendilerini önemli gösterme çabalarının benzersiz bir örneği olarak gülüp geçilebilir. Ancak, buna gerçekten de ihtiyacı olmayan bir dirinin, daha yaşarken karşısında çoktan zafer kazanmış olduğu bir ölünün üzerinden kendisinin övülmesine izin vermesi gibi bir durum söz konusuysa, bunlar ciddiye alınmalıdır.” (Merkur 238, 57)

Helmut Heissenbüttel, Adorno’yu, Benjamin’in anlayışının eksiksiz bir aktarımını “sunmamış, hatta görünen o ki, amaçlamamış bile olmakla” (Merkur 228, 242) suçlamakta şüphesiz haklıdır. Heissenbüttel, Benjamin’in daha sonra yazdıklarının saklı kalmış olduğunu söylemektedir. Bu şu ölçüde doğrudur ki, sunum şekli gerçekten de Benjamin’i bir materyalist diyalektikçiden ziyade, bir metafizikçi olarak göstermiştir. Okumak isteyen ve okuyabilen kimse, Marksist’i bulmaktaydı –ancak işte daha çok bir din felsefesi bağlamı içinde sarılmış olarak.

Heissenbüttel’in ikinci yazısı (Merkur 238, 179f.) Benjamin üzerine tartışmayı yayınsal tekniklere ilişkin alandan çıkartıp yeniden yorumsal alana getiriyor: Konu eserin kendisidir, harfler değil. Eserin kendi adına, ancak aynı zamanda Benjamin’in dünya tarihine ilişkin politik tutumu adına da, aynı şeyi başaramamış olan Adorno’nun kafasındaki ezoterik Benjamin resmine karşı itirazlar dile getirilmelidir.

Hayır, Benjamin Frankfurt Okulu çevresine dahil değildir, uzaktan bile benzerliği bulunmamaktadır[225]. Adorno ve uzmanları; Marksizmle birlikte, tarihsel materyalizmle bağıntılandırılması tam da Benjamin’in bir özgünlüğü olan tarihsel metafiziği de aforoz etmişlerdir. Benjamin’in kültür eleştirisinin “Aydınlanmanın Diyalektiği”nin bir yan ürünü ya da bunun eklentisi olduğunu varsaymak, düpedüz sahtekârlıktır. Horkheimer’in metafiziği salt sosyolojiye dönüştürmesi, Adorno’nun diyalektiği salt yadsımaya indirgemesi: Bunlar Benjamin’in amacının, dağınık yazılarının düşünsel merkezinin tam karşıtını oluşturmaktadır. Horkheimer ve Adorno Sosyal Araştırmalar Enstitüsü’nü anti-komünizmin ideolojik yeri olarak inşa etmeye başlarken, [Benjamin’in] Talmud’dan tarihi materyalizme, siyonizmden komünizme giden yolu çoktan tamamlanmıştı. Benjamin anti-komünizm için kendisini kullandırmadı, sonradan da bunun için alet edilemez.

Çeviren: Z. Ece Kaya

Kaynak:
Frankfurt Okulu Eleştirisi
Hans Heinz Holz
Evrensel yayınları

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir