“11 yaşına kadar köyde kaldım. Üç sınıflı bir okulu tamamladıktan sonra Adana’ya geldim. Orada ilkokulu, ortayı ve liseyi bitirdim. Daha sonra İstanbul’da İktisat Fakültesine girdim.
Köyde bir Yakup vardı. Şiir yazar, şiir okurdu. Beni etkilemişti. Hayranlık duyuyordum ona. Çok da hızlı koşuyordu. Oysa ben ne onun kadar hızlı koşabiliyordum, ne de onun gibi şiir yazabiliyordum. Sinemayla ilk kez kente gelince karşılaştım. Kovboy filmleri, seriyal filmleri.
Sinemayla karşılaşmam on üç yaşlarında oldu. Kavgalı dövüşlü filmlerin gösterildiği fukara sinemalarına gidiyorduk.
Kendimizi daha rahat hissediyorduk bu sinemalarda. Mesela bir Galatasaray Sineması vardı, çok güzeldi. Önünden geçer bakardık. Ama çok lükstü, gitmeye korkardık. İstesek parasını verip gidebilirdik. Ama ne kıyafetimizi, ne da yapımızı uygun görmezdik o sinemaya
Lisenin ikinci sınıfındayken, okul duvar gazetesine hikâyeler yazma merakı. Belki bir kişilik ispatından gelen bir şey. İlk hikâyemi okulda gazeteye basmadılar. Hasta olan karısını şehre getiren, parası pulu olmayan, bu yüzden doktora tavuk vermek isteyen bir köylünün öyküsüydü bu. Ben o zaman sosyalistlik nedir, sol cephe nedir, solculuk nedir bilmiyordum.
İçinde yaşamışım ben yoksulluğun. Adana da iken hikâyeler yazmaya başladım. Aramızda toplanarak Varlık dergisini, Yeni Ufuklar ı, Pazar Postası nı izlemeye başladık. Daha önce boş bir adam sayıyordum kendimi. Oysa artık koltuğunun altında Yeni Ufuklar ı taşıyan ve bundan gurur duyan bir adamdım. Sonra hikâyelerim yayınlandı. İlk kez kendime güven duydum. Hikâyeci Yılmaz’dım “
Yılmaz Güney
Bir insan kendini arıyor, kendini tanımlayabileceği saygı duyabileceği bir uğraşı arıyor: Edebiyat bir tutunma noktası. Öyküler yazıyor ve saçma sapan bir olay hayatını alt üst ediyor.
Gerisini Onat Kutlar dan dinleyelim: O yıllarda biz, A Dergisini bir ara Vatancı Şahap denilen bir zatın matbaasında bastırıyorduk. Ağa Camiinin arkasında matbaası olan bir adamdı bu. Lakabı da Vatancı ydı. Vatancı Şahap denilmesinin nedeni de şuydu: Şahap Bey, paraya vatan derdi, Önce vatanı görelim derdi. O yıllarda kâğıt tahsis edilirdi dergilere. İzmit Kâğıt Fabrikasından, SEKA dan tahsis alırdınız. Tabii genellikle insanlar, ihtiyaçlarından daha fazla kâğıt tahsis ederlerdi. Tıpkı Almanya daki Türk işçilerinin permileri gibi, bu da para ederdi. Yani o tahsisle kâğıt alınır, o kâğıtlar başka işlerde kullanılırdı. Karaborsaya satılırdı kısaca. Vatancı Şahap, bu konuda uzman kişilerden biriydi. Birkaç dergiyi birden basardı orada. Hem A Dergisini, hem sağcıların Toprak Dergisini, hem de Tanju Cılızoğlu nun 13 dergisini basardı. Dergilerin sahipleri de oraya gelir giderdi. Tabii ki o yıllarda, daha sonraki yıllarda olduğu kadar sert olmasa bile, bir sağ sol çatışması vardı. Toprak Dergisini çıkaran kişileri de asla sevmezdik. O dergiyi çıkaran grupla, sanıyorum Tanju Cılızoğlu arasında bir terslik olmuş. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, kâğıt tahsisiyle ilgili bir şey. Tanju Cılızoğlu galiba Toprak Dergisi sahiplerinin tahsis aldıklarını, bunu da Vatancı Şahap a sattıklarını ihbar etmiş ya da söylemiş bir yerlerde. Bunun üzerine Toprak Dergisini çıkaran sağcılar da, 13 Dergisine kötülük yapmak için 13 Dergisinde Yılmaz Güney in bir öyküsünü bulmuşlar ve bu öyküde komünizm propagandası yapıldığını ihbar ederek böylece bir tür intikam almışlar. Yılmaz ın komünizm propagandasından dolayı ilk mahkemeye düşmesi, hakkında soruşturma açılması bu nedenledir.
Bir gün biz kahvede otururken, Yılmaz da oradaydı, sonra çıktı gitti. Bir beş dakika sonra Adnan Özyalçıner koşarak geldi: Yılmaz kaldırımda bir seksen uzanmış yatıyor yerde , dedi. Dışarı çıktık. Bayağı ağzı burnu dağılmış vaziyette Yılmaz, kan revan içinde yatıyor. Neyse hemen kaldırdık, pansuman yaptık, yüzünü gözünü sildik. Sonra Ne oldu diye sorduk hayretle. Olanı anlattı. Olan tam Yılmaz a özgü bir olay. Yılmaz kahveden çıkarken, oradan geçmekte olan bir genç kızın arkasından iki tane delikanlının yürümekte olduğunu ve kıza laf attığını görmüş. Böyle bir cinsel tacizden tabii ki hoşlanmamış. Kıza, Hanımefendi, bunlar sizi rahatsız ediyorlar mı diye sormuş. Kız da bunun üzerine dönerek Sana ne oluyor! demiş. Bundan cesaret alan iki delikanlı, Yılmaz ın üstüne hücum etmişler ve Yılmaz ı adamakıllı dövmüşler. Yılmaz a neden böyle bir şey yaptığını sorduk. Valla ne olursa olsun ben yapardım. Bu kız orada gidiyordu ve ötekiler de onu rahatsız ediyordu. Böyle bir şeyden hoşlanmam, ben müdahale ederim böyle bir durumda, duramam dedi. Gerçekten yaşamı boyunca onun bu müdahale duygusunun, adeta bir şeylere müdahale etmek zorunluluğunun, etmeden duramayışının sayısız örneklerini gördük
Ve tabii Yılmaz ın genel karakterinin özellikleri, daha sonraki yıllarda yazılan şeylerle de hep biliniyor. Yılmaz Güney duruşma sırasında, aslında Hayır, ben orada komünizm propagandası yapmadım, böyle bir kastım da yoktur. Yanlışlıkla böyle anlaşılmıştır gibi bir şeyler söyleseydi, sanıyorum hüküm giymezdi. Ama Yılmaz, her zamanki Doğrucu Davut luğuyla ne yaptığını açıkça ifade ettiği için hüküm giydi. Yapılan yargılama ve verilen hüküm doğru değildi. Elbette ki Yılmaz Güney, bugün anladığımız anlamda komünizm propagandası yapmıyordu, tabiî ki alınan karar, her türlü hukuk nosyonuna aykırıydı. Ama bütün bunlara rağmen, mahkemede de eğilip bükülmedi. Sanıyorum dik başlılığı onun hükmü kolayca giymesinde bir tür yardımcı oldu denilebilir.
Yılmaz Güney eğilip bükülmeyen birisi, adı ve soyadı gibi. Adının anlamı çok açık, ama soyadının anlamı da bunu bütünlüyor. Pütün, bir dağ yemişinin kırılmaz, parçalanmaz çekirdeği anlamına geliyor. Zorluklar ve baskılar karşısında parçalanmadan ve her mihnete katlanarak, kendi yolunda gidiyor.
1955 yılında başlayan yargılama, 1961 de bitiyor, temyizden sonra 18 ay hapis, 6 ay sürgünle. Tam da bu noktada Yılmaz Güney kendini buluyor. Buraya kadar anlatılanları her Yılmaz biyografisinde aşağı yukarı bulabilirsiniz. Ancak buradan sonra tarihsel değişimin doğru okunduğu tek bir kitap bilmiyorum, bunu yapmaya çalışacağım.
Yılmaz Güney in hapislik döneminde, ilk önce çok ciddi bir muhakeme sürecinin etkisi bütün yaşamını etkiliyor. Hapiste kendine sen ne menem bir insansın sorusunu soruyor. Sana komünist diyorlar, komünizmi bilmiyorsun, öğrenmeye çalış. Kendini yazar olarak görüyordun, kısa öykülerinden başka şeyin yok, işte sana olanak, otur çalış ve romanını yaz, el mi yaman sen mi yaman bir gör bakalım, diyor. Buraya kadarı normal; ama bundan sonrası düpedüz teorik katkıya girer, o dönemde Türkiye de sinemanın içinde bulunduğu kuralları Yılmaz Güney den daha iyi okuyan tek bir yönetmen ya da sinema yazarı yoktur. Gerçekten gerçekçi çok önemli değerlendirmeler yapıyor, müthiş bir iç sorgulamasından geçiriyor kendini.
Öncelikle Yaşar Kemal aracılığı ile Atıf Yılmaz la tanışmış, ona asistanlık yapmış, daha sonra ise senaryoya el atmıştı. Tarih onu oyunculuğa sürükledi. 1958 61 arasında oyuncu olarak star olamadı, hatta onunla alay ettiler. Ama bütün aklı başında insanlar iki şeyi biliyorlardı. Birincisi Yılmaz Güney çok iyi oyuncuydu, hemen görülebiliyordu, bunun sır olan hiçbir tarafı yoktu. İkincisini ise zaten Yılmaz Güney öngörmüştü: İlk oyunculuk deneyimlerini Bu Vatanın Çocukları ve Alageyik filmlerinde yapmıştı. Çok önemli rolleri üstlenmişti ve filmler ticari açıdan da başarılı olmuştu. Ardından Tütün Zamanı geldi; ticari açıdan başarısız oldu, alaylar da o zaman başladı. Ama daha o senaryo geldiğinde Yılmaz Güney bu senaryodan bir şey olmaz diye önce söylemişti. Değiştirmek istemiş, fakat Erman film kabul etmemişti. Hatta sen anlamazsın, sen sadece oyna gerisine karışma diye üste çıkmışlardı. Bu birinci denklem.
İkincisi çok daha önemliydi. Yılmaz Güney sinemaya girdiğinde, esasında senaryolar yazmak ve filmler yönetmek istiyordu. Ama gözleriyle görüyordu ki Yeşilçam da her isteyene istediği senaryoları yazdırmıyorlar, istediği filmleri yönettirmiyorlardı. Daha da önemlisi 1959 60 yıllarında Türkiye de isim yapmış, sanat erbabı olarak kabul edilen bütün yönetmenler art arda kendi filmlerini yapmışlar ve hepsi ticari başarısızlığa uğramışlardı. Ardından en sıradan filmleri yönetmek durumunda kaldılar. Hatta Akad, Güney hapisteyken kendini tekrar ettiği için, sinemamızın ustası olarak kabul edilmesine rağmen, yönetmenliğe ara verdi. Ta ki yıllar sonra Güney in özel daveti, büyük ısrarları ile Hudutların Kanunu filmine kadar. Tam dört yıl.
Yılmaz Güney üç şeyi birleştirmeyi denedi: İçinden geldiği halkı düşünerek yazacağı senaryolar ile oyunculuğunu birleştirmeyi, böylelikle o dönemde çok etkili olan star bir oyuncu olmayı amaçladı. Bu süreçte aynı zamanda kendini bir yönetmen olarak da yetiştirecekti. Star olarak büyük üne kavuştuğunda, kendi elleriyle kuracağı mitosu yıkmayı, halkı bu kez bir aydın sanatçı olarak başka mecralara çekebileceğini, ancak o zaman istediği senaryoları yazıp, yönetip oynayabileceğine inandı.
Hapislik yıllarında, ilk romanını yazdı, ama komünizmi öğrenemedi, çünkü kaynak yoktu ve sansür vardı. Ama sektörden olabildiğince haberdar oldu.
İstanbul a 1963 yılında döndüğünde, hiç iş bulamadı: Amors film parçalarından bir filmin yarısını çekmeyi başardı, bunu yapabilmesinin nedeni de tam Yılmaz Güney e özgüydü. Herkesin bol keseden attığı, yalanın havalarda uçtuğu, gözü açık insanların dünyasında, dürüstlüğü, dost bilirliği, yardımseverliğini sayesinde kazandığı manevi hakların yardımıyla filmi çekti. İkisi de Cesurdu filmi ticari olarak başarılı oldu. Ardından küçük yapımcılar geldiler. Onlarda büyük atıyorlardı, ama Yılmaz Güney gerçekçiydi, art arda filmler yaptı, ama çektiği her filmin senaryosuna müdahale etti, yeniden yazdı. Kendi elleriyle özel bir Yılmaz karakteri yarattı. 1965 yılına geldiğinde sektör tam bir deney yaptı. Bu tür filmlerde yükselmeye çalışan 10 erkek oyuncunun da içinde yer aldığı On Korkusuz Adam filmini yaptılar. Herkes kendi diyalogunu artırmaya çalışırken, o bütün diyaloglarını çıkarttı, kendi repliklerini yarattı, tipini tamamen ayrıksılaştırdı. Bu film büyük başarı kazanırken, salon Yılmaz Güney in yarattığı Konyakçı tipi her görüntüye girdiğinde yıkılıyordu. Bütün bu artistlerin içinde Yılmaz Güney in ayrıksı olduğu anlaşıldı.
Bundan sonrası Yılmaz Güney in yönetmen olarak kendini yetkinleştirme çabasına sahne oldu. Sırayla Vedat Türkali, Duygu Sağıroğlu, Lütfi Akad, Atıf Yılmaz ile çalıştı, son derece bilinçli olarak Yeşilçam ın sanatçı niteliği olan insanlarıyla işbirliği yapıp, kendi filmlerini tümüyle yeni bir yörüngeye soktu. Tam burası Yeşilçam ın paradoksuna bir yanıt oluşturuyor.
Yılmaz Güney, iki yıl içinde, kimsenin inanmadığı, ama kendisinin direttiği yoldan geçerek, halkın sevgilisi haline gelir gelmez, sektörün içinde çalışan sanatçılarla yakınlaşması, her birinden hem bir şeyler öğrenmesi, hem de bir star olarak onlara olanak sağlaması da hapiste yaptığı planlardan birisiydi. Çirkin kral dönemi bu anlamda Güney in piyasanın sığ formüllerini alt üst etme, Anadolulu insana bir yer açma dönemiydi. Bundan sonrası gerçek bir dönüşümün hikâyesidir. Yılmaz Güney için çirkin kral filmleri kendine bir özgürlük ve hareket alanı yaratmıştır, ardından ise dünyaya açılan, kendini hem bir sanatçı olarak hem de bir devrimci olarak yetiştirdiği dönem bütün sancılarıyla birlikte gelir.
Hazırlayan: Zahit Atam
23 Eylül 2010 tarihli Birgün Gazetesi Kültür Sanat Sayfası
Yukardaki yazı, onun gibi bir sanatçı için çok kısa olmasına karşın ibret alınacak öğelerle dolu.
Güney, tüm insani değerlerimize (sanatçılarımıza)ayırımsız layık görülen baskılarla boğuştu kısa ömrünce.
Sıkıştırldı, tahrik edildi, kovalandı ve öldürüldü.
Bir gün hesabı sorulur mu bilmiyorum. Sorulmalı…