Nâzım Hikmet’in eserleri arasında saydığı ‘İki İnatçı’ ve ‘Prag Saatleri’ adlı oyunlarından bölümleri Türkiye’de ilk kez yayımlıyoruz.
Başlarken…
Nâzım Hikmet, Türkiye’de hakkında en fazla yazılan şairlerden. Bugüne dek onunla ilgili yüzlerce kitap basıldı, bini aşkın makale kaleme alındı. Ne var ki Rusya’daki yıllarına ilişkin yayınlar azınlıktadır. Yaşamıyla birlikte, orada ürettiği eserler de adeta sis perdesinin ardında kaldı.
Bu dizi, onun Rusya’daki yaşamının bilinmeyenlerine, o dönemde yazdığı, henüz Türkçeye çevrilmeyen yapıtlarına odaklanıyor ve araştırmacı, mimar M. Melih Güneş’in, cömertlikle paylaştığı belgelere dayanıyor.
Güneş’in, Nâzım Hikmet’in eşi Vera Tulyakova ve Vera’nın kızı Anna Stepanova’yla dostluğu, Rusya Devlet Edebiyat ve Sanat Arşivi’ndeki araştırmaları, yıllardır yürüttüğü çalışmalarla ulaştığı belgeler önemli bir noktaya dikkat çekiyor:
Sanılanın aksine, büyük şairin bize söyleyecekleri henüz bitmedi. Ondan geriye kalanlar, Rusya’da, Azerbaycan’da, Fransa’da, Türkiye’de, hâlâ araştırmacıların, yayıncıların ve kuruluşların ilgisini bekliyor.
Ancak onlara ulaştığımızda “Nâzım’ı bildiğimizi” düşünebilir, gönül rahatlığıyla “Nice yaşlara Nâzım!” diyebiliriz.
M. Melih Güneş’e paylaştığı her bilgi ve belge; Rusça metinleri Türkçeye çeviren Mustafa Yılmaz ile Nergiz Hüseyin’e desteklerini esirgemedikleri için teşekkür ederim. Dilerim, olası bilgi eksiklikleri de Nâzım Hikmet hakkında başlayacak verimli bir tartışmaya aracı olur.
***
‘ÖLÜM SENDEN AYRILMAK DEMEK’
Nâzım, ilk tiyatro eserini 1920’de yazmış, 30’larda oyun yazarı olarak da anılmaya başlamıştı. Rusya’da bu uğraşı sürdürdü. 1962 tarihli “Oyunlarım Üzerine” metninde, o dönemin eserlerini şöyle sıralıyordu:
“Türkiye’de”, “‘Enayi’nin ikinci varyantı”, “İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?”, “İnek”, “İki İnatçı”, “Tartüf-59”, “Her Şeye Rağmen”, “Prag Saatleri” ve “Demokles’in Kılıcı.”
“İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?” yazıldığı yıl pek çok ülkede sahnelendi, “İnek” Türkiye’de sıkça sahnelenen oyunlarından oldu.
Ama listedeki yapıtlardan ikisi Türkiye’de hiçbir zaman sahnelenmedi. Çünkü bu metinler, yazılışlarının üzerinden 50 yıldan fazla zaman geçmesine karşın Türkçeye çevrilmedi, yayımlanan kitaplarına girmedi.
Krallardan kurtuluş yok mu?
Nâzım Hikmet, Rusya’ya gittiğinde hastalandı. Enfarktüs bir türlü yakasını bırakmayınca Moskova yakınlarındaki Barviha Sanatoryumu’na kaldırıldı. Galina Gregoryevna Kolesnikova’yla burada tanıştı. Sonrası malum: Birlikte yaşamaya başladılar ve 7 yıl boyunca Galina, onun hem doktoru hem de sevgilisi oldu.
Galina’yla birlikte seyahatlere çıktılar.
Almanya’ya, Bulgaristan’a, Azerbaycan’a gittiler. Nâzım gittiği her yerde sevgiyle karşılanıyor, etrafını sanatçılar sarıyordu.
1956 yılında Prag seyahatlerinde Noyman Tiyatrosu’nda oyuncu Sonya Danielova ile karşılaştılar ve bu buluşmadan, Nâzım’ın “Prag Saatleri” adlı oyunu doğdu.
Hikâyeyi Galina’dan dinleyelim:
“Nâzım, Prag hakkında bir şey yazmak istiyordu. Bu kenti çok severdi. Sonya’dan Prag’la ilgili bir şeyler anlatmasını rica etti. Prag saatlerini yapan Yanuş Usta’yla ilgili efsane Nâzım’ın çok hoşuna gitti ve bunu yazmak istedi. … Nâzım ‘Bu oyun benim tiyatro yazarlığımda bir dönüm noktası olacak’ diyordu.”
Oyun, Galina’nın anlattığına göre 1957 yılında bitti:
“Nâzım oyunu Rusça olarak dikte ediyor, Sonya anında Çekçe olarak yazıyordu.”
Buraya bir parantez açıyor Melih Güneş: “Oyunun adı hiçbir zaman ‘Prag Saatleri’ olmadı, doğrusu ‘Prag Saat Kulesi’dir, bu adlandırma tamamen çeviri hatasından kaynaklanıyor” diyor.
Ayrıca oyunu Nâzım’ın başından beri Türkçe yazdığını, 1958 yılında tamamladığını, daha sonra Rusçaya çevrildiğini aktarıyor.
Nâzım’ın Moskova’da her zaman yanında olan, edebi asistanı Antonina Karlovna Sverçevskaya’nın anlatımından oyunun içeriği: “Piyeste Nâzım’ın başkişilerinden bir tanesi güzeller güzeli, sağır ve dilsiz Çingene kızı İboyka’dır. Olaylar, usta Ganuş’un İboyka’ya olan aşkı etrafında döner. Finalde âşıklar mutlu bir şekilde birleşir.”
Nâzım’ın, İboyka rolünü Sonya için yazdığı oyunda âşıklar kavuştu ama Sonya, oyunun yazımından sonra kansere yakalandı ve öldü. Ardından Nâzım, 1959 tarihli “Üç Leylek Lokantası” şiirinde Sonya’ya “Pırağ’da Üç Leylek Lokantası’nda buluşurduk/ Ah bacım, vah Sonya Danyolova/hiçbir şey unutulmuyor ölüler kadar çabuk” diye seslenecekti.
Melih Güneş, Nâzım Hikmet’in Türkçe el yazısından bölümlere, Rusya Devlet Edebiyat ve Sanat Arşivi’nde ulaştı:
HANOŞ: (Kuba’ya) Ne yapıyorsun? Başkasının evini gözetlemek olur mu? İnsanın ruhunu gizliden gözetlemek nasıl ayıpsa evinin içini gözetlemek de öyle ayıptır.
KUBA: İhtiyar Çingene ölmeğe hazırlanıyor. Bak sen de. Ölümü hiç kimse onlar gibi güler yüzle karşılamasını bilmez…
İHTİYAR ÇİNGENE: (Çalgıcı başıya) Öteki dünyada köpek yahut inek olacağımı sanmıyorum. Bu dünyada kimseye kötülük etmedim, kimse bana “öte dünyada köpek yahut inek ol” diye lanet etmedi.
***
(Bu sırada çalgıcılar başlamışlardır oyun havasına… Kızlar da teker teker oyuna kalkar ve çok geçmeden cümbüş tam kıvamını bulur)
HANOŞ: (Kuba’ya) Ölüme böyle cümbüşle gidilmesi güzel şey.
KUBA: Öte dünyada kız olmak istemezdim doğrusu
HANOŞ: Biz Katolikler de öte dünyada kalıp değiştirseydik sen oğlan, kız filan değil, köpek inek filan da değil, şey olurdun…
KUBA: Şarap tası olmak isterdim… Şöyle altın bir tas…
HANOŞ: Krallar, kardinaller içsin diye mi senden?
KUBA: Öte dünyada da kral kardinal filan varsa yandık! Heriflerden bu dünyada çektiğimiz yeter…
Prag Saatleri oyununa konu olan Hanuş Usta için Nâzım 1956 yılında bir de şiir yazmıştı:
Hanuş Ustanın Saati
Kar, önce tepede dindi,
Pırağ Şatosu’nun orda.
Sonra, birdenbire, berrak,
nazlı, serin bir mavilik
kestaneliklere indi.
Yumuşacık parlıyor da.
Şair, memleketten uzak,
hasretlerle delik deşik,
Eski Kent’te duruyordu,
meydanlıkta, yapayalnız.
Gotik bir duvar üstünde
Hanuş Ustanın saati
on ikiyi vuruyordu.
Harmanilerde yaldız
ve en aziz Piyer önde.
Saatin içinden çıktı
yorgun on iki havari
ve kesesiyle de Yahuda
ve inanç ve şer ve zulüm.
“Ve geldik ve gidiyoruz.”
Ve taştan bir yeniçeri
melûl mahzun aşağıda.
Ve çanları çalan ölüm,
ve yukarda öttü horoz.
Şair, memleketten uzak,
hasretlerle delik deşik,
etrafına dalgın baktı.
Geldi indi salınarak
nazlı serin bir mavilik
meydanlığa öğle vakti.
Yesenik, 29 Aralık 1956
‘Seni sevdiğimden beri ölümden korkar oldum’
1955 yılında Nâzım, sonrasında evleneceği Vera Tulyakova ile tanıştı. Birlikte “Sevdalı Bulut” üzerinde çalışmaya başladılar. Nâzım, kendisinden 30 yaş küçük bu sarışın kadına o günlerde âşık oldu. Ne ki, ancak 1960 yılında evlenebileceklerdi. Nâzım, Galina ile yaşadığı evden “üzerinde pijamaları, ayağında terlikleriyle” kaçarken Vera da ardında ilk eşini bırakacaktı.
Bu büyük aşk, birbirinden güzel şiirlerle birlikte, “İki İnatçı” adlı tiyatro eserini yarattı. Oyunun, Antonina Sverçevskaya’nın aktardığı doğuş ânı:
“‘İki İnatçı’ piyesinin yazımının, Nâzım’ın anlattığı küçük bir hikâyesi vardır. Dünya Barış Örgütü üyesi olarak Nâzım’ı zaman zaman radyoda konuşmaya davet ediyorlardı. Bir keresinde, kayıttan eve dönerken yolda kendisini kötü hisseden Nâzım, konuşması yayımlanacağı zaman belki de kendisinin artık yeryüzünde olmayacağını düşünür. Ve o zaman, başına bir şey gelmezse, mutlaka piyesi yazacağına karar verir. Böylelikle Vera ile beraber biraz kendilerini anlattıkları piyesi kaleme alırlar.”
Oyunda kalbinden oldukça hasta, yaşlı bilim insanı Aleksey Petroviç’in, genç Daşa’ya aşkı anlatılır. Doktorlar Nâzım’a da “Bu kalple âşık olursan ancak 3 yıl yaşarsın” derler. Söyledikleri çıkar: Nâzım aşkı seçer ve Vera’yla birlikte olduktan 3 yıl 4 ay sonra yaşamı sona erer.
Melih Güneş, “İki İnatçı”yı, Nâzım Hikmet’in oyunlarının yer aldığı 1962 yılında yayımlanmış Rusça bir kitapta buldu. Oyundan bir bölümü Mustafa Yılmaz’ın Türkçesiyle aktarıyoruz:
(Akşam. Tek yataklı bir hastane odası. Aleksey Petroviç gözleri kapalı sırt üstü yatmaktadır. Saatin yüksek sesli tiktakları duyulur.)
ALEKSEY (düşünmektedir): Özgür insan için ölüm diye bir sorun olamaz. Özgür insan ölümü düşünmez, o kadar. Yaşar, düşünür, sever, çalışır… Kimin bu sözler? Ve kim bu özgür insan? Kendi bireyselliğinin meselelerine göre yaşayan kişi. Ben özgürüm. Belli ki, tümüyle değil. [Çünkü] ölümü düşünüyorum. Özgürlük zorunluluğun farkına varmaktır. Belki de ölüm çok yakın olduğu için kendimi bu kadar özgür hissediyorum, yaşamı ve insanları daha kuvvetli seviyorum… Yarım saniye sonra yokum belki… İşte tam şu an, ölümün eşiğindeyken, hayatım boyunca inandığım şeylere yine de inanıyorum diyebilir miyim? İnanıyorum. Ancak “oyun” pek kesin bir kavram değil. Bilinci, inanmışlığı tercih ediyorum. Mutluyum. Kapı açıldı… Kim var orada?
Ayaklarının ucuna basarak Daşa girer, elinde bir kitap vardır.
***
DAŞA: Altı gün sonra çok uzaklarda olacaksınız… Binlerce kilometre ötede… Gözlerimi kapatacak ve sesinizi işiteceğim. İşte burada “koltukta” oturmuş, kulağıma usulca bir şeyler söylüyormuşsunuz gibi gelecek bana.
ALEKSEY: Daşa, bir kere daha rica ediyorum senden, yarın beni uğurlamaya gelme.
DAŞA: Herkesin içinde vedalaşmak rahatsız mı eder sizi?
ALEKSEY: Kinci olmak iyi değil. Garda seni işte böyle (Daşa’yı kucaklar) kucaklayabileceğimi ve seni ne kadar sevdiğimi herkese haykırabileceğimi sen de biliyorsun!
DAŞA: Biliyorum.
ALEKSEY: Tren uzaklaşırken gitgide küçülüp en nihayetinde kaybolman bana ağır gelecek ve çok acı verecek, hepsi bu… (Sessizlik) Daşa…
DAŞA: Ne?
ALEKSEY: Seni sevdiğimden beri ölümden korkar oldum. Ölüm senden ayrılmak demek.
Aslı Uluşahin
14 Ocak 2015 http://www.cumhuriyet.com.tr/