“Kenan Can Yoldaşlar’ın romanındaki “Yalnızlık Çocukları”yla tanışmıştım. Aradan 35 yıl geçtikten sonra yazılan ve benim yeni okuduğum bu romanda yazılanların “sahi”liğinin bizzat tanığıyım.”
12 Eylül darbesinden sonra romanda uzun bir suskunluk dönemi yaşandı. “Kitap okumanın suç sayıldığı, solcu olmanın ölümle özdeş sayıldığı” bir ülkede, gerçeğe sadık kalarak yazmak da kolay değildi. 12 Eylül de imgelerle örtülemeyecek kadar ağır ve açık bir trajediydi. Dikkat edin bu konuda yazabilecek, darbeden fiziki olarak zarar görmeyen güçlü romancılar 1980-1990 arası susmuşlardır. Bir kısmı da yazdığıyla gerçeğe teğet geçmiş ya da gerçeği tahrip etmiştir. Ancak darbeden çeyrek asır sonra yazılan romanlarla 12 Eylül edebiyatı- külliyatı oluşabilmiştir.
Söz konusu külliyata yakın zaman önce Kenan Can Yoldaşlar’ın “Yalnızlık Çocukları” adlı romanı eklendi. Tabi “Yalnızlık çocukları” sadece bir 12 Eylül romanı değil, biraz Adana nezdinde ülke tarihi, biraz da biyografi. Çağdaş romanlar gibi tarihten, söylencelerden ve gerçek yaşam öykülerinden yararlanılarak yazılmış. Semantik yoğunluk, kentte yaşanan yoksulluk – mağdurluk ve isyan – öfke hali roman boyunca sürmüş. Deyim yerindeyse yabancılaşma efektleriyle okuyucuya nüfuz etmiş.
Roman benim 1975-80 arası üniversite yıllarımın geçtiği Adana’da başlayıp Adana’da bitiyor. Elbette araya birçok hayat, uzun yolculuklar, serüvenler, sürgün, hapishaneler, trajediler giriyor. Romanın başkahramanı Eftal’in hayatının kırılma noktaları ile Türkiye’nin son 40 yılının alt üst oluş zamanları bir arada işlenmiş. Adana’dan yola çıkarak sadece siyasi çalkantılar değil, “kentsel dönüşümler- bozulmalar” ile kapitalizmin “gelişmesine” paralel olarak yaşanan kültürel yozlaşma ile tek tipleşme başarılı bir biçimde arka planda betimlenmiş.
Kahramanımız Eftal, Adana’nın yerlilerinden ve kenar mahalle çocuğu. Yoksulluk yanı sıra yetimlik, kişiliğinin gelişiminde, sol eylemci oluşunda önemli etken oluyor. Onun çocukluktan ergenliğe geçiş sürecinde kentteki sosyolojik ve ahlaki değişimleri hissedebiliyoruz. Hissedebiliyoruz diyorum zira K. C. Yoldaşlar bu süreci başarılı romanlarda olduğu gibi dolaylı betimliyor. Annenin şefkati ve oğlu Eftal’e anlattığı meteller- meseller onu maddi yoksunluğa karşı korumuş. Tinsel olarak zenginleştirmiş.
“Bazen ‘Sarı Melahat teyze, Kişnek Leyla teyze, Zeliha teyze ortaklaşa yemek yapma işleminde avluda toplanır, dolma, sarma gibi yiyeceklerin malzemeleri olan bir leğenin başında oturup yemek yaparlardı. Bazen de salça yapmak için Karaisalı biberlerini ortaklaşa temizlerken, ortaya serdikleri çul üstünde uyuya kalan bebelerini yatıran yeni doğmuş anneler…. Mahalle kadınlarının ‘yüklü’ dedikleri gebe gelinler…” S.26
Eftal, sokak aralarında çocukların rahatlıkla top oynayabildiği, at arabalarının, faytonların, yazlık sinemaların, komşuluk ilişkilerinin, imece’nin henüz tarih olmadığı bir zaman kesitinde yaşıyor çocukluğunu. Bizim kuşağın belleğinde olan Yeşilçam’da başlayan seks filmleri furyası, yılmaz Güney’in “Çirkin Kral”lığının ilan edilmesi, arabeskin yaygınlaşması, insanları “lakap”larla tanımlama olgusu romanda ustaca işleniyor.
Ana karakterler değil ama onların çevresini kuşatanların isimlerinin çokluğu ara sıra dikkat dağıtsa da kurgu yolunda ilerliyor.
Yaz aylarında Kentin yaşanamaz denli sıcak oluşunun betimlendiği bölümler beni üniversite yıllarıma götürüyor:
“Mevsim yazdır. Asfalta yumurta kırp döksen pişecek…. Yer yer at dışkısı ile sidiğinin turunç kokusuna karıştığı, körüğü geriye düşürülmüş faytonların yavaş yavaş yerlerini arabalara bırakmaya başladığı yıllar…” s. 55.
Romanda aksayan yanlardan biri de tam bu betimlemeden sonra geliyor. S. 57’de Ara geçiş olmadan, yazar veya bir anlatıcı araya girmeden “gazetelerden haberler” başlığı altında 68 olaylarından 12 Mart 1971’ye kadar yaşanan siyasal olaylar, kronolojik sırayla verilmiş. Okuyucunun geçiş sorunu yaşadığı, romandan ansiklopediye geçtiği sanısıyla şaşırdığı bu “yamalar” sayfa 71’de de görülüyor.
Ve Seyran yani Eftal’in çocukluk aşkı öne çıkmaya başlıyor. Eftal ve Seyran etrafında örülmeye devam eden roman, 12 Eylül darbesine doğru evriliyor. 1975-1980 arası kabaran sol dalga içinde Eftal de yerini alıyor. Ülke iç savaşın eşiğine doğru giderken, devlet ve devlet destekli sivil faşist çeteler katliamlar yaparken birçok bölgede sıkıyönetim ilan ediliyor. İşkencehaneler, hapishaneler daha çok solcularla dolduruluyor. Ve bu süreçte Eftal de yakalanıyor.
Gözaltı, işkence ve akabinde sorgusuz, delilsiz tutuklanma. 650 bin insana yaşatılan zulüm Eftal’e de yaşatılıyor. Ve idamlar.
Eftal, dönemin Adana hapishanesini çok iyi betimlemiş. Romanda detaylar önemlidir. Hapishane betimlemeleri ancak yaşayanların aktarabileceği kadar ayrıntılı. Yazarın büyük olasılıkla benim gibi yakından tanıdığı iki devrimcinin Serdar Soyergin ve Mustafa Özenç’in 12 Eylül darbesinden sonra idamı, o Adana hapishanesindeyken gerçekleşiyor.
Kaderin cilvesine bakın ki aynı hapishanede ben de yatmıştım. Neden tanışmadınız diyeceksiniz. Zira o dönemde Adana zindanında 1500’e yakın sol siyasi tutuklu ve hükümlü vardı. Eftal’in anlattığı firar girişimlerinde yer almıştım. 12 Eylül 1980 darbesinden 3 ay önce gerçekleşen son firarda özgürlüğüme kavuşmuş ve yer altı yaşamıma adım atmıştım. Sonra uzun sürgün yılları.
Velhasıl Kenan Can Yoldaşlar’ın romanındaki “Yalnızlık Çocukları”yla tanışmıştım. Aradan 35 yıl geçtikten sonra yazılan ve benim yeni okuduğum bu romanda yazılanların “sahi”liğinin bizzat tanığıyım.
Roman hakkında daha fazla yazmayayım diye düşündüm. Sonrasını okuyucuya bırakmak gerekir. Tabi objektif olmak babında birkaç eleştirimi de aktarmalıyım:
Roman kahramanı Eftal, yer yer aziz mertebesine konuluyor. Zaafları olmayan, hata yapmayan, devrim düşü nedeniyle aşkını gömebilen, her konuda kelam edebilen bir portre çiziliyor. Pişmanlık göstermedik elbette, aşkı da devrime ertelemiştik. Bunlar doğru ama bizim de zaaflarımız vardı, her konuda kelam edecek donanımımız yoktu. Özlemlerimiz, sancılarımız vardı.
Diğer yandan romanda cinsellik yok. Ne bir sevişme sahnesi ne de sevişmeye duyulan arzu. 12 Eylül romanlarının birçoğunda olmadığı gibi. Bu da bir eksiklik. Oto sansür sayılabilir mi bilmiyorum. Örneğin Vedat Türkali, hem 12 Mart’ı, hem 12 Eylül’ü anlattığı romanlarında onlarca sayfa sevişme sahnesi yazmıştır. Bu bölümler ne onun solculuğuna halel getirmiş, ne de romanın estetik boyutunu düşürmüştür.
Romanda yer yer karşımıza çıkan didaktik bölümlerin de metni zayıflattığını söylemeliyim. Örneğin Halis dayıyla diyalog bizi romandan koparıyor. Ders kitabı okuduğumuz izlenimine sürüklüyor.
Ve romanda en önemli sorun cümle bozuklukları, imla hataları. İnsan bu kadar güçlü bir kurguda, mükemmel diyebileceğim betimlemeler arasında, kolaylıkla giderilebilecek imla hatalarına üzülüyor. İkinci baskıda düzelmesi dileğiyle.
Kenan Can Yoldaşlar bir şair titizliğiyle çalışmış. Romanda betimlemeler yanında kullandığı metaforlar da oldukça derin ve zarif.
“Cami önüne terk edilmek istenen engelli bir çocuk gibi sustu…”
“Yanlış yıkanmaktan çekilip, kısalan bir yün kazak gibi hissederken kendini…”
Romanı okurken yer yer gözüm dolsa da siz sakın “yalnızlık Çocukları”nı “ağlatan roman” olarak anlamayın. Yaşanmışlıklar ile yaşın geçmesi sonucudur belki benim etkilenmemin nedeni.
Velhasıl okunmaya değer bir roman: “Yalnızlık Çocukları”…
Dönemi yaşayanlar için olduğu kadar, yaşamayanlar için de…
okayadil@hotmail.com
Künye:
“Yalnızlık Çocukları, Kenan Can Yoldaşlar, Dahi Yayıncılık, İstanbul, 2014.