20. yüzyılın ilk yansında Almanya’nın Frankfurt kentinde, özerk bir kurum olan Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü bünyesinde gelişen eleştirel sosyal felsefe üzerinde temelleri atılan Frankfurt Okulu düşünü, 20. yüzyılın ve günümüzün temel düşünce akımlarından biridir. Modernitenin olumsuzlanmasından doğan postmodern düşüncenin pek çok temsilcisi, kendisini Frankfurt okulu eleştirisinin sürdürücüsü saymaktadır.

Örneğin Michel Foucault, Jacques Derrida gibi adlar, sık sık kendi kavrayışlarının; Frankfurt Okulu’ndan esinlendiğini belirtmiştir. Frankfurt Okul’u düşünsel ve örgütsel kurumlaşmasını 1920’li yıllarda olgunlaştırdı. Kurum, asıl çığır açıcı çalışmalarını ise 1930 yılında Max Horkheimer’nin enstitü başkanlığına getirilmesiyle birlikte vermeye başladı. Frankfurt Okul’u düşününün ana gövdesini başlıca iki araştırmacı; Max Horkheimer, Theodor W. Adomo kurmuştu. Ayrıca Herbert Marcuse, Erich Fromm, Walter Benjamin, Georg Lukács gibi pek çok tanınmış entelektüel de okulun çalışmalarına katkı sunmuştur. Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü, kurumsal varlığını bugün de sürdürmektedir. Okulun entelektüel liderliğini 1929 doğumlu olan ünlü Alman sosyal bilimci ve felsefeci Jürgen Habermas yürütmektedir. Frankfurt Okulu’nun felsefi eleştirisini bütünlüklü bir biçimde ele alan bir aktarım yüzlerce sayfa tutan bir yazıya varabilir. Bu bakımdan, öncelikli gördüğüm kimi kavram ve düşünce öğelerine değineceğim.

Frankfurt Okulu üyeleri, kendi zamanlarına kadar süregelen geleneksel teoriye karşın, kendilerinin eleştirel toplum teorisini savunduklarını dile getirmişlerdir. Bu nedenle, ilkin geleneksel kuram ve eleştirel kuram kavramlarından bahsetmeli. Frankfurt Okulu üyeleri, Karl Marx’ı kendilerinin fikir babası sayarlar.

Felsefeleri Marx üzerinden Hegel’le de ilişkilenir. Gerçekten de Marx çağdaş sosyal felsefeye çok güçlü bir eleştirel akım katmıştı. Max Horkheimer, okulun manifestosu sayabileceğimiz geleneksel kuram ve eleştirel kuram adlı ünlü yazısında, eleştirel kuramın temel ereğini, sosyal adaletsizliğin kaldırılmasına yardımcı olacak kuramsal bir kavrayış üretmek olarak açıklar.

Amaçlanan eleştirinin bir başka boyutu da şudur: Tüm geleneksel sosyal kuramlar ve felsefeler nesnel oldukları savındadırlar. Bu, büyük ölçüde gerçekdışı bir iddiadır. Sosyal bilimcinin, sosyal felsefecinin özümsemiş olduğu değer yargılarından, sosyal ilgi ve çıkarlardan kendisini yalıtarak sosyal görüngüleri ele alabilmesi pek de olası değildir. Basit bir nedenden dolayı bu pek olası değildir; sosyal bilimci-felsefeci, nesnel bir gözle araştırmak istediği toplumun bir üyesidir de çünkü. Dolayısıyla; sosyal bilim, sosyal felsefe, her halükarda değer- bağımlıdır. Frankfurt Okulu düşünürleri kendilerini değerbağımlı ve taraflı olarak nitelendirir. Toplumsal haksızlığa karşı ‘eleştirel felsefe’ toplumsal haksızlığın mağdurlarının yanında konum alır.

Frankfurt Okulu, pozitivizm, neo-pozitivizm ve geleneksel akımlara karşı eleştirel ve kuramsal diyalektik bir yöntem uygular. Okul, uyguladığı diyalektik yönteme ‘içkin eleştiri adım vermiştir. İçkin eleştiri yöntemiyle ele alınan bir toplumsal görüngü, tarihsel-toplumsal bir gelişim ve oluş perspektifinde çözümlenir. Frankfurt akımının aydınlanma kavramına ilişkin görüşü de dönemi için özgün sayılmalıdır. 20. Yüzyılın başına değin, aydınlanma sözcüğü insan bilincinde hayli pozitif çağrışımlar uyandırmaktaydı, Gerçi 19. Yüzyılın ilk yarısında A. Schopenhauer güçlü bir kötümserlik felsefesi ortaya koymuş. Ayru dönemde S. Kierkegaard, yapıtlarında insan varoluşuna içkin bunaltıyı güçlü bir şekilde vurgulamış, 19.yüzyılın 2. yarısında Nietzsche, çağını bir çöküş çağı olarak nitelemiş ve nihilizmi ilan etmiş, çıkış yolu olarak da insanlığı, çağın tüm değerlerini bırakıp yeni değerlerin arayışına çağırmıştır.
Nörobilim uzmanlığı kökeninden gelen Viyanalı psikanalist Freud, insandaki akü dişiliği tanıtlamıştır. Bilim ve düşün dünyasındaki bütün bu birikimler aydınlanman iyimserliği dağıtmış, düşünsel iklimi karamsarlaştırmıştır. I. ve II. dünya savaşııun devasa yıkımlarına ve de ortalığı kasıp kavuran nazi sürülerinin barbarlığına tanık olan insanlık, gelecek güzel günlere olan inancını ve bu konudaki iyimserliğini yitirdi. Oysa aydınlanma ülküsü, bilimsel ilerleme ve akıla bir yöntem dolayımıyla, doğal ve toplumsal güçleri insanlık yararına dönüştürme vaadinde bulunmuştu. Savaşlarda kullanılan kitle imha silahlarına ve atom bombasına tanık olan Frankfurt Okulu üyeleri, tekniğin yıkıcılığının gücünden ürküntüye kapıldılar. Yeni endüstrileşme, hızlı kentleşme, insanının tüketme oburluğu; ekolojik dokuyu hızla artan bir ivmeyle bozma eğilimindeydi. Kısaca, örneklerden de çıkarsanabileceği gibi; aydınlanma kavramının bir diğer yüzü, yani olumsuz yüzü de söz konusudur.

Hegel, mantık bilimi adlı yapıtında diyalektik düşünceyi ileri yetkinliğine vardırmıştı. Marx diyalektik yöntemi tarihsel-toplumsal oluşumlara uygulamıştı. Hegel’in, diyalektik mantığım aydınlanmanın diyalektiği kavramına yalın olarak şöyle aktarabiliriz. Eski ve orta çağırt geleneksel, dinsel dünya görüşü; bilim, özgür düşünce ve akılcılıkJa olumsuzlanarak, olumlu kazanımlar elde edilmiştir. Ama aynı zamanda, bilimsel birikim, akılcılık gibi dolayımlarla sağlanan; endüstri ve yüksek silah sanayi gibi süreçler, kitlesel insan kırımları, ekolojik dokunun yağmalanması gibi olumsuzlamaları da taşıyor içinde. Kısaca tarihsel aydınlanma diyalektik bir süreç içinden ilerliyor. Bu bakımdan aydınlanma kavramının çağrıştırdığı sınırsız bilimsel ilerleme, endüstriyel : üretim hacminin sürekli büyümesi, mutlak teknik yetkinleşme hayali, tartışmaya açık ve sorunsal olgulardır. Ayrıca bütün bu gelişmeler günümüz insanını eskiye göre daha mutlu kılmamış, hatta tinsel ve ahlaksal olarak daha bir yoksullaştırmıştır.

Frankfurt Okulu öğretisinin bu içerikteki görüşleri, 1947de Max Horkheimer ve Adorno tarafından kaleme alman Aydınlanmanın Diyalektiği adlı yapıtla yayımlanmıştır. Bu yapıttaki görüşler, Frankfurt öğretisinin bugün için de geçerli olan görüşleridir ki onlarla modernitenin eleştirisine yönelen postmodern, postyapısalcı yazarlar arasında da düşünsel bir köprü oluşturur.

Adorno’nun sanat kuramına dair düşüncelerini de birkaç cümleyle belirtmek isterim: ‘Yüksek kültür’ savunucusu olan Adorno, popüler kültüre, kitle kültürüne ve yığın sanatına karşı, kolay anlaşılmaz olan, rafine, kapanık sanatı savunur. Caz ve blues gibi müzik türlerini kaba sanat biçimleri sayar. Bir toplumbilimci ve felsefeci
olan Adorno, ayrıca bir piyano virtüözü ve bestecidir. Okulun kitle kültürünün eleştirisinde kullandığı temel kavramlardan biri de kültür endüstrisi kavramıdır. Seri üretim haline gelmiş kültür ürünlerini anlatır. Buna örnekse: içi boş Hollywood filmleri, Broadway müzikalleri ve kolay tüketim için hazırlanmış her türlü sözde kültür ürünüdür. Kapitalizm kültür endüstrisi ürünleriyle, çalışan kitleleri edilginleştirmenin, aptallaştırmanın yeni bir afyonunu bulmuştur. Ünlü ruhbilimci Erich Fromm, Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü’yle bağlantılı çalışmış düşünürlerden biridir. Fromm, çağdaş ruhbilim kuramlarıyla Marksist Felsefe ve Varoluşçu akımlar arasında bir bireşime gitmeyi denemiştir. Fromm, ülkemizde iyi bilinen bir ruhbilimci yazardır. Fromm’un pek çok çalışması Işıtan Gündüz, Yurdanur Salman, Aydın Arıtan ve Kağan Öktem gibi çevirmenlerin başarılı çevirileriyle dilimize kazandırılmıştır.

Batı Avrupa da 1968 Baharı’nın öğrenci kalkışmalarında, gösterici öğrencilerin çoğunun üzerinde 3 M harfi yazılı tişörtler vardı. Bu 3 M’den ilki; Karl Marx’ı, İkincisi; Çin Devrimi nin önderi Mao’yu, üçüncüsü de felsefe profesörü Herbert Marcuse’yi simgeliyordu. Herbert Marcuse 1968’de Berlin Üniversitesi kürsüsünden ortaya koyduğu söylevinde, ABD’nin neden olduğu Çin Hindi’ndeki savaşa karşı, gençlere ‘Savaşmayın, sevişin.’ öğüdünü veriyordu. Profesör Marcuse’a göre eros itkilerinin özgürce doyurulması, insandaki yıkıcılık itkilerini yatıştırmaya elverişliydi. Marcuse, ölüm içgüdüsüne karşı erosu yanı yaşama içgüdüsünü öneriyordu. Ona göre, batı toplumlarımn ekonomik doyuma eriştiği düşünülebilirdi. Ve şimdi yapılması gerekense insanların kültürel haklarının ve cinsel özgürleşmenin önündeki son engellerin kaldırılmasıydı. insan çalışmasının özgür bir eyleme, adeta bir oyuna dönüştürülmesi, kültür uğraşısıyla, özgür cinsel edimle, adamakıllı hazza batmış ve doymuş bir insan yaşamı amaç kılınmalıydı. Marcuse’un salık verdiği haz ahlakıyla, liberalizmin ve günümüz neoliberalizminin Önerdiği kaba hazcılığını ve ekonomik doyum arayışım birbirine karıştırmamak gerekir.

Frankfurt Okulu’nun dışında kalıp yine de okulla bağlantılı çalışan bir başka entelektüel de 1940’ta İsviçre sınırında nazilerden kaçarken ruhsal yılgınlığa düşüp intihar eden Walter Benjamin’dir. Yaşamı erken vakit yok edilmemiş olsa, kuşkusuz çok daha büyük yapıtlar ortaya koyabilecek bu yazarın, sanat kuramı üzerine ileri sürdüğü görüşleri özellikle değerlidir. Son olarak, Frankfurt Okulu geleneğinin sürdürücüsü sayabileceğimiz efsanevi Alman Felsefeci Jürgen Habermas’a değinmek istiyorum. Habermas, disiplinler arası çalışan bir sosyal bilimci, felsefecidir. Çalışmalarında gözettiği başlıca kaygı, yeni bir sosyal uyumun sağlanabilmesi ve otoriteryen olmayan bir aydınlanma arayışıdır. İnsanlık öyle bir toplum kurabilsin ki bu toplumda sosyal baskıya uğramaksızın her birey özerk kalabilsin; ancak içsel bir sorumlulukla da gönüllü bir sosyal sorumluluk duygusunun taşıyıcısı olabilsin.

Profesör Habermas’ın 1981’de yayımlanan ve başyapıtı sayabileceğimiz İletişimsel Davranışımızın Teorisi adlı çalışması son derece girift bir yapıttır. Toplumbilim, ruhbilim, dilbilim, dil felsefesi gibi pek çok disiplinin analitik araçlarından yararlanarak harmonik bir sosyal yaşamın olanaklarım soruşturmaktadır. Evet, değerli okurlara yazının sonunda, başlığımız bağlamında birkaç kitap önerisinde bulunmak isterim:

Akıl Tutulması: Max Horkheimer
Aydınlanmanın Diyalektiği: Theodor W. Adorno, Minima Moralia: Theodor W. Adomo
Eros ve Uygarlık: Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan: Herbert Marcuse
Pasajlar: Walter Benjamin, Parıltılar. Walter Benjamin
Frankfurt Okulunda Sanat ve Toplum: Besim Deleroğlu
Müziksel Dünya Ütopyasına Adomo ile Bir Yolculuk: Ömer Naci Soykan

İyi okumalar.

1 Comment

  1. ‘Ülke topraklarını Korumak dışında savaş BİR CİNAYETTİR..’ demiş Ünlü bir filozof..
    Savaşın tank tüfek değil, Sanatın, bilimin her dalında Gelişmiş insan topluluğuyla olur..
    Bir ülkenin nekadar güçlü ordusu olduğu öenli değil, yetişmiş kalifiyeli İNSANıyla olur..
    SAVAŞLARIN OLMADIĞI ÇOCUKLARIN AĞLAMADIĞI BİR DÜNYA DİLİYORUM..
    Olaki Sömürge hallerine devam edecekse ülkeler, savaşlar bitmeyecekse,
    DÜNYANIN HERHANGİBİYERİNDE SADECE ÇOCUKLARIN ŞEHRİ OLSUN..
    OLSUNKİ
    BÜYÜKLERİN SAVAŞLARLA KİRLETTİĞİ DOĞADAN UZAK OLSUNLAR..
    Çocuk dünyalarının savaş görmemesi dileğiyle…

Bir yanıt yazın

Your email address will not be published.

Previous Story

Önce afişe sonra reklama çıkmak! – Ali Şimşek

Next Story

Muhbir Kişilik Üzerine – Zafer Köse

Latest from Felsefe

Nietzsche

FRIEDRICH NIETZSCHE: Felsefede “Akıl”

Felsefede “Akıl” 1 Soruyorlar bana, nedir filozoflardaki bütün bu alerji diye?… Sözgelimi tarih duygusu eksiklikleri, oluşun düşünülmesine bile duyduktan nefret, Mısırcılıkları.[17] Bir davayı tarihsellikten
Go toTop

OKUMA ÖNERİLERİMİZ