Özgürlük Anlayışının Geleneksel Batı Düşüncesindeki Farklı Biçimleri ve İnsanlık Tarihindeki Yeri

Kaynaklara göre özgürlük konusu birkaç ana tema etrafında ele alınmaktadır:

Otoriteye Karşı Bilinçli Hoşnutsuzluk ve İtaat Etmeme Özgürlüğü: Metin, uzak atalarımızın “ilkel bir masumiyet durumunda başlamadıklarını, ancak kendilerine ne yapılması gerektiğinin söylenmesine karşı bilinçli bir hoşnutsuzlukla başlamış gibi göründüklerini” öne sürer. Bu, özgürlüğün pasif bir durumdan ziyade, aktif bir direnç veya en azından dayatılan otoriteye karşı isteksizlik olarak algılandığını ima eder. Birçok toplumun, “hiç kimsenin bir başkasına sistematik olarak emir veremeyeceği şekilde” bilinçli olarak örgütlendiği belirtilir. Lallemant’ın anlatısında yerli halkların, “boyun eğmekten memnun olmadığı sürece” Kaptanların veya Kanunların tebaaları üzerinde hiçbir kontrolü olmadığını gözlemlemesi bu durumu destekler. Suçluların bile canlarının ve mallarının tehlikede olmadığından emin olması, bu itaatsizlik özgürlüğünün sonuçsuz kalabildiğini gösterir. Asıl belirsizliğin, reislerin ya da kralların ortaya çıkışından ziyade, “sarayları dışında onlara gülmenin artık mümkün olmadığı zaman” başladığı söylenir. Bu, özgürlüğün, keyfi gücün veya tahakkümün dayatılamadığı, sorgulanabildiği toplumsal yapılarla ilişkili olduğunu gösterir.

    Hareket Özgürlüğü ve Toplumsal Yapılar Arasında Geçiş: Kaynaklar, erken dönem topluluklarında gözlemlenen “kendi topluluğunu terk etme özgürlüğü” ve “yılın zamanına bağlı olarak toplumsal yapılar arasında gidip gelme özgürlüğü” gibi hareketlilik biçimlerini ‘gayet normal’ olarak tanımlar. Bu, bireylerin hoşnut olmadıkları veya kaynakların yetersizleştiği durumlarda yer değiştirebilme kapasitesinin, özgürlüğün önemli bir boyutu olduğunu gösterir. Buzul Çağı sonrasındaki toplayıcı toplulukların yeni ortaya çıkan kıyı ortamlarına yerleşmesi, bu hareketliliğin ve uyum sağlama yeteneğinin bir örneğidir.

    Kişisel Özerklik ve “Özgür Toplumlar”: Metinler, kişisel özerkliğin en önemli değer olarak görüldüğü toplumları “özgür toplumlar” olarak adlandırır. Bu, bireyin kendi kararlarını alabilmesi, kendi hayatını yönetebilmesi ve dışsal kısıtlamalardan nispeten bağımsız olabilmesi durumuna işaret eder. Hane özerkliğinin toplumsal hayatın birçok alanına nüfuz ettiği Çatalhöyük örneği, merkezi otorite eksikliğinde bu tür bir özerkliğin nasıl işleyebileceğini gösterir.

    Avrupa Toplumu Karşısında Özgürlük Eleştirisi: 17. yüzyılda Avrupalı sömürgeciler ile Yerli aydınlar arasındaki karşılaşmalar sırasında, tartışmaların “eşitlik”ten ziyade “özgürlük ve karşılıklı yardımlaşma” veya “özgürlük ve komünizm” üzerine yoğunlaştığı belirtilir. Yerli eleştirmenler, Avrupa toplumunu karşılıklı yardımlaşma eksikliği, otoriteye körü körüne boyun eğme ve özel mülkiyetin getirdiği maddi çıkar arayışı üzerinden eleştirirler. Kandiaronk’un gözünden, Avrupalıların sadece ceza korkusuyla kötülükten kaçınması ve iyilik yapmaya zorlanması insanlık dışı bir davranış şeklidir; kendi toplumlarında hakimlerin olmamasının nedeni ise parayı kabul etmemeleri ve kullanmamalarıdır, zira para ve mülkiyet hakları insanları kötü davranmaya teşvik eden bir “karşıt aygıt” yaratır. Bu, özgürlüğün, maddi çıkardan bağımsızlık ve karşılıklı yardımlaşmaya dayalı toplumsal ilişkilerle yakından ilişkili olduğunu savunur.

    Farklı Güvenlik Anlayışları ve Özgürlük: Metin, iki farklı “güvenlik” türünü karşılaştırır: okla vurulma olasılığının istatistiki olarak daha düşük olduğunu bilmenin güvenliği ile okla vurulduğunuzda dünyada bunu derinden önemseyecek insanlar olduğunu bilmenin güvenliği. İkinci tür güvenlik, toplumsal bağlara, sevgiye ve karşılıklı bakıma dayanır. Bu, özgürlüğün yalnızca fiziksel güvenlik veya kısıtlama olmamasından ibaret olmadığını, aynı zamanda güçlü toplumsal destek ve aidiyet duygusuyla da ilişkili olabileceğini düşündürür.

    Tahakkümün Karşıtı Olarak Özgürlük: Yazarlar, “temel insan özgürlükleri ve tahakküm biçimleri” üzerine kendi tarafsız listelerini geliştirme ihtiyacı duyduklarını belirtirler. Bu, özgürlüğü doğrudan tahakkümün (arbitrary power, domination) zıttı olarak konumlandırdıklarını gösterir. İnsanlık tarihinin temel sorusunun, “kendimizi nasıl sadece tek bir toplumsal gerçeklik biçimine sıkışıp kalmış halde bulduğumuz ve şiddetle tahakküme dayanan ilişkilerin o biçimin içinde nasıl normalleştiği” olması gerektiğini öne sürmeleri, özgürlüğün farklı biçimlerinin kaybedilmesinin tarihsel bir trajedi olarak görüldüğünü ima eder.

    Roman Hukuku ve Mülkiyetin Etkisi: Roma Hukuku’nun mülkiyet anlayışının (kullanma, ürünlerinden yararlanma ve hatta yok etme hakkı içeren – usus, fructus, abusus), bakım ve paylaşma sorumluluğunu en aza indirmesi, özgürlüğün toplumsal sorumluluktan veya paylaşma yükümlülüğünden ayrılmasına yol açtığı ima edilir. Erken tarımın mutlaka özel toprak mülkiyetinin başlangıcı anlamına gelmediği ve mülkiyetin toplumsal eşitliği korumak veya hane özerkliğini sürdürmek gibi farklı prensiplere göre işleyebileceği düşüncesi, mülkiyet biçimlerinin özgürlük üzerindeki etkisine dikkat çeker. Kutsal bağlamlarla sınırlı münhasır mülkiyet biçimleri (“dışlamak için var olan yapılar”) ile günlük hayattaki daha özgür ilişkiler arasındaki ayrım, mülkiyetin her zaman özgürlüğü kısıtlayıcı olmak zorunda olmadığını, bağlama göre değişebileceğini düşündürür.

      Özetle, özgürlük anlayışı, Batı düşüncesindeki bireysel, negatif (kısıtlamaların olmaması) bir özgürlük tanımının ötesine geçer. Otoriteye karşı aktif direnci, fiziksel ve toplumsal hareketliliği, kişisel özerkliği, karşılıklı yardımlaşma ve güçlü toplumsal bağlara dayalı güvenliği ve tahakkümden bilinçli olarak kaçınan toplumsal örgütlenmeleri içeren çok boyutlu bir kavram olarak sunulur. Bu farklı özgürlük biçimlerinin, insanlık tarihinin büyük bir bölümünde mevcut olduğu ve bunların kaybedilmesinin modern toplumsal yapının temel sorunlarından biri olduğu ima edilir.

      Kaynak : Her Şeyin Şafağı: İnsanlığın Yeni Tarihi