Richard E. Nisbett: Galileo ve Newton, keşiflerini sadece kolaylıkla bastırılamayacakları için değil, merak ve eleştirel düşünce alışkanlıkları nedeniyle yapmışlardı.
Batı, ortaçağda başat olarak tarımla ilgilenirken, daha az bireyci oldu. Avrupa köylüsü, gündelik yaşamda karşılıklı bağımlılık veya özgürlük açısından, ya da akıl yürütmede rasyonalist yaklaşım bakımından, herhalde Çin köylüsünden çok da farklı değildi. Üstelik entelektüel ve kültürel başarı açısından, Avrupa tam anlamıyla geri kalmış bir durumdaydı. Arap emirleri Platon ve Aristoteles’i tartışırken ve Çin’in bölgesel yöneticileri tüm sanatlarda ustalıklarını ortaya koyarken, Avrupalı soylular rutubetli şatolarında sığır butlarını kemirmekle meşguldü.
Ancak ortaçağın sonlarına doğru Avrupa tarımındaki gelişmeler (en önemlisi de, karasabanı atın çekmesini mümkün kılan hamutun icadı), eski Yunan kent-devletlerine çok benzeyen yeni ticaret merkezlerinin doğmasını sağlayacak kadar servet fazlası yarattı. İtalyan kent-devletleri ve daha sonra kuzey kent-devletleri, büyük ölçüde özerkti, çoğunlukla da despotların otoritesine tabi değildi. Birçoğu bir şekilde demokratik, en azından oligarşik nitelikteydi. Elbette ki varlıklı tüccar sınıfıyla birlikte kent devleti şeklinin yeniden doğuşu, bireycilik, kişisel özgürlük, rasyonalizm ve bilimin rönesansı ile ilişkiliydi. 15. yüzyıla gelindiğinde, Avrupa bin yıllık uyuşukluğundan sıyrılmış ve neredeyse her alanda –felsefe, matematik, sanat ve teknoloji- Çin’le rekabet etmeye başlamıştı.
15. yüzyılın başlarında gerçekleşen bir olay, Avrupa ile Çin arasındaki farklar konusunda aydınlatıcıdır. Büyük Hadım lakaplı imparator, Çin’den Güney ve Güneydoğu Asya, Ortadoğu ve Batı Afrika’ya yelken açan servet ve harikalarla dolu (teknolojik olarak Pinta, Nina ve Santa Maria’dan çok çok üstün olan) yüzlerce gemiyle bir yolculuk yapar. Hint Okyanusu, İran Körfezi ve Kızıldeniz kıyılarında yaşayan halkları Çin’in onlardan her bakımdan üstün olduğunu ikna etmek olan birincil amacına ulaşır da. Fakat Çinliler bu toplumların üretebildikleri veya bildikleri –Afrikalı ev sahiplerinin kendilerine gösterdikleri bir zürafa da dahil olmak üzere- her şeye kayıtsız kalırlar. Sadece zürafanın eskiden Çin’de, bir imparatorun doğu mu gibi önemli olaylarda ortaya çıkması beklenen, qi lin adıyla tanınan bir yaratık olduğunu hatırlamakla yetinirler.
Bu merak eksikliği, Çin’in tipik özelliğiydi. Orta Krallık’ın (Çin’in kendi kendine verdiği, “dünyanın merkezi” anlamına gelen ad) sakinleri, yabancıların anlattığı hikâyelere pek az ilgi göstermişlerdi. Dahası, Çin’de bilgiye bilgi adına hiçbir zaman büyük ilgi duyulmamıştır. Modern Çinli felsefeciler bile her zaman, kendi adına soyut kuramlaştırmadan çok, bilginin pragmatik uygulamasıyla ilgilenmişlerdir.
15. yüzyıldan günümüze kadar artan bir hızla devam eden Avrupa’ya özgü entelektüel ilerlemeler, bana öyle geliyor ki, Jared Diamond’un Guns, Germs, and Steel (“Tüfek, Mikrop ve Çelik’) adlı parlak eseri de dahil olmak üzere, yakın tarihli bazı makro-tarihlerin sunduğu türden ekolojik ya da jeopolitik bir açıklamadan daha fazlasını gerektirir. Despotizmin düşünce ve girişim üzerinde uyguladığı baskılarla birlikte yürütülebilmesi için Çin’de Avrupa’ya kıyasla çok daha rahat bir ekolojik zemin bulunduğu doğru olsa da, Avrupa’daki araştırma özgürlüğü ve bilimsel ilerlemenin izahını salt fiziksel etmenlerle sınırlandırmak bana yanlış görünüyor. 15. yüzyıldan çok daha önce, bu değerler ve onlara eşlik eden zihniyet Avrupalıların aklına işlenmiş durumdaydı. Martin Luther, Kilise’nin yolsuzluk ve zorbalığına karşı Doksan Beş Tez’ini sadece coğrafi olarak ondan kurtulması kolay olduğu için değil, Avrupa tarihinin yeni bir insan tipini -bireyleri daha büyük topluluktan ayrı ve özgürce düşünen kişiyi- yaratmış olması nedeniyle yazmıştı. Galileo ve Newton, keşiflerini sadece kolaylıkla bastırılamayacakları için değil, merak ve eleştirel düşünce alışkanlıkları nedeniyle yapmışlardı. (s.45-46)
Richard E. Nisbett
Düşüncenin Coğrafyası
Varlık Yayınları