TEZER ÖZLÜ: Artık giderek dünya insanları bana birer fabrika ürünü gibi görünüyor.

Arnavutköy
Anlatmak için uzun ve sıcak bir Haziran gününü bitmek üzere olduğu dakikalarda gökyüzü ile puslanmış Boğaz tepelerinin birbirine kaynaştığı çizgiye bakıyorum. İtalyan şarkıcılar en yanık aşk şarkılarını söylüyor. Çocuğum bir don lastiğini iki sandalye arasına bağlamış ip atlıyor. Bu gün Pazar. Beyaz küçük bir tekne, hava karardığı için pislikleri görünmeyen Boğaz suyunda gömülmüş ilerliyor. Karşıda biraz uzakta çam ağaçlarının gerisindeki apartmanın dördüncü kat balkonunda on beş yıl önceki Avusturyalı İngilizce öğretmenim sırtı bana dönük oturuyor. Biraz sola bakarsam, elektrik direği, küçük bir apartman kesiti ve yeşil ağaçların kararmakta olduğunu görüyorum. Kırmızıya çalan soluk ışıklarıyla uzun bacalı, küçük Boğaz vapuru, yeşil lambaları suya yansıyan meyhanenin biraz önündeki Arnavutköy iskelesine yanaşıyor.
Bu kadarını görebilen gözlerimin gerisindeki düşünceler, kıtaları, kentleri, olayları, insanları düşünüyor. Bu ülkeleri ozanlar, şarkılar, romanlar, filmler, senfoniler, savaşlar anlatmış. Birçokları da belki anlatmadan gözlerine, belleklerine, benliklerine yazmış güneşin doğuşunu, batışını, dağları, boş ovaları, kalabalık kentleri, aşkı, bir hastahane koridorunda beklenen adımları ve gene de, belki de ölürken söylemek istemiş en güzel, en yoğun tümcesini.

Bu yokuşu çıkarken kentin en son evine gelir gibiyim. Karşımda ufak bir tepe var. Tepenin üzerinde birkaç ağaç. Karanlıkta onlar daha koyu birer gölge. Gerileri aydınlık. Tepenin diğer yamacındaki aydınlatılmış yapılardan, gökyüzüne yükselen bir aydınlık. Ama benim o yapıları düşünmeme gerek yok. Yalnızca karanlıkta ağaçları belirli kılan bu hafif aydınlığı görürken yuvarlak yeryüzünde, bu büyük kentin son evine gelir gibiyim. Yuvarlak tepenin gerisi bir dünya işte. İster bizim kentimiz, ister dünyanın herhangi bir kenti olsun! Burası da içeriyor herşeyi. Doğanları. Ölenleri. Öldürenleri. Yaşam kavgası verenleri.

Onun evi sessiz. Karanlık. Eyşaları ölüme gittiği gece bıraktığı gibi bakımsızlıkları içinde duruyor. Daha da çok toz yığılmış üstlerine. Camlar kir içinde. Bu yokuşu inmiş olmalı. Sonra Sahil Yolunda deniz kıyısına, ölüme gidene dek bir otobüse, bir de şehir hatları gemisine binmiş olmalı. Kış aylarında durmadan zayıflıyor, bodrum katında en karanlık odaya çekiliyor, kendisine arasıra Sana yağlı makarna pişiriyordu. Yokuşu indi, gidip kendisini öldürdü.

Yokuşu çıkıyorum. Sıcakta biraz güç. Camları açıyorum. Karşımda göl gibi Boğaz. Onu Vaniköy’ün gerisi yemyeşil sahili kaplıyor. Tahta evler, ağaçlar, çatılar, yokuşlar. Arnavutköy, bu büyük kent içinde yolları, Rum balıkçıları, deniz kıyısındaki meyhaneleri ile kentin en az bozulmuş semtlerinden biri.
Bu mavi Boğaz parçası, bu yeşil Vaniköy sahili, iskeleye uğrayan küçük vapurlar, denizin tüm kesitini kaplayarak geçen büyük şilepler, uzak ülkelerin özlemini getiren beyaz yolcu gemileri, canlı çarşı sokaklarını kaplayan tahta evler, Akıntı Burnu’nu dönerken başlayan güçlü rüzgâr. Karşımdan doğan güneş. Sisle beyazlaşan sabahlar. Yalı camlarına kıpkırmızı yansıyarak batan güneş. Deniz yüzeyini dolduran martılar.
Sen bunları görmemek için karanlık odada oturdun. Sonra yokuşu inip kendini öldüreceğin yere gittin.
Sıcak yaz aylarında yokuşu çıkarken, evini bıraktığın gibi düşünmek, senin ölümünü düşünmek. Dışarısı mor. Çocukluğumdan beri ilk kez gökkuşağını görüyorum. Tam Vaniköy tepesinden, güneşin doğduğu yerden çıkmış, bir yarım çember gibi gökyüzünü bürüyor, yüksek gerilim hattının biraz ötesinde tepeye karışıp yitiyor. Burası benim yerim. Bu denizi, bu bitkileri, bu ağaçları, bu küçük semti yaşamak için, bu gökyüzünün değişen renklerine bakmak için yaşlılığımda uzun yıllar olacak. Hiç başka bir yer değil, burada oturup değişen, kalabalıklaşan dünyaya çıkmadan yaşamak istediğim yer burası. Şimdi tepelerden koşan bulutlar denizin üzerine geliyor.

Doğanın bu değişkenliklerini yıllar boyunca izleyeceğim. Doyabilmek için.

[Anlatı ve Günlük Parçaları]
(…)
İlk kez 1949 yılında geldim İstanbul’a. Bozdağlar, Gölcük’ler geride kalmıştı. Yılbaşı yaklaşıyordu. Birkaç ay ilkokul birinci sınıfa gitmiş, henüz hiçbir şey öğrenmemiştim.
Nemli soğuk karanlıktı İstanbul. Unkapanı köprüsünü dolmuşla geçtik. Çok az araba vardı.
Fatih’deki Bakkalzade sokağını sevdim. Evlerin her biri taşradaki gibi küçük, yol da topraktı. Bir sürü çocuk vardı. Üstelik pijama altlarıyla dolaşıyorlar, sümükleri akıyordu.
Biz geldiğimiz gün teyzemin dokuz yaşındaki oğlu ölmüştü. Yandaki küçük odada yatıyormuş.
Neyse, gene de en az dört beş çocuktuk evin içinde. Hiçbir şey bizi oyunlardan alıkoymazdı.
Oyuncağımız olmasa da.
Mecidiyeköy’deki evde de hep balık kızartılıyor, yeşil salata yapılıyordu. Gülçin’in sapsarı saçları, çok güzel bir yüzü vardı. O hep kabak çekirdeği yiyordu. Ben balık nedir bilmezdim. Kızarmış palamutları yiyip yemediğimi hiç anımsamıyorum.

(…)
Akşamüstleri yapılacak şeylerin en güzeli Arnavutköy yokuşundaki ayaküstü sohbetler. İhtiyar önümden çıkıyor. Sıcak havaya karşın takım elbise (kalınca, kışında giyilebilir cinsten) giymiş. Başında fötr şapka. Küçük ayaklarındaki ayakkabılar yazlık. Yokuşun merdivenlerinde bir kedi onu karşılıyor. Torbadan çıkardığı ciğer parçalarını ona veriyor.
— Bu yokuş adamı bitiriyor, diye söze başlıyor.
— Sizin kiracı burada değil mi? diyorum.

— Kiracı benim değil, ben kendim kiracıyım, diyor.
12 yıl önce emekli olduğunu, eline çok az para geçtiğini, 12 yıldır 70 öncesi emekli aylıklarının arttırılacağından söz edildiğini, belki de ömrünün bunu beklemeye yetmeyeceğini söylüyor.
— Üzerime de yoğurt döküldü, ama çıkar, değil mi? diyor.
Yünlü takım elbisedeki yoğurt izlerini ve artık pantolonunun iyice kirlendiğini görüyorum. Kafamda onun giysisini temizleyiciden tertemiz ve ütülü olarak çıktığını düşünüyorum.
— Kimseniz yok mu? diyorum.
Biz merdivenlerde oturuyoruz. Kedi gene onun yere dayadığı naylon torbaya saldırıyor. Eliyle bir tavuk ciğeri atıyor kedinin önüne. Kirli merdivenlerden kırmızı, sarı akşam sefaları fışkırıyor.
Arkamızdan, önümüzden koşan sokak köpeklerini
— Hoşşt!
Diye kovaladı.
— Kimsem yok.
— Yalnız mı oturuyorsun?
— İhtiyar ablam var. Bacağını kırdı, çıkamıyor. Her işi ben yapıyorum, hayat ne zor. Çamaşırları Beşiktaş’a götürüyorum. Orada ucuz yıkayan biri var.
— Hiç evlenmedin mi?
— Evlendim, ayrıldım. Bir kızım Amerika’da doktor, hiç yazmaz, aramaz!
— Böyle yalnızlık daha iyi.
— Bir bakıma belki…
Köşe başındaki bakkala ekmek almaya girdi. Oturduğu tahta evin önünde onu en çok kediler bekliyordu. Belki bir de yürüyemeyen ablası.

(…)
Ayasofya’nın otuz metre kadar ötede bahçeye açılan kapısının önünde kar yağıyor. Biraz ilerde herşey bembeyaz. Her şey aydınlık. O büyük kapının önünde, soğuk sessizlik içinde herkes kendi kafasına yığılmış düşünceler, çağrışımlarla atıyor adımlarını. Karanlık içinde, yüksek kubbenin altında, büyük kalın, soğuk mermer duvarların yanında, gene beyaz soğuk mermerler üzerindeyiz. Karanlığın biraz ötesinde bembeyaz bir kar var. İçerdeki hava, mermerler, kapılar, kubbeler, galeriler, taşlar, sütunlar, karanlık, soğuk, bindörtyüzelliiki yıl eski.
M. ile L.’nin boyları uzun. Aralarında sessizce konuşup fısıldaşıp anlaşıyorlar. Bu büyük mekân içinde sesler dağılıyor mu, yoksa yankıyla çoğalıyor mu, algılamıyorum. L. Ayasofya’ya ilk kez giriyor. M. ikinci kez. M. ile L. bu tarihsel anıtın büyük çıkış kapısı önünde, kara açılan kapı önünde ne algılarlar? Onlar İstanbul’a dün geldiler. Yarın gidecekler.
Kapının önünde kar altında yatan, terk edilmiş parklardan oluşan hipodrom alanında kentin çeşitli bölümlerinde egemen olan savaş öncesi durumun hiçbir izi yok. Islak hava zamansızlığa dönüşmüş ve alandaki ağaçları, fener biçimindeki ayaklı lambaları ve boş tahta sıraları bürümüş.

(…)
Bir taksi şöförü kapıyı çaldı. Lise öğrencisiydim. Şimdilerde otuz yılın küf kokusu biriken evin dar merdivenlerini üç kat indim. Şoför bana bir nüfus kâğıdı verdi. Otuz yıl öncesinin parasıyla benden 110 lira istedi. Nasılsa yüzon liram vardı. Cem Kabaağaçlı ve Demir bütün gece taksiyle dolaşmışlar, para yerine Cem şöföre bizim adresi ve nüfus kâğıtlarını vermişti.

Cem’i aradım ve o gün Asmalımescit’te bir otelde buldum. Dayak yemiş, yüzü gözü şişmiş. Birkaç saat Bakırköy Hastanesinde yatmış, nasılsa kente dönebilmiş, sonra taksiyle dolaşmış… Cumartesi günü, belki 1962 yılı parçalanmış, kızarmış, şişmiş bir yüzle Asmalımescit’de onu tanıdım. Nüfus kâğıdını vermek için. Hiç de önemsemedi kâğıdı. Şaşırdım. Kâğıt yerine beni önemsedi. Asmalımescit’te kendi deyimiyle “Aliye Berger halasına” uğrardık. Aliye Berger’in evi soğuk, bir camı kırık, mutfağında bir sandalye üzerine atılmış uzun kürkü… Sonraları bir sergi açtı Beyoğlu Sanat Galerisi’nde. Bu resimler senin, senin portren, dedi. Hiçbir resimde kendimi görmedim. Ama ben neredeyim, diye sormadım. Bilmediğim şeyleri sormayı sevmem. Yirmi yıldan uzun bir süre sonra, ilkbaharı andıran bu Zürih gününde, bu sabah Cem’in de öldüğünü öğreniyorum. Aynen Hayalet Oğuz gibi öldüğünü. Ciğerlerimizi boğan, Asmalımescit’i, Beyoğlu yaşamını bu denli erken gömen yalnız sigara mı? Hiç de değil. Solunan soluklarla soluyamayan kuşağımız.
Side’de, Pamfilya otelinde odası kitap dolu bir eski aristokrat. Özenle akşam yemeği için giyinen, uzun sofralarda uzun giysilerle oturan anne…
Bir Pazar gecesi Büyük Ada’daki eski Şakir Paşa konağı. Avlusunda ağaçlar yetişen, kırık camların ardındaki panjurların çarptığı, rüzgârın sokaktaki gibi içinde estiği eski tahta konak.

(…)
Kırmızı perdeleri açıp balkona çıkıyorum. Bugün “Canberra” gemisi geldi. Gemi çok büyük. Çok beyaz. Güverteden müzik bana kadar geliyor. Hava çok güzel. Mavi gökyüzü, güneşin sıcaklığı hiç bitmeyecek gibi. Bugün neler düşünülür, diye geçiyor aklımdan. Belki yazı bile yazılır. Ne limanlar var yeryüzünde diyorum. Ne açık denizler. Ama dağlar arasında kaybolan kaç deniz var?
Haykırmak istediğim çok şey var. Büyük kayıplar yıkacak değil bizi. Açıkça birbirimizle konuşamıyorsak ben ağlamak, bağırarak ağlamak için bahçenin yeşillikleri gerisindeki odama geçiriyorsam, biliyor musun, ne güzel ağıtlar içinde uyuyakalamak?

(…)
Büyük kente gece indim. Yazdı. Ama buranın yazı bizim sonbaharımızı andırıyordu. Kent yaşamının gece hareketliliği beni şaşırttı. Sanki herkes yaşıyor, diğer Avrupa kentlerindeki gibi evlerine erkenden çekilmiyor, ertesi sabah işlerine koşmak için bir uzun uykuya gereksinme duymuyordu. Bir başkalığı vardı bu kentin. Mutlu küçük burjuvalar, burjuva evlilikleri, büyük burjuva zenginlikleri hiç de göze çarpmıyordu. Sanki kentte herkes başına buyruk, herkes yeni ilişkilere açık, herkes kurallara başkaldırıyordu.
Duvar kenti ikiye ayırıyor. Batı’da bir başka yaşam, Doğu’da bir başka yaşam var. Batı yakasında hemen duvar çevresinde binlerce Türk işçi ailesi, Anadolulu oturuyor. Kahvelerini, kasaplarını, sebzeci dükkânlarını açmışlar. Küçük sinemalarında Türk filmleri gösteriyor, kahvelerine Türkiye’den hiç tanınmamış şarkıcı ve dansözler bile getiriyorlar. Bu semtte en çok işitilen dil Türkçe. Sirkeci’de, Eminönü’nde satılan tüm müzik kasetlerini burada bulmak mümkün. Batı yakasında, duvar dibindeki gözetleme kulesine çıktığınızda, sanki dünya önünüzde:
— İşte Doğu, işte Üçüncü Dünya, biraz ötede de tüketim mağazaları, kalabalık bulvarları, pubları, kahveleri, meyhaneleri ve bitmeyen araba trafiği ile Batı.
Batı’nın tren istasyonlarından birini sarhoşlar kendilerine haykırma yeri olarak seçmişler. Burada “Bombok! Bombok!” diye haykıran, alkolizm içinde gözleri kızarıp şişmiş Alman alkolikler var.

(…)
Hiç değilse gece 12’den sonra evinde oturmak yasak değil. Evleri de dolaşıp 12’de yatağa yatmamız için elinde kırbaçla baskınlar yapan olsa! İşte burada istediğimi yapabiliyorum. Işık

var. Kitaplar var. Ben varım. Dünyam var.

(…)
Bazan bir şey yaşarken olaya dışardan bakıp, o olayı yazmak için yaşadığım duygusuna kapılıyorum. O zaman içimden bir ses, karşındakine haksızlık ediyorsun, diyor. Olmaz böyle bir şey, diyor. Olayın içine girmeye çalışıyorum. O zaman da kendime haksızlık ediyormuşum gibi oluyor. Böylece kendi özüm ve gözetimim (yazmak için) arasında gidip geliyorum.

(…)
Herhangi bir zamanda gene az gelişmiş Türkiye’yi duyduklarında aslında birçoğundan daha gelişmiş olan bu insanları düşünecekler ve bir şey onlara derin bir acı verecek. Çocuklukları gibi, İkinci Dünya Savaşı gibi.

(…)
Daha sonra taşra kentlerinde yaşamadım, büyük kentlerin yoğunluğuna karıştım.

(…)
İktidardaki egemen sınıf ve benim toplumumdaki düzen her gün sayısız kez benim ve benim gibileri vazgeçmeye ve bizi kendisi gibi olmaya zorladı. Ben bir kezinde aklımı yitirdim, ama kendimi yeniden kendi elime geçirdiğimde daha da zor yenilebilir durumdaydım.

(…)
Gençlik ve olgunluk çağlarında yaşamlarını palavra üzerine kuran bu insanlar şimdi yaşlılıklarında kendi başlarının çaresine baksın, diledikleri köşelerinde kendi başlarına ölsünler. Çocukluğumuz üzerine kâbus gibi çöreklenenler, bilinçli yıllarımızı elimizden alamayacaklar, kendi çaresizlikleri sıkıntıları –bize kendi mutluluklarımızı çok görerek– tepemize atamayacaklar. Ben kimseye acımıyorum.

(…)
Köln Büyük Garı.
Bu düzenli Alman, çukulatası, liberal günlük gazetesi ile birlikte çalışma çantasının içinde.
Paris’ten gelip Kopenhagen’e giden treni anons ediyor. Kopenhagen’de Stockholm’dan ayrılışımı anımsıyorum. Ağabeyimden ayrılışımı anımsıyorum.
Şimdi yüzü gözü eğri bir Alman, yanımdaki banka oturan Japon yüzlüden para dileniyor.
— Bana bir Mark ver, yiyecek alabileyim, diyor.
Japon anlamıyor. Bir Alman dilenciye para vermek benim için olağanüstü bir zevk. Bu zevkin ardında ne büyük olaylar, politika vs yatıyor. Şu an bir çöpçü gelip oturduğumuz tahta sıranın altından çöpleri topluyor. Çöpçü Türk!
Ağabeyimle ayrılışımızı anımsamıştım, diyordum. Büyük çöpü gene iki Türk boşaltıyor.
Kopenhagen’e gidecek trene binmeden önce ağabeyimin çalıştığı odada oturduk. Oda Stockholm’un eski mahallelerinden birindeydi. Kapısında içerdeki zili çalmak için bir şifre vardı.
— Düşün bu adamların yalnızlığını, hem yalnızlıktan bunalıp ölüyorlar, hem de kapılarına kimse kapıyı çalmasın diye şifre yaptırıyorlar…
— Buralarda uzun kalamam, buralarda kalamam, döneceğim ülkeme, diyordu.
Öyle ayrıldık. Ulla, benim ve kendi çocuğu ile konserde.
Stockholm istasyonuna geldiğimde, gerideki siyah gölgeli kent silueti üzerine kızıl bir güneş batışı sonrası düşmüş. Çatılar, kuleler kapkara, kavuniçi-kırmızı gökyüzü önünde. Geceye doğru bile oldukça aydınlık olan bu kuzey gökyüzü önünde. Tanrım ne acı. O kendini burada tutukevinden daha kötü hissediyor. Bu ne acı bir durum ki, insanı güney güneşinden koparıp kuzeyin

karanlığına atıyor ve kahrolası yaşam-ölüm ülkesinde böylesine mutsuz kılıyor.
Artık bizim yaşamımızda hiçbir düzen kendini savunamaz. Bu her yaşımızda kanımızı emen, bizi tüm duygu ve yaşamlarımızı ölümü istercesine yaşamakta olduğumuza inandıran hiçbir düzen kendini savunamaz. İki genç öpüşür. Görünüşlerinden hangisinin kadın, hangisinin erkek olduğunu ayırmak güç. Mavi takım elbiseli biri yakasına kırmızı karanfil takmış. Arkadaşı göbeğine yumruk atıyor. Onlar trenin Moskova’ya gitmesini bağırışıyorlar. Kendi ülkelerinin de doğusuna geçecekler.
Artık giderek dünya insanları bana birer fabrika ürünü gibi görünüyor. Tabii bu çok sert bir yargı. İnsanları tanımadan önce kullanılabilecek bir yargı.

(…)
Ay, dün gece bir buçuk saat önce olduğu yerde. Hemen hemen aynı büyüklükte.

(…)
81 yaşındayım. 55 yıldır Berlin’de oturuyorum. Savaşta itfaiyeciydim. 24 saat çalışıyor, 24 saat oturuyorduk, ama sonuna doğru artık her şey birbirine karıştı.
— Biliyor musunuz, aslında ben herkesle konuşabilirim. Herkese istediği yanıtı verebilirim. Sizinle de ne güzel konuşuyoruz, değil mi?
Sonra kalkıyor. Eski bir çanta indiriyor. İçi aşınmış.
— Şu jöle gibi şekerlerden aldım. Bu seyahat için. Onlardan yiyelim mi? Alın. Bunları bu seyahat için aldım. Ekmek var, peynir var. Şunu bir tutun hele, bu ne biliyor musunuz? Bu fotoğraf makinası. Bakın üç gözlüğüm var. Uzak için, yakın için… Hepsi birbirine benziyor. Her şeyim var. Biram var. Bu bardağı da bana verdiler. Haydi şu şekerden bir tane daha alın. Şu paket dışarda dursun, sonra kaldıralım. Bu radyo. Biraz müzik dinleyelim. 34 Mark. Çok ucuz. Müzik çalarken dışarı da bakabiliriz.
Paket gazeteye sarılmış, lastikle, içinde gene lastikle sarılmış iki paket, onlardan birini açıyoruz.
— Fotoğrafları çok düzgün tut. Baktıklarını alta koy.
— Bu gemilerde hep çalıştım.
Resimler birbirine benziyor, ama ayrı. Şimdi radyo bir çalıyor, sonra gene istasyon devreden çıkıyor. Düşünüyorum. Radyodan ses duymazsa belki ölüme yaklaşıyor. Gözlerim kapanıyor. Uyuyorum.
— Artık kaldıralım. Düşer. Artık radyoyu paketinden çıkarmayalım. Önce plastik koruyucuya, sonra pakete.
— Bira içelim mi ha? İçelim, bende var.
— Yakında her şeyi bitecek.
Uzun uzun karıştırıyor. Arıyor. Plastik yeşil bir kapak çıkarıyor.
— Bak, bu kapak şişelere çok iyi uyuyor. Ama benim şişem yok.
Çantayı uzun uzun inceliyor. Radyoyu yerine koyuyor. Fotoğrafları koyuyor. Peynir, ekmek, şeker vs paketlerini tek tek inceliyor.
— Bu çantanın bende anahtarı da var. İstersem kilitleyebilirim.
Birayı bardağına dolduruyor. İçiyor. Bir kez daha dolduruyor. Teneke kutunun dibinde kalan bir yudumluğu bana veriyor.
— İç, diyor.
Kafamı iyice geriye atıyorum ki bir yudumcuk gelsin.

— Uyursam radyo elimden düşer. Ama siz dikkat ederseniz, değil mi? Hepsi çok değerli şeyler. Hepsi değerli, bilemezsiniz bavulum ne değerli. Çamaşırlarım, iç çamaşırlarım hep birinci kalite. Çocuklarım, hiçbir şeyini çaldırma dedi, çaldırma. Bilemezsiniz bu seyahat beni nasıl sevindiriyor. Çünkü nasıl karşılanacağımı biliyorum. Böyle bir karşılanma da benim hakkım.

(…)
Birdenbire çok yorulduğumu, taşıyamayacağım kadar yaşantı üslendiğimi ölürcesine algıladım. Kitapsız, sanatçısız, tartışmasız bir yaşamın özlemi sardı benliğimi.

(…)
Sıska bedenimden deriler sarktığında izin isteyeceğim. Ölmek için köyüme döneceğim, diyeceğim. Burada ölemez misin? diyecek. Burada ölecek yer yok, diyeceğim. Sonra siz beni yakarsınız. Ya küller arasında uyanıp, gövdemi arayıp, yalnız külleri görürsem? Oysa toprak içinde bir süre daha kollarım, bacaklarım ve tüm bedenimle birlikte olabileceğim. Belki ölüme alışana dek. Ölüm içinde ölümü unutana dek.

(…)
Altın kravatlar, küflenen giysi ve ayakkabılar, İsveç’ten gelen çocukların ve kendisinin oyuncakları, faturalar…
Öyle anılar var ki gerçek mi yoksa düşünülmüş mü olduklarını bilemiyorum.

(…)
Mayakovski’nin aşk özlemi, aşkın kendisine âşık olmak, tutulmak olduğunu tüm mektupları kanıtlıyor. Özellikle son mektubu. Tutulmak, bağlanmak istediği kadar bağlıdır. Aslında gerçek bir tutku.

(…)
Profesör, aşk ve ölüm. Bana enjekte edilen ölüm ve benden çekip alınan yaşam. Beyaz duvarlar, mavi oda.

(…)
Şimdi neden bu kadar çok sevdiğimi anladım, çünkü kendim ölmüştüm ve yalnızca başkalarının canlılığını algılayabiliyordum.

(…)

  1. 81
    Nihayet yağmur başladı. Bu sabah artık yağmuru neden bu kadar çok sevdiğimi anladım. Ağlayan bir yüreğe benzediği için. Onun acısı yüreğimi ağrıtıyor. Yüreğimde büyük acıyla beşte uyandım. Çocuğumun gülen yüzü. Christa’nın ikizleri. Yüce yürekli Achim.
    Babam bir haftalık sakal bırakmış. Bembeyaz. Gözü de kör. İyice ihtiyar. İyice huysuz. Kendisiyle birlikte bütün dünya ölsün istiyor. Huysuz. Çirkin. Ölene kadar hepimizin burnundan getirecek. Özellikle onunla evlendiği için ömür boyu idam cezasına çarptırılmış annemin.

(…)

  1. 81
    Bugün hakkımda çıkan yazıları bir kez daha okuyorum. Ders alayım da aynı hataları yinelemeyeyim diye!

(…)
Sabun da yerinde yok. Kibritler de yerinde yok. Kibrit bulunca çakıyorsun. Bakıyorsun ki daha önce çakılmış, gene kutuya konulmuş!

(…)
Bu son yolculuğum. Artık hiçbir trene binmeyeceğim, hiçbir uçağa binmeyeceğim, hiçbir gemiye.

(…)
Yalnız değilsin. Mozart seninle. Pavese seninle.

(…)
Bugünden sonra acıyı mutluluk olarak tanımlayacağım.
Berlin’de içimde büyük bir ölüm özlemi oluşuyor. Doğaldır, yaşam için bu kadar çok dürtünün olduğu yerde ölüm de çoğalır.

(…)

  1. 81
    Aylardır (gene abarttım mı?) süregelen lodos, sabaha yaklaşan gecede gene de kendini belli ediyordu. Boğazın üzerine baktım. Bu köyü, bu sonsuza akan suyu hiçbir zaman bırakıp gidemeyeceğimi biliyordum. İstanbul’un çevre yollarını karanlıkta geçtik. Yeşilköy’e vardığımızda, polisler uykulu, ama asık yüzlüydü. Yerde Afganlılar yatmış, çıplak ayaklarla uyuyorlardı. Onları uyandırdık. Yorgun, ince ve koyu tenli, saygılı insanlardı. Onlarla ne denli ortak sorunumuz olduğu bir an içimden geçti. Sorunlar, acılar, göçler, dünyanın sonu gelmez akışı idi. Ben de yorgundum. Aslında hiçbir yere gitmek istemiyordum. Uçağın önündeki kabin, iriyarı polisler, bir yıl önce bu konuda “donuma kadar kendi toprağımda beni arayan Alman polisleri…” diye konuşan Aziz Nesin’i düşündürdü hemen bana. Sonra onun sevimliliğini ve sorunları kavrayışındaki ataklığı anladım. Birkaç sevimli insandan daha önemli hiçbir şey yok yaşamda, dedim.
    Ben, Alman polis, görevli, uçak personeli vs’nin istediği saygılı ve yüzden eksik edilmeyen sevimli gülümsemeyi ve art arda sıralanan teşekkürleri (yüzeysel ve yapmacık) takınmıştım. Uçağa girdik. Bize ön sırayı verdiler. Uçağa girmeden önce İstanbul ufkunda doğacak güneşin kızıllığı gene belirmişti. Güneş bu yıl kış aylarına karşın sık sık doğuyor, sonra yağmur bulutları ardında yitiyor, sonra gene doğuyordu. Nefis bir hava.
    Uçak havalanırken tüm korkularımla bir an aşağıya bakabildim. İyice bakabilseydim, kentin en güzel yüzünü görecektim. Ama ben her zaman güzelliklerin değil de güçlük, terslik, acı ve öfkelerin peşinden koşan bir insanım.
    Münih Havaalanı sessiz. Temiz. Boşaltılmış, her bölüm birbirinden ayrılmış. Uzay filmlerindeki, öteki dünyalara gönderilecek insanların bekleştiği merkezleri andırıyor. Biz erken geldik. Henüz Berlin’e uçacak kimse yok. Çocuğum biraz koşuyor parlatılmış koridorda. Büyük pencereden, alan koridorlarınayanaşmış uçaklara girip çıkan, uçakları temizleyen Türk kadınları görüyorum. Çocuğum tellerle asılmış büyük afişleri sallıyor.
    — Hiçbir şey sallama, burada herkes her şeye kızar, diyorum.
    Yanımıza bir Alman kadın geldiğinde, hemen iki koltuğu yayılmış eşyalarımı çekiyorum. Bu kez o iki koltuğa yayılıyor.
    — Yerinizi mi aldım? diyor, istediği alanı kendi kendine açtıktan sonra.
    — Hayır, diyorum.
    İçimden, bu toprak senin, ben üç aylık bir ayakbasma izni aldım, demek ki koltuklar da senin, diyorum. Sonra konuşuyoruz. 92 yaşındaki teyzesine gittiğini anlatıyor.
    — Ne hoş çocuğunuz var, diyor.
    — Ne kadar uslu.
    — Benim çevremde de çocuklar var, bağırışıp duruyorlar.

Ama onlara istediklerini veren yok, dayak ister çocuklar…
— Siz çocuğunuza nasıl baktınız?
— Hiç dayak atmayarak, sevgi ile…

Her zamanki gibi. Solgun yüzü, gri, mavi gözleri ve elinde çiçeği ile alanda. Artık ondan da çok uzaktayım. İçimde ne sevgi var, ne özlem. Ona düşüncelerimde yaklaşmak için kendimi hazıramayı denedim, ama başaramadım. Düşüncelerimde bile bu hazırlığa yer yoktu. Her zamanki park yerinde arabaya eşyaları yerleştirdik. Yorgundum.
Eve geldik. Evi farelerin sardığını söyledi. En tiksindiğim yaratık fareydi. Şimdi bu soğukluğa, kara, sevgisizliğe ve uzaklığa bir de fare karışmıştı.
Önceki bir bölüm:
Pan-American uçağında hostes kızın ve ince sarışın erkek hostesin, Werner Herzog’un göremediği posterden daha da anlamsız, daha da mekanikleşmiş, içleri daha da kurumuş resimler olduğunu düşündüm.
Farelerin devamı:
Biraz uyudum. Gece erkence yattık. Bir farenin sıçrayışını duyar gibi oldum, hemen kızıma sarıldım.
— Ama beni uyandırıyorsun, dedi. Ona sıkıca sarıldım. Bir süre daha İstanbul’da kalmalıydım, dedim içimden. İstanbul’da ve yatağımda.
Tam dalmak üzereydim.
— İlk fare kapana geldi, tuttum, diye aşağıdan bağırdı.
— İyi, dedim. Ne garip. Onunla konuşmak bile istemiyordum.
Alışveriş yapmış, şimdi de bizim için fare avına başlamıştı.
Sabah uzun uykudan yorgun uyandım.
Aşağıya indim. Biraz yanına uzandım. O denli yumuşaktı ki.
Bana herkesi özletti.
— Bütün gece dört fare tuttum, dedi.
— Farelerden birini eski kapanımla tuttum. O kapan öldürmüyor, fare içinde tutsak ve yaşıyor, dedi.
— Onu ambara götür, buralarda yaşamasın, dedim.
— Bu kadar hain olma, zavallı hayvanı nasıl soğukta yavaş bir ölüme bırakabilirim, dedi.
Bu tür bir hayvan duygusu beslemiyordum. Bütün fareler ölmeliydi, hemen, ya da yavaş, bana ne…
Bu sabah eski kapanda küçük bir fare tutsaktı, kıpırdıyordu.
— Onları yavaş yavaş nerede öldürüyor… ya da ölümlerini nasıl çabuklaştırıyor (kendi istediği gibi) bilmiyorum. Soramıyorum. O denli nefret ediyorum farelerden.
Çocuğu Gedaechniskirche önünde kurulmuş lunaparka götürdük. Çevre yanık yağ kokuyor. Yağda sosis ve patates kızarıyor. Yanık yağ. Piyangocular, satıcılar, Noel günü yaşamlarını kazanmaya çalışan çeşitli ülkelerin insanları. Soğuk, kar ayakkabıları ıslatıyor, insanın ayakları donuyor.
Sonra pasajı geziyoruz. Süsler, ışıklar, hediyelik eşyalar, giyecekler, bitkiler arasında kurulmuş, pasaj içinde orman süsü verilmiş bir kahve. Nasıl yoruluyorum. Bu bayram gününün tenha kenti ve dolaşan insanları önümden öyle, öyle geçiyor. Bende hiçbir çağrışım yapmıyor. Bir süre kahvede oturuyoruz. Eve gitmek için arabaya döndüğümüzde, lastik patlamış. Lastik için gereken

hiçbir şey yok arabada. Her zaman unutkan, her zaman tedbirsiz, her zaman her şeyin yükünü, çilesini çekiyor. Aslında belli bir beceriksizliğin, aşırı bir iyimserliğin sürekli acısını çeken bir (Dostoyevski) Budalası mı? Metroya binemiyoruz, bozuk para yok. Gazete alıp para bozduruyoruz. İki kez aktarma yapıyoruz. Sonra taksiye biniyoruz. Sonra eve varacağımızda, şöför ile konuşmak, çenelemek yüzünden, yolu şaşırıyor, yorgunluk içinde bir sürü yol yürümek zorunda kalıyoruz. Biraz televizyon bakıyoruz. Ölü gibi yorgun uyuyorum.
Sabah eski kapanda yaşayan tutsak fareyi görüyorum.
Beşinci fare.
Arabayı getirebilmek için saat ona doğru kente gidiyor.

(…)
30 Nisan 82
Düsseldorf Havaalanı.
Aliminyum. Hortum. Lastik. Elektrikli merdiven. Otomatik kapı. Gene elektrikli merdiven. Gene hortum. Taş. Neon. Kapalı. Uzun. Binadan, bu büyük, büyük kutudan bir çıksam. Her yanı bu büyük kutuya benzetmişler.
Yeni yapılmakta olan Düsseldorf tren istasyonunda üst merdivenlerden onuncu perona iniyorum. Pis bir bekleme salonu. Yağmur yağıyor. Bir alkolik üç bira şişesinin yanında elleri üzerine başını düşürmüş. Müthiş öksürüyor. Bir zenci getirdiği sosisini acele yiyiyor. Kırık sandalyeler üzerine “bacak arasındakini arıyorum” yazılmış. İçerisi çok pis kokuyor. Hiç gitmeden burada kalacak olsam, kendime nasıl bir yön verebilirim bilemiyorum. Ama ilk kez Haydarpaşa garına özlem duyuyorum.
Çocuklar, ben ölesiye yorgunum artık bir havaalanına gidemem, bir bankaya gidemem, bir alışveriş merkezine giremem, tuvalete bile gidemem.
O kadar yorgunum ki 50 yılda bile dinlenemem.
Yaşamım yazarların acısını aramak oldu. Çocukluğumda Dostoyevski’nin nihilist acısını buldum. Otuzumda Pavese’nin intihar acısını. Bugün Berlin’de Peter Weiss’ın antifaşizm acısını.
Acıyla bağlantılı mutluluğumdan çok memnunum.
Bir yandan dünyayı tüm insanların mekânı olarak algılamak gerekir.
Her sabah yepyeni bir dünyaya kalkıyorum. Her akşam dünyanın bütün yorgunluk acı ve çelişkileriyle dayanamaz duruma geliyorum.
İnsan her şeyi nasıl isterse öyle algılayabiliyor. Kanallarda yol alan bu gemi neden duygularıma göre öteki dünyada yol alıyor olmasın?
Ay kırmızı üç fabrika bacasının gerisinde duruyor. Ay ile birlikte kalın fabrika bacaları da yakın. Ama gerisi. Gerisindeki dünya orada bitiyor. Onun gerisinde hiçbir şey yok. Korku. Ben orada bitiriyorum dünyayı. Benden sonra her şey çok çetin olacak.

TEZER ÖZLÜ
Kalanlar
Yapı Kredi Yayınları