Özgürlüğün Sanrısı: Dijital Çağda Gönüllü Kölelik ve Teolojinin İzleri – Rüya Topçu
Günümüzde, özellikle Batı uygarlığının büyük bir kesiminde özgür olunduğu düşünülse de, aslında özgürlüğün kendisinden çok bir sanrısının gündemde olduğunu savunuyorum. Bu yeni bir düşünce değil. Spinoza’dan Schopenhauer’a, La Boétie’den Feuerbach ve Marx’a kadar pek çok düşünür bu yanılsamayı tartışmıştır. Nihayetinde Orwell, çağımızın temel trajedisini, yani “özgür köleleri” – bizleri – gözler önüne sermiştir. La Boétie’nin ünlü eseri “Gönüllü Kulluk” da bu duruma işaret eder. Antik Yahudilik ile modern Batı düşüncesini birbirine bağlayan temel düşünür ise her zaman Spinoza olmuştur.
Bugün ise dijital çağ, pek çok kişi tarafından büyük bir özgürleşme dönemi olarak sunuluyor. Dijitalleşmeyle ilişkilendirilen özgürlük, aslında yalnızca bir görüntü üzerine kuruludur. Bu mesele, Batı toplumunun kökenlerine, belki de Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesine kadar gider; çünkü modernleşmenin iki temel sorunsalı olan zenginleşme ve özgürleşme, Batı uygarlığının ana meseleleri haline gelmiştir. Ancak bugün ileri sürdüğüm temel tez, özgürleşmenin unutulduğu ve zenginleşmenin tek başına insan varlığını anlamlandıracak bir içerik olarak sunulduğudur.
Spinoza ve Schopenhauer’un özgürlük anlayışlarına göre, özgürlük, gereklilik ve zorunlulukla olan ilişkisi üzerinden ele alınmalıdır. Spinoza’nın Etika ve Tractatus’unda bu ilişki temel bir sorundur. Aynı şekilde Schopenhauer, felsefenin aslında “hiç”in incelenmesi olduğunu ileri sürer; çünkü “hiç” olmayanı, yanılsamayı işaret eder. Bugünün dünyasında özgürlüğün bir sanrısı, çoğu zaman yeterli görülmektedir. Ancak bu yanılsamanın çözümlenmesi gerekmektedir ve bu çözümlemeyi hem iktisadi hem de felsefi bir bağlamda ele almak zorundayız.
Feuerbach, Marx ve Spinoza’nın da işaret ettiği gibi, bu yanılsamanın kaynağı teolojidir. Teolojinin, yapısı gereği özgürleşme sağlamamasına rağmen bir yanılsama yarattığını savunuyorum. Bu tezi güçlendirmek adına Spinoza’nın Tractatus’una başvuracağım. Spinoza, insanların sorunlarını daha sınırlı bir perspektifle ele alabilselerdi ve zenginliklerini yeterli bulsalardı, yanılsamaya başvurma eğiliminde olmayacaklarını söyler. Ancak insanlar genellikle aşırılığa kaçar ve problemlerini çözme konusunda bilgi sahibi olmadıkları için, orantısız arzularının ve isteklerinin tutsağı haline gelirler. Bu da onları sürekli olarak umut ve korku arasında gidip gelmeye zorlar.
Spinoza’ya göre, umut ve korku arasındaki bu dalgalanma, insan ruhunu inanca sürükler. Teolojik inanç, geleceğe dair umutlarımızı onaylayacak ve korkularımızdan bizi kurtaracak bir sığınak sunar. İnsanlar, bu inançla kendilerini gönüllü köleliğe teslim eder. Hepimizin hayali, Marx’ın dediği gibi, yıllarca çalıştıktan sonra elde edilecek belki de manzaralı bir evdir. Ancak manzara, aslında egemenlik altına alınamaz ve bugünkü iktisadi düzen bize bu yanılsamayı dayatır, bizi onun kölesi yapar.
Bu yanılsamanın temelinde teolojinin yarattığı büyük bir dinamik vardır. Zenginliklerimiz yolunda gittiğinde, bu inanç kıskacından daha kolay kurtulabiliriz. Ancak Spinoza der ki, işler kötü gitmeye başladığında ve insanlar dertlerine çare bulamadıklarında, çaresizlik içinde inanca dönerler. Bu dönüşün nedeni, teolojinin sunduğu sınırsız vaatlerdir. Böylece insanlar, iktisadi yanılsamanın içine çekilirler.
Kaynak: https://kendimekatilmiyorum.blogspot.com