Sosyal Medya ve Kimlik Krizi – Rüya Topçu

Günümüz dijital çağında sosyal medya platformları, bireylerin kimlik algısını önemli ölçüde dönüştüren, kimliğin hem bireysel hem de toplumsal düzeyde yeniden inşa edildiği ve sorgulandığı bir mecra haline gelmiştir. Gerçek hayattaki benlik ile sosyal medya aracılığıyla sergilenen idealize edilmiş kimlik arasındaki fark, yalnızca bireylerin kendi iç dünyasında bir çatışma yaratmakla kalmayıp aynı zamanda toplumsal normlar üzerinde de derin etkiler bırakmaktadır. Bu ikili kimlik yapısı, bireylerin gerçekliği algılama biçimlerini şekillendirirken, hem psikolojik hem de felsefi düzeyde ciddi sorunlara yol açmakta ve bu durum, dijital çağın birey ve toplum üzerindeki etkilerini anlamak için oldukça zengin bir analiz alanı sunmaktadır.

Felsefi açıdan ele alındığında, sosyal medya kimlikleri ile gerçek benlik arasındaki çatışma, öz ile görünüş arasındaki klasik tartışmayı yeniden gündeme taşımaktadır. Platon’un mağara alegorisi, bu meseleyi anlamlandırmak için güçlü bir metafor sunar. Tıpkı mağara duvarına yansıyan gölgelerin hakikatin yalnızca bir yansıması olması gibi, sosyal medyada sunulan kimlikler de bireyin gerçek benliğini yansıtmaktan çok uzak, kurgusal bir temsiliyet haline gelmiştir. Mağara dışındaki ışık, bireyin gerçek benliğine ulaşma arayışını temsil ederken, sosyal medyada yaratılan idealize edilmiş kimlikler bu hakikatin yalnızca yüzeysel bir yansıması, hatta kimi zaman bir çarpıtması olarak karşımıza çıkar. Bireylerin bu ortamda “olmak” yerine “görünmek” kaygısıyla hareket etmesi, gerçeklik ile algı arasındaki sınırları bulanıklaştırmakta ve modern toplumda kimliğin yeniden tanımlanmasını zorunlu hale getirmektedir.

Bu felsefi perspektifin yanı sıra, bireyin sosyal medya ile şekillenen kimlik algısını psikolojik açıdan ele aldığımızda, reel ve ideal benlik arasındaki gerilim ön plana çıkar. Carl Rogers, reel benlik ile ideal benlik arasındaki uyumsuzluğun bireyin kendini algılayış biçimini olumsuz etkileyebileceğini ve bu durumun bireyde psikolojik sıkıntılar yaratabileceğini savunmuştur. Sosyal medya platformları, bireylere daha güzel, daha başarılı, daha sosyal bir imaj yaratma imkanı sunarken, bu imajın gerçek benlikle çelişmesi durumunda bireyin kendilik algısında önemli bir kırılma meydana gelebilir. Sürekli onaylanma ve beğeni arayışına dayalı bu idealize edilmiş benlik, bireyin kendi gerçekliğinden uzaklaşmasına neden olmakta ve bu durum, özellikle genç bireylerde özgüven eksikliği, anksiyete, depresyon ve hatta tükenmişlik sendromuna zemin hazırlamaktadır.

Bu noktada sosyal medyanın yalnızca bireysel düzeyde değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde de ciddi etkiler yarattığı söylenebilir. Sosyal medya platformlarında sürekli olarak idealize edilmiş kimliklere maruz kalmak, bireylerin kendi hayatlarını değersiz görmelerine ve sürekli bir kıyaslama döngüsüne girmelerine neden olmaktadır. Bu durum, yalnızca bireylerin ruhsal sağlığını değil, aynı zamanda toplumsal normları ve değerleri de dönüştürmektedir. İnsanlar artık kim olduklarını, neye değer verdiklerini ve yaşamlarını nasıl anlamlandırmaları gerektiğini, dijital dünyanın dayattığı standartlar çerçevesinde yeniden değerlendirmek zorunda kalmaktadır.

Bu kimlik krizini felsefi bir bağlamda ele aldığımızda, otantik benlik arayışı ve varoluşsal anlam sorgulamalarına dikkat çekmek önemlidir. Heidegger’in otantiklik kavramı, bireyin kendi varoluşunu özgün bir şekilde anlamlandırmasına dayanır. Ancak sosyal medya, bireyin kendi varoluşunu başkalarının gözünden değerlendirmesine neden olmakta ve bu durum, bireyin kendine yabancılaşmasına yol açmaktadır. Heidegger’in bu bağlamda ele alınabilecek kavramı, bireyin kendisi için değil, başkalarının beğenisi ve onayı için yaşamaya başlamasını, varoluşsal bir kopuşun ve anlam kaybının temelinde yatan faktörlerden biri olarak görmektedir. Sartre’ın “başkalarının gözü” kavramı da bu noktada değerlendirilebilir; sosyal medya, bireyleri sürekli olarak başkalarının bakışları altında yaşamaya mahkum etmekte ve bu da bireyin kendi benliğinden uzaklaşarak, yalnızca dışsal onayla şekillenen bir varoluşa sürüklenmesine neden olmaktadır.

Sonuç olarak, sosyal medya aracılığıyla bireylerin kimlik algısında meydana gelen bu dönüşüm, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde çok boyutlu bir çatışmaya işaret etmektedir. Gerçek benlik ile sosyal medyada inşa edilen idealize edilmiş benlik arasındaki uçurum, yalnızca bireylerin içsel dünyasında karmaşaya yol açmakla kalmamakta, aynı zamanda toplumsal düzeyde de kimlik algısının yeniden inşa edilmesini zorunlu hale getirmektedir. Dijital dünyanın bu etkileri, bireyleri yalnızca psikolojik bir kırılmaya değil, aynı zamanda felsefi bir sorgulama sürecine sürüklemekte; “Ben kimim?” sorusu, sosyal medyanın dayattığı idealler karşısında her zamankinden daha karmaşık ve yanıtlanması güç bir hale gelmektedir. Bu soruya yanıt ararken bireylerin, dijital dünyadan uzaklaşarak kendi gerçekliklerine dönmeleri ve hem bireysel hem de toplumsal düzeyde dijital farkındalık geliştirmeleri, bu karmaşayı anlamak ve aşmak için en önemli adımlardan biri olacaktır.

Rüya Topçu

kendimekatilmiyorum.blogspot