Suskunluk, tekrarlar ve seslerle ritim bulan bir metin “Sonsuza Dek Sürer…” – Hayat bir zombinin ömrü kadar

Bugüne kadar ne zombi hikâyelerine, ne zombi filmlerine ne de zombi oyunlarına merak duydum. The Walking Dead dizisini hiç seyretmedim mesela. Hatta benim gibi doksanlarda büyüyenleri hayal kırıklığına uğratma pahasına, The Cranberries’in Zombie şarkısına dahi kayıtsız olduğumu itiraf etmeliyim. Belki zombilere haksızlık ettim. “Benim de zombi arkadaşım var, onlar da insan” manasında demiyorum tabii, fakat –tıpkı ünlü şarkının mesajı gibi– zombi temasının ardında çoğu zaman güçlü bir siyasi ya da toplumsal eleştiri yatıyor. Yaşayan ölülerin istilasını bunca asır şekilden şekle giren araf mevhumun dehşet verici ama grotesk bir tezahürü olarak da görebiliriz. Hem düşününce, zombiler sadece bilimkurguya ve popüler kültüre değil, edebiyatın ta en derinliklerine kadar çoktan işlememişler mi? Beckett’in karakterleri, Gregor Samsa, hatta Raskolnikov ve Meursault kurgusal evrenlerinde yaşayan ölülerden ne kadar farklılar?

Disiplinlerarası sanatçı ve yayıncı Anne de Marcken’ın ilk kitabı It Lasts Forever and Then It’s Over (“Sonsuza Dek Sürer ve Ardından Biter”) nevi şahsına münhasır bir zombi novellası. Robert Kirkman’dan ziyade, bölümlerin başında alıntıladığı Fernando Pessoa ve Italo Calvino ile akrabalığı daha fazla. Sahiden, kitabın adını öğrenemediğimiz zombi ana kahramanı Pessoa’nın huzursuz ve mütemadiyen sorgulayıcı haleti ruhiyesini taşıyor. Anlatımı kâh Roland Barthes’ın Yas Günlüğü gibi yitirmek ve keder üzerine tefekküre davet eden bir denemeye, kâh Görünmez Kentler’in anlatıcısı Marco Polo’nun bitimsiz arayışlarına öykünen bir masala meylediyor. Sonuç; bu sene okuduğum en farklı, katmanlı, cüretkâr, biçimsel yeniliklere açık ve zamanın ruhunu irdelemeye teşne kitap “Sonsuza Dek Sürer…”.

Yitiş daha ilk cümleden hikâyenin tam kalbinde. Ama beklenenin dışında bir yitiş bu. “Bugün sol kolumu kaybettim. Omzumdan kopuverdi.” Bir duygudan değil, bir uzuvdan bahsediyor De Marcken. Afallıyorum. Anlatımını bir zombi karakter üzerinden kurmanın yitirme hali üzerine düşünebilmeye kazandırdığı yeni imkânları daha ilk sayfadan kullanıyor. Gerçek anlamda büyük acılara sebep yitişlerin gündelik hayatta normal karşılanması, benimsenmesi örneğin. Bitimsiz varlığına kolsuz devam etmekle barışmaya çalışan bir kahramanla tanışıyoruz böylece. “Bunun dengemi olduğundan daha fazla etkileyeceğini düşünürdüm. Oysa saç kestirmekten çok da farklı değilmiş.” Hem derin hem grotesk. Kendini tiye alan bir öz farkındalıkla yaşamaktan ve ölmekten aciz bu varlıkların dertlerine şahit oluyoruz. De Marcken zombi topluluğunun hamisi Mitchem’ın ciddiyetini aktarırken dahi iğneleyici tonundan ve kara mizahından ısrarla vazgeçmiyor.

Mitchem’a göre durumu kabullenmeyi reddediyormuşum. Depresyonda olduğumu, çünkü şaşkınlık duymak yerine kendimi kayba uğramış hissetmekte direttiğimi söylüyor. “Yeni yaşantını kucakla” diyor. Bir an bunu tek kolla yapmaya çalıştığım gözümde canlanıyor.

Karakterlerin devinimleri neredeyse sinematografik bir anlatıyla betimleniyor. Görsel sahihlik ve dinamizm De Marcken’ın video sanatçılığı deneyimlerinden izler taşıyor muhtemelen. Ama okur hikâyede pasif bir özne değil. De Marcken titiz betimlemelerine rağmen mekânların görünümünü bilinçli olarak flulaştırmış. Bu mekânların nasıl bir otele, şehre, yola ya da sahile bürüneceğini okurun zihnine bırakıyor. Tek yönlü bir anlatıdan sakınıyor De Marcken. Girişte sadece birkaç cümleyle, okuru yanına tahayyüllerini alıp zombilerle birlikte düşünmeye çağırıyor. Soruların müşterek göğüslendiği, tahayyüllerin farksızlaşıp iç içe geçtiği ve ortaklaştığı, tanıdık bir kıyamet sahnesi kuruyor.

Sağken dünyanın sonunun bir kurtuluş olacağını hayal ederdim. Bunu bir çeşit arınma olarak düşünürdüm. Ya da en azından bir basitleşme. Azaltma yoluyla düzeltme. Boş kentleri, geri kazanılmış toprakları canlandırırdım gözümde. O gözümde canlanan gelecekti. Buysa şimdiki zaman. Dünyanın sonu tıpkı hatırladığınız gibi. Kıyameti gözünüze getirmeyi denemeyin. Her şey aynı.

Öyle; her şey aynı. Dertlerimiz, arayışlarımız, duygusal çıkmazlarımız, ahlaki ikilemlerimiz, kederimiz, öfkemiz ve özellikle de suallerimiz.

Soru soran kitapları seviyorum. Isıran, kışkırtan, cevaplanmaya dudak büküp okurun zihnine sızan, kazınan sorular sormanın gösterişsiz ama zaruri bir zanaat olduğunu düşünürüm hep. Bu yazarların sükûn tevazularına, retoriğin cazibesine kapılmadan gerçekliğin dokusundaki zayıf noktaları açığa çıkarma gayretlerine hayranım.

Cevaplara ölçüsüzce değer biçildiği bir dünya burası. İm enflasyonu çağında cevap dediklerimiz hakikat yükü taşımaktan azat edilmiş ucuz birer meta. Nitekim sosyal medyanın kelam pazarında sayıları katlandıkça cevapların doğruluğu bir o kadar belirsizleşiyor. Aslına bakarsanız bu cevapların yaşayan ölülerden pek bir farkları yok. Giderek kısalan dikkatimizin ömrü kadar oyalanıyorlar göz ucumuzda ruhsuzca. Sorular oysa; sorular su gibiler. Hikâye anlatımını kökünden beslerler. Yaşarlar, yeşerirler, kuruyup ölme cüretini bize gösterirler. Yazarlığa heveslenenlere “yaratıcılık” adı altında çeşitli formüllere indirgenmiş birtakım cevaplar sunan atölyeler yalnızca yavan, yüzeysel ve yanıltıcı olabilir. Soru sormadan, sorgulamadan yaratıcılığın doğasını idrak edemeyiz çünkü. Yetersiz formüller de ancak sorgulandıkça keşfedilmemiş kıtalara yer verirler. Anne de Marcken, “Sonsuza Dek Sürer…”de bunu yapıyor. Türlere, akımlara bağlı kalmıyor. Sorular örüyor. Boşluklar bırakıyor. Açıklıklar yaratıyor. Hayal gücümüzle el ele veriyor. Düzyazısı bir çeşit edebi ölüm sayabileceğimiz başarısızlığa, aciz kalmaya karşı her an yenik düşebilmeyi göze alıyor. Tehlikeden sakınmayan bir kırılganlığa tutunuyor ısrarla. Bu yüzden de yaşıyor.

“Uzun bir müddet bu yöne doğru giden bir araç olmamış, ancak kaldırımlarda, virajlarda geçmişten kalan bir şey duruyor, aynısı içimde de var. Hâlâ panikle titreşiyor. İnsanlar bedenlerinde bir şeyler taşırlar. Toprak bedeninde bir şeyler taşır. Kilde. Buzda. Gerçek. Gerçekdışı. Zaman. Birbirimiz. Sahip olduğumuz bütün fırsatlar.

Açlığın cinneti yahut kederin cinneti yahut yalnızca düz cinnet.

Bir bebeği yer miydim? Eğer yolun ortasında bir bebek olsaydı, onu yer miydim? Evet. Bir bebeği yerdim. Seni yer miydim?

Yememek açlığı anlamlı kılıyor. İnsanın içindeki bitmeyen açgözlülük. Buna verilebilecek tek makul cevap daima tamah ettiğim şeylerden feragat etmek. Beklentileri boşa çıkarmak. Kıl payı kurtulmak. İnkâr etmek. Böylece döngüyü kapamak. Aç olduğumda eğer yersem ve bu açlığımı gidermezse, açlık gazaba dönüşür. Ancak tatminlik duygusundan mahrum olmak açlığı anlamlı kılıyor – yemiyorum, bu yüzden açım.” (s. 66-67)

Zombi kahramanı toplumsal eleştiriyi ezberlere düşmeden, kolaycılığa kaçmadan, iyi ve kötü arasındaki sınırın belirsizleştiği, doğru bildiğimizin, bize öğretilen kaidelerin yittiği bir konumdan kurma imkânı tanıyor De Marcken’a. Ahlaki doğruculuk çağımızda gitgide sanatçıların kendini şımarttığı bir meşgale. Saldırı altındaki özgürlüklerin, yiten hakların idealize edildiği, iyiliğin yüceleştiği metinlerde yazarların herhangi bir güçlü toplumsal eleştiri arayışında olduğundan şüpheliyim. Özellikle Türkiye’de ‘50’li yılların öykü yazarları kuşağından bugüne zaaflı karakterlerin başrolde oynadığı çok güçlü bir gelenek olmasına rağmen iyi niyetli, ancak sığ, iki boyutlu karakterlerin işlendiği metinler çoğalıyor. Bu metinler bana daha çok yazarların kimliklerini kulağımızın dibinde bağırdıkları, benzer düşünenlere işaretler yolladıkları sosyal medya iletilerini andırıyor. Yankı odasının edebiyattaki karşılığı. Son yıllarda okuduğum en iyi Türkçe metinler de (Kayıp Gergedanlar ve Barbarları Beklerken ilk aklıma gelenler) bu ahlaki kıskacın tuzaklarına düşmeyen bir anlatıya sahipler. Hakeza “Sonsuza Dek Sürer…” de öyle. Geçmiş hayatından belli belirsiz hatıralarla yaşayan, hayal meyal anımsadığı bir sevgiliyle konuşan De Marcken’ın zombi karakteri bütün insani özelliklerine rağmen canavarlığını inkâr etmiyor. Sebeplerini doğal dürtüleri ve ihtiyaçları üzerinden anlamlandırmaya çalışıyor. Peki, kendimizi bir yoklayalım. Biz canavarlığımızı saklamak için hangi bahaneleri uyduruyoruz?

Esler ve sesler
“Sonsuza Dek Sürer…” tek solukta okunacak kısalıkta. Ancak soluklanarak, geri dönüşlerle, tekrarlarla okunmayı gerektiren bir novella. De Marcken ivme kaymalarıyla metni kâh süratlendirip kâh hız kesiyor. Okurun zihninin takılabileceği çok sayıda suale, içinde kaybolabileceği alt katmanlara davetiyeler var metinde. Kısalığına rağmen anlatının yedi bölüme ayrılması, sahnelerin kalın beyaz eslerle birbirlerinden mesafelenmesi okura iç gözlem alanları sunuyor. Bu eslerden yoksun olsaydı anlatının duygusal bütünlüğü muhtemelen çok farklı olurdu diye düşünmeden edemiyorum. Bazı suallerin ve hallerin vurgusu suskunlukla daha güçlü yapılabiliyor çünkü.

“O zamanki halimle şimdiki halim arasındaki belki de asıl fark artık dehşete tahammül edebilmem. Acıyı soyutlamakla ilgili olmalı. Fiziksel acı. Duygusal acı. Başkalarının acısı. Kendi acım. Ürperti hâlâ var. Ve sanırım acının kendisi de hâlâ bir yerlerde. Ama hapis. Küçücük, yarı saydam, kıyamete-dayanıklı bir çekirdeğin içinde. Her birimizin merkezine yerleştirilmiş atomaltı bir böceğin küçücük yarı saydam yumurtası. Öldüğümüzde, eğer ki ölürsek, bizden geriye kalacak olan tek şey bu. Fosilleşmiş acı. Karbon değil. Tüm acıların tortularının çöktüğü bir acı katmanı. Acı şisti. Acı damarları. Gözyaşlarıyla, iç çekişlerle, hıçkırıklarla, inlemelerle, korkunç çığlıklarla damar damar çizik kuvarslar. Yeryüzünde yaşayan kimse kalmadığında, belki bu acılar gerçek bir değere kavuşacaklar. Acı piyasasında bir acı enflasyonu yükselecek. Altın avcıları gibi topraktan acıyı silkeleyen acı avcıları ortaya çıkacak. Acı kırıcılar. Acı santrifüjleri. Kabuğunu kırıp gizli yapısını açığa çıkarmak ve kayıp insanlığımızın minik, dantel-kanatlı soluğunu salıvermek için dev bir acı çarpıştırıcısı inşa edeceğiz. İnsanlık. O kelime.

Belki de yaşayanları öldürüp acılarına erişmeli. Veya kendi acımıza.” (s. 21)

Suskunluk, tekrarlar ve seslerle ritim bulan bir metin “Sonsuza Dek Sürer…”. De Marcken’ın başıboş zombisi bazen sesi pusula olarak kullanıyor. Şiirsellikten imtina etse de seslerle yol almaktan çekinmiyor De Marcken. Bu yüzden müzikal, grotesk tasvirlerine rağmen zarafetinden ödün vermeyen bir metin bu. Kıyamet öncesi hatıralar anlatıyı besledikçe keder her sayfada biraz daha mutlaklaşıyor. Belki de gazap kedere teslim oluyor. Yoksa keder mi sonsuza dek süren? Dünyayı yutan sonsuzluğun adı? “Hâlâ senin anın beni teselli edebiliyorken yas tutmak istiyordum.” Satır aralarındaki eslerde cevap niyetine sadece melodik bir kelime dizisi var. Yas. Yitiş. Teselli. Kıyamet. Ürperti. Aynı duygusal soyağacından gelen kelimeler. Kitabın ardından kalan bunlardan ibaret. Neyse ki kapağını cevaplar aramak için açmamıştım. Aradığım bir gizem, bir histi. Yiten kelimeler. Ürperten kelimeler. Teselli eden kelimeler.

Biz buraya hayatın içinden geldik. Belirsizliğin ve kendini kandırmanın, merhamet kılıfına bürünmüş şiddetin, düzen kılığında gezen açgözlülüğün hâkim olduğu sevimsiz ve amaçsız dünyadan. Rütbelere, sınıflara ve ırklara ayrılmış bir dünyadan. Hayattan. Korkunun tükettiği bir dünyadan. Tek tesellisi Tanrı ve bilim fantezileri olan korkunç bir dünya bu. Hayat. Bu dünyadan vazgeçiyoruz. Hayattan vazgeçiyoruz. Adaletsizliklerine sırtımızı dönüyoruz. Sıradanlıklarına. Sanrılarına. Yeni bir dünya kurduk! Bu yeni dünyaya ne isim verelim? (s. 32)


Birçok ünlü yazarın kitabının yayımlandığı 2023’ten sonra, 2024 okurlardan keşif talep eden bir yıldı. Çıkan bütün kitapları takip etmem mümkün olmadı ama tahminim, ortalama bir yıldan daha fazla gizli hazineler bulunabileceği. “Sonsuza Dek Sürer…” böyle bir kitaptı benim için. Sheila Heti’nin, lisede okuduğum dönemde incelediğimiz, biçimsel kurallarla edebiyatı birleştiren Fransız OULIPPO akımını yeniden diriltircesine yazdığı Alphabetical Diaries (“Alfabetik Günlükler”) beklenmedik şiirselliğiyle olağanüstü orijinal bir denemeydi. Édouard Louis’nin Fransızcası bu sene çıkan ve ağabeyinin intiharıyla yüzleştiği L’Effondrement (“Yığılma”) kitabı da bu yıl okuduğum güçlü romanlardan. Louis’nin her yeni yapıtında yazarlığıyla beraber kişiliğinin de olgunlaşmasını izlemek büyüleyici. Şiirlerini ilgiyle okuduğum Kaveh Akbar’ın ilk romanı, otobiyografik Martyr! (“Şehit!”) kendini tiye alabilmesi ve kara mizahıyla ilginç ve renkliydi. Percival Everett’in Huckleberry Finn anlatısını köle Jim’in gözünden yeniden anlatan romanı James ise okumayı çok isteyip fırsatını bulamadığım romanların başında geliyor. Çocukken okuduğum, Robinson Crusoe’nun hikâyesini Cuma’nın gözünden yeniden ele alan Michel Tournier’nin Cuma ya da Yaban Yaşam bende çok iz bıraktığından olacak, James’i okuma listemin üst sıralarına ekledim.

“Sonsuza Dek Sürer…”in aklıma düşürdüğü bir hatıra daha var. Yanlış hatırlamıyorsam 2004 yılıydı. En iyi arkadaşımla bir tiyatro-dans piyesine gitmiştik. Oyunun adını hatırlamıyorum. Tek bildiğim Beckett’in eserlerinden esinlendiğiydi. Sahnede dört veya beş aktör, dansçı sessiz bir performansa dönüştürmüştü Beckett’in anlatılarını. Yüzlerini beyaza boyamış, neredeyse zombileri andıran bir aksaklıkla ve ifadesiz bakışlarla sahnede kesik kesik koreografiler sunmuşlardı. “Sonsuza Dek Sürer…”i okurken de gözümde sürekli bu oyun canlanıyordu. Sinematografik bir hiçlik. Göz alıcı bir yozluk. Kendini sürekli sabote etmesine rağmen asla yok olamayan insanlık. Yaşadığımız bu çağ gibi.

ÖZGÜN ÖZÇER
9 Ocak 2025 k24kitap