Pierre Hadot: Kişi, içinde isyan duygusunun homurdandığını hissederken, iç dinginliğini nasıl koruyabilir? Bununla birlikte, iç dinginlik olmadan hiçbir eylemin etkili olamayacağını düşünüyorum.

Pierre Hadot, Yaşam İçin Felsefe kitabında, felsefenin ne olduğuna ilişkin kendisinde bulduğu ilk yanıtın çocukluk dönemine, yıldızlı gökyüzünün ona yaşattığı söze gelmez bir deneyime rast geldiğinden, bu deneyimi de Romain Rolland’ın “okyanus hissi” olarak tarif ettiğinden bahsediyor: “(…) dünyanın ya da her şeyin ve benim bu dünyadaki varlığımın duygusunun yol açtığı, aynı zamanda hem dehşet verici hem olağanüstü zevkli bir sıkıntıya boğulmuştum.”

Hadot, Antiklerin ve özellikle Aristoteles’in izinde, “parçalı ve taraflı beni aşmak”, “yukarıdan bakış”, “evrensel perspektif” gibi tanımları açarak gövdelendirdiği bu “kozmik bilinç” halinin nihai noktası olarak okyanus hissine yaklaşmanın ya da bunun tecrübesinin istemli, kişisel, bireyin dönüşümüne, kendinin dönüşümüne yönelik pratikler dayattığından da söz ediyor. Oysa aynı Romain Rolland’ın aynı “okyanus hissi”nden, Uygarlığın Huzursuzluğu’nda, bu defa Sigmund Freud neredeyse dalgasını geçerek bahsedecektir. Freud, Romain Rolland’a dini bir yanılsama olarak ele aldığı kısa yazısını gönderir. Rolland yanıtında din hakkındaki düşüncelerine tamamen katılırken, dindarlığın esas kaynağını takdir edemeyişine üzüldüğünü bildirir. Ona göre bu kaynak kendisini hiç terk etmeyen, pek çok insanın doğruladığına ve hissettiğine tanık olduğu, kendine has bir duygudur. İnanç meselesiyle ilgisi yoktur, öznel bir olgudur. “Ebediyet” duyumu olarak adlandırmak istediği, sınırsız, uçsuz bucaksız, adeta “okyanusvari” bir duygu.

Pierre Hadot,
Yaşam İçin Felsefe
çev. Kağan Kahveci
Ayrıntı Yayınları
Şubat 2024
208 s.


Duyguların fizyolojik belirtilerinin betimlenebileceğini, bunun yürümediği durumlardaysa bu duyguya çağrışımsal olarak karşılık düşen en yakın imge içeriğine başvurulduğunu ifade eden Freud kendisinde bu “okyanusvari” duyguyu bulamadığını söyler. Hadot’nun Michel Hulin’den aldığı tarif uyarınca: “Ben ve onu çevreleyen evren arasında özsel bir karşılıklı aidiyet hissi”nin Freud’daki karşılığı, normalde bizim için kendi benimiz duygusundan daha sağlam hiçbir şeyin olmadığı, ancak bu aldatmacalı “görüntünün” de içeriye doğru, keskin bir sınır çizgisi olmaksızın, id olarak tanımlanan bilinçsiz bir ruhsal varlığa bağlanacak şekilde devam ettiğidir. Benin tutumunun değiştiği durumlara bir örnek veren Freud, âşık olan kişinin, duyularının tüm tanıklıklarının aksine, “ben” ile “sen”in bir olduğunu iddia ettiğini söyler. Fizyolojik bir işlevin geçici olarak askıya aldığı bir şey hastalıklı süreçler yoluyla da bozulacaktır. Dolayısıyla ben duygusu bozukluklara açıktır. Freud kanıtlanamayan, süt çocuğundan başlayarak büyük ölçüde yeniden kurulabilen bu ben duygusunun gelişim sürecinden de bahseder. Süt çocuğu kendi benini, kendisine oluk oluk akan dış dünyadan ancak belli uyarılar sayesinde ayrımlar; anne memesi gibi kimi kaynakların kendisinden uzaklaşmasını bir çığlık aracılığıyla geri getirir mesela. Bir “dışarı”nın, bir dış dünyanın varlığının böyle böyle tanınması haz ilkesini askıya alan acı ve keyifsizlik duyumlarından kaçınma eğilimini ortaya çıkarır:

… Haz verici olmaları nedeniyle yitirilmek istenmeyenlerin bir kısmı ben değil nesnedir; dışarı atılmak istenen kimi acıların ise benden ayrılmaz olduğu, iç kaynaklı olduğu ortaya çıkar… Bu ayrım doğal olarak kendini hissedilen ve tehdit niteliğindeki keyifsizlik veren duyumlara karşı savunma şeklindeki pratik amaca hizmet eder. (s. 28)

Başlangıçta her şeyi içeren, çevresindeki dünyayla daha içten bir bağlılığa karşılık gelen ben duygusu, olgunluk çağının dar-sınırlı ben duygusunun yanında az ya da çok varlığını sürdürür. Freud’a göre bu duyguya uygun imgesel içerikler de Romain Rolland’ın “okyanussal” duyguyu açıklarken bahsettiği, evrenin tümüne bağlı olma ve sınırsızlık duygusu olacaktır.

Bir taraftan Romain Rolland’ın okyanusvari hissini yerle yeksan eden Freud, bir taraftan bir erdem olarak belirlenen nesnelliğe, rasyonel benin evrenselliğine “yükselmek” için kendinden sıyrılmayı koşul sayan Hadot… Peki ironik-yazgısal bir biçimde, Freud’un kendisinde bulamadığı bu hissi, bir savunma-direnç –Freud’un tabiriyle “acıdan kaçınma”– olarak Hadot bizzat kendi yaşamına nasıl rehber etmiş olabilir? Çeşitli ikameler olmadan yaşayamayız diyen Theodor Fontane gibi, okyanussal his de bir müsekkin midir?

Hadot’nun çocukluğu, “ten parçalarını” açıkta bıraktığı için, giydiği kısa pantolonların dahi sorun yarattığı, vaazlarını yüksek Almanca olarak veren, laik Fransa’ya düşmanlıklarını gizlemeyen papazların katı Katolik ortamında, Alsace-Loren’de geçer. Ondan rahip olmasını bekleyen koyu Katolik annesinin arzusu uyarınca, on yaşından itibaren papaz okulunda bulur kendini. İlk “okyanus hissi” deneyimleriyle birlikte, yavaş yavaş: “Ben kimim?”, “Neden buradayım?”, “İçinde var olduğum bu dünya nedir?” gibi sorular sormaya başlaması da o zamanlara rastlar:

Dünyayı yeni bir şekilde algılamaya başladım. Gökyüzü, bulutlar, yıldızlar, kendi kendime söylediğim gibi, ‘dünya akşamları’ beni kendimden geçiriyordu.

İki büyük savaş arasını ya da her ikisini yaşayan Fransız entelektüel, filozof ve yazarların yaşam güzergâhlarının, oldukları ve sonradan dönüştükleri insana etkilerini anlamak bakımından Hadot’nun kendi çocukluğundan bahsetmesi önemlidir. Yoksulluk, savaş görmek, açlığı, –kilise baskınları sırasında Almanlardan saklanan koyun ve ineklerin hikâyesini epey bir Fransız yazardan duymuşluğum vardır– işgali yaşamak, sıkı bir din eğitiminden geçmek kitaba neden Yaşam İçin Felsefe adının yakıştırıldığını da –bir açıdan– açıklar:

[Ruhban Okulu’nda] hayat aynen eskisi gibi akmaya devam ediyordu. Tek problem beslenmeydi ama bu işle görevli rahipler gizlice et ve patates getirmek konusunda oldukça başarılıydı. (s. 25)

Sartre şiir eleştirilerinde bir şairin önce doğduğu aileden, ana babasından bahseder; “aynada gördüğü” insanı ne kadar reddettiğinden, geçtiği yollardan, olduğu ve dönüştüğü kimseden söz eder. Bir yazarın kendi yaşadığı dönemden, yaşam duraklarından bahsetmesi, Foucault’da çoktandır yerine oturmuş, bir deneyim öznesi olarak insanın kendisini oluşturmasının, tanıma, kabullenme ve reddetme pratiklerinin analizi açısından da okuru kendisine yaklaştıracaktır. 1941-42’den başlayarak, yirmi bir yaşından itibaren, ruhban okulu bünyesinde çocuklara gözlemcilik; 1943’te, mecburi hizmet çerçevesinde, Fransız Demiryolları’nda lokomotif söküm atölyesinin en külfetli atölyesinde sökümcü, vagon körüklerinin tamircisi… Bir felsefe önermek, öyle kolayından değil, varlığa, yaşamı yonta yonta kavuşmanın eseri olmuştur.

Her akşam yorgunluktan ölmüş vaziyette uyuyor ve Lhomond Sokağı’nda Saint-Esprit rahiplerinin saat altıda başlayan ayinine katılmak üzere her sabah saat beşte uyanıyordum. (s. 29)

Bu arada direniş eylemleri… Hadot bu ağır çalışma ortamında geceleri göreve, gündüzleri Paris kütüphanelerine gidebilir. Ancak çocukluğundan başlayarak din adamı olmaya programlanmış olsa da, 1 Eylül 1910 tarihinde yürürlüğe konan “modernlik karşıtı” kilise yemini zorunluluğu giderek kiliseye karşı eleştirel tutum almasına neden olur ve 1944-45 yıllarını felsefe eğitimi vererek geçirir:

Yatılı okulda yaptığımız derslerde, bir rahibe, sınıfın arka tarafında, söylediklerimin dogmaya ve terbiyeye uygunluğunu denetlemek için gözlemci olarak bulunuyordu.

1945-46 yılı, savaş sonrası ortamdan ve varoluşçuluktan kaynaklanan coşkuyla, epey yoğun entelektüel faaliyetlerle geçer. Hadot, Sorbonne ve Katolik Enstitüsü’nden iki lisans birden alır ve 1952’de kiliseyle bağını tamamen koparır:

… Pyramides Sokak 14 numaradaki hizmetçi odasına yerleştim. Böylece 1952-1953 yılları arasında sevgili Paris burjuvazisinin çalışanlarına sunduğu konfordan yararlanma fırsatı buldum. Yirmi odalık bir binada sadece bir veya iki tuvalet, ısınma yok…

“Felsefe yapmak aramaktır (…) Yüzünü geleneklerden birine dönüp onu savunmak değil, görmeye çalışmaktır” diyen Maurice Merleau-Ponty ile, kendi tekil özünü en iyi şekilde gerçekleştirme eğiliminde olan insanın mücadele ederken tecrübe ettiği iç ve dış çelişkileri örgütleyecek hiçbir ilahi gücün bulunmadığını söyleyen Spinoza arasında, itirazları, tercihleri, kendini var etme çabalarının biçimlendirdiği güzergâhta yola revan olan Hadot, kişisel deneyimsizlik-bilgisizliğine –özellikle de kiliseye– dair önemli itiraflarda bulunur:

… En beteriyse dış dünyadan tamamen yalıtılmış yapay ortamdı. Orada her tür kişisel girişim, orijinallik, sorumluluk alma, hepsi bastırılıyordu. Dünya gerçekliklerinden, özellikle de kadın dünyasından tamamen habersizdik. Annem Reims’in genç ve güzel org hocası Matmazel Chevrot’dan bana ders vermesi için ricada bulunmamı önerdiğinde korkarak reddetmiştim; çünkü bilinçaltımda, kadında şeytani bir şeyler olduğu düşüncesi vardı… Normal insanların yaşadığı gündelik hayatın somut gerçeklikleri karşısında tamamen hazırlıksızdım… Bir burjuva dinî bölgesinin şık ortamında en iyi şekilde papazlık yapabiliyorduk, ama örneğin büyük şehirlerin banliyölerindeki hüzünlü gerçeklik karşısında tamamen savunmasızdık. (s. 42)

Yavaş yavaş Hıristiyanlık inancından uzaklaşır; doğaüstücülük olarak açıkladığı, doğaüstü araçlarla davranış biçiminin değiştirilebileceği fikriyle, inayetin gücünün her şeye yetebileceğine dair kör inançla da arayı açar:

Yakın zamanda televizyonlarda ve gazetelerde pedofil rahiplerin hikâyelerini dinledik. Bu vesileyle doğaüstücülüğün tam olarak neye dayandığını açıkça gözlemleyebiliriz. Günah çıkaran rahipler ve piskoposların çoğuna göre, eğer birisi dürtülerine hâkim olamıyorsa, kişinin dua etmesi yeterlidir. (s. 42)

Başkalarına verilen zararı düşünmeden bir günahkâr olduğunun itiraf edilmesi kilise için yeterlidir. Bu bakış açısına göre zor durumdaki rahip ve kilise her şeyin önünde tutulmalıdır. Kurbanlar öncelikli değildir. Bu ikiyüzlülük, bu kol kırılır yen içinde kalır anlayışı ordu ve polis için de geçerlidir.

Bir taraftan, evrenin bir parçası olarak, “anlık deneyimler”, “ruhani alıştırmalar” yoluyla uyandırılan “okyanus hissi” ve bu sayede korunmaya çalışılan ruh dinginliği; bir taraftan, filozofun, dünyanın gerçekliklerine gözlerini kapamadan, insanları ezen her türlü ıstırabı unutmadan, bunları düzeltmedeki aczi:

Schopenhauer iplik fabrikasına kapatılıp her gün on saat çalıştırılan beş yaşındaki çocuklarla ilgili skandaldan bahsetmişti. Fakat bugün de her gün çocukların, kadınların erkeklerin yaşadığı skandal boyutlarındaki acılar hakkında, örneğin Afgan kadınların trajedisi veya umutsuzluğa terk edilmiş Filistinli çocuklar üzerine söylenecek şeyler vardır. Kişi, içinde isyan duygusunun homurdandığını hissederken, iç dinginliğini nasıl koruyabilir? Bununla birlikte, iç dinginlik olmadan hiçbir eylemin etkili olamayacağını düşünüyorum. (s. 142)

“Ruhani alıştırma” olarak derin meditasyon mükemmel bir yol olabilir, gelgelelim ruh dinginliğinin yolu da kayıtsızlıktan geçmez. Filozofun kendisinin ve dünyanın bilincine varması, gerçeklikte ne olup bittiğinin farkında olması gerekir. Tıpkı felsefenin, dünyanın ve bizlerin varoluşunun kendinde bir sorunsal taşıdığını fark etmemizi sağladığını söyleyen Maurice Merleau-Ponty ve bir çözüm aramaktan asla bıkmamalıyız diye ekleyen Bergson gibi… “Ruhani alıştırmaların” sanıldığı gibi dinin alanına girmediğini keşfeden Hadot, Hıristiyanlığın 2. yüzyıldan itibaren Yunan felsefesinden ödünç aldığı, içinde ruhani alıştırmaları barındıran bir yaşam modeli sunmasından etkilenecektir. Antikçağ metinlerine yönelmesi, felsefenin bir sistem inşası değil, yaşanmış bir deneyim, kişiler arası canlı bir ilişki olduğunu, aslolanın zihinleri biçimlendirmekte, dönüştürmekte yattığını keşfetmesi bu etkinin izdüşümleridir. Antik felsefeden başlayarak yorumu, nesnelliği, evrenselliği, felsefi söylemi kateden bir yaşam, bilgelik yönünde hep tamamlanmamış kalan bir çabaya, kendiliğinden felsefeye dönüşür. Ve tuhaf bir biçimde başladığımız yere tekrar dönersek, aslında bu okyanus hissini yanına alarak dış dünyayla çözülmez bir bağlılık, birliktelik duygusunu tadan Hadot, hayatı boyunca aramaktan vazgeçmemesiyle, Freud’un tabiriyle, değişik duygu tonlarının eşlik ettiği bir “entelektüel içgörü”yü tecrübe eder. Bu gerçeklik-aşkınlık aksını Hadot şu sözlerle açıklar:

Gençliğimden itibaren okuduklarımdan dolayı ve sonrasında geçirdiğim çeşitli cerrahi ameliyatlar nedeniyle… beni en çok etkileyen tema ölüm meditasyonu olmuştur… Ölüm düşüncesinin daha iyi yaşamaya yardımcı olması olgusuna her zaman çok şaşırdım. Sanki son gününü, son saatini yaşıyormuşsun gibi yaşamak… Artık kendini geleceğe fırlatmamak, ama yapılan eylemi kendinde ve kendisi için dikkate almak. (s. 187)

Bu noktadan itibaren kitabı ilginç kılan ya da onu benim için yılın kitabı olmaya aday yapan, kendini kozmosun bir parçası olarak görüp şeylerin bütünlüğünü kucaklayan, daha üstün bir ben seviyesine ulaşmaya çabalarken dünyayı bütün gerçeğiyle kabul etmek fikriydi. Kendini gündelik rutinden kurtarmaya çalışmak ile dünyada varoluşun sıkıntılarına, hastalığa, ölüme, doğal felaketlere katlanmak arasında felsefi bir yaşam gerçekleşiyordu. Hayatı küçümsememek, onunla ve kendiyle didişmekten vazgeçmemek bireyi ister istemez felsefi yaşamın içine çekiyor, felsefeyi bir yaşam deneyimine dönüştürüyordu. Sırtımıza yüklenen yaşam bizim için fazla ağır olduğundan, Freud’un müsekkinler olarak gördüğü din, bilimsel uğraşlar, sanat, felsefe aslında insan insan olalı beri onun sırtındaki kamçılardı. Aşkın olanın içinden geçerek uzlaşmaz olanı uzlaştırmaya çalışmak kaderiydi beşerin. Ve Hadot’nun yaşam hikâyesi ve mesleki yolculuğu varoluş yolculuğuyla ve bunlardan bağımsız gelişmeyen kavramlarla bağlantılıydı. Felsefi yaşam tarzı filozofun gündelik yaşamındaki tutumundan ibaretse, felsefe de fiili, somut, yaşanmış bir alıştırmaydı. Bu başka insanlarla bir arada yaşanan etiği de beraberinde getirecekti. Felsefe entelektüel bir uğraştı belki ama öncelikle, dünyanın sorunlarına kulak tıkamadan kendiyle “uğraşmaktı”.

ŞULE S. ÇİLTAŞ
9 Ocak 2025 k24kitap