”Dr. Carl Gustav Jung ve Hastaları” adlı Makalenin İncelenmesi

Bu yazı, Carl Gustav Jung’un hastalarıyla olan ilişkilerini inceleyen bir makaledir. Yazar Betsy Cohen, Jung’un 236 klinik vakasını inceler ve Jung’un kendini bir “ilişkisel psikanalist” olarak tanımlayıp tanımlamayacağını sorgular. Cohen, Jung’un teorik yazılarında terapist-hasta ilişkisine önem verdiğini belirtmesine rağmen, vakaların sadece sekizinde bu tür bir ilişkiden bahsettiğini ortaya koyar.

Makalede ayrıca Jung’un Kristine Mann ve Wolfgang Pauli ile olan vakaları ayrıntılı olarak incelenir. Jung’un kişisel ve arketipsel (nesnel) psişik süreçleri nasıl ayırdığı ve bunun analiz üzerindeki etkileri tartışılır. Cohen, Jung’un bazı vakalarında teoriye fazla odaklanıp kişisel etkileşimleri yeterince derinlemesine incelemediği sonucuna varır.

İşte makaledeki önemli noktaların sıralaması:

  1. Jung’un Hastalarıyla İlişkileri: Jung’un 236 klinik vakası incelenmiş ve bunların sadece sekizinde hasta-terapist ilişkisinin derinlemesine ele alındığı görülmüştür. Cohen, Jung’un teorik yazılarında ilişkiselliği vurgulamasına rağmen, pratiğinde bunun eksik olduğunu savunur.
  2. Kişisel ve Arketipsel Psikolojinin Ayrımı: Jung, analizlerinde kişisel psikoloji ve arketipsel (nesnel) psikoloji arasında ayrım yapmıştır. Cohen, bu ayrımın bazen terapötik süreci karmaşıklaştırdığını ve kişisel deneyimin önemini azaltabileceğini öne sürer.
  3. Jung’un Terapi Yaklaşımı: Jung’un terapi sürecinde hastayla eşit ve karşılıklı bir dönüşüm yaşanması gerektiğini savunan görüşleri ele alınır. Ancak Cohen, Jung’un vakalarında bu karşılıklı etkileşimlerin yeterince ayrıntılandırılmadığını belirtir.
  4. Kristine Mann ve Wolfgang Pauli Vakaları: Jung’un Kristine Mann ve Nobel ödüllü fizikçi Wolfgang Pauli ile olan vakaları ayrıntılı olarak incelenir. Cohen, Jung’un bu vakalarda daha çok arketipsel süreçlere odaklandığını, kişisel etkileşimleri ihmal ettiğini savunur.
  5. Jung’un Kendi Duygusal Katılımı: Jung, terapi sürecinde kendi duygusal tepkilerini zaman zaman paylaşmış olsa da, Cohen bu tür kişisel etkileşimlerin nadir olduğunu ve Jung’un hastalarıyla olan ilişkilerinde kişisel kırılganlıklarını yeterince açığa vurmadığını belirtir.
  6. Jung’un Hastaları Üzerindeki Etkisi: Cohen, Jung’un karizmasının ve mistik duruşunun hastaları üzerinde önemli bir iyileştirici etki yarattığını ancak bunun terapi sürecinde ne kadar bilinçli bir şekilde kullanıldığı konusunda belirsizlikler olduğunu tartışır.
  7. Arketipsel Rüyalar ve Semboller: Jung’un, özellikle Pauli’nin rüyaları ve arketipsel semboller üzerine yaptığı çalışmaların önemli olduğu vurgulanır. Ancak Cohen, Jung’un bu arketipsel analizlerin kişisel duygusal süreçlerle nasıl etkileşimde bulunduğuna daha fazla dikkat etmesi gerektiğini öne sürer.
  8. Relasyonel Psikanalizle Uyum: Jung’un teoride ilişkiselliği savunmasına rağmen, pratikte bunu her zaman tam anlamıyla uygulamadığı eleştirilir.

Bu makaleye göre Carl Gustav Jung’un terapi yaklaşımı, diğer psikanaliz modellerinden bazı yönleriyle ayrılır. İşte bu makaleye dayanarak Jung’un terapi uygulaması hakkında öne çıkan noktalar:

  1. Teorik Yaklaşımın Ağırlığı: Jung’un terapilerinde teorilerinin ağırlıklı olduğu görülmektedir. Hastalarının semptomlarını, bilinçdışı semboller ve arketiplerle ilişkilendirerek yorumluyor. Ancak, makale, Jung’un vakaların çoğunda hastalarla olan kişisel etkileşime çok fazla odaklanmadığını vurguluyor. Daha çok, teorilerini hastalar üzerinde uygulamaya çalıştığı görülüyor.
  2. Hastayla Eşit Düzeyde İlişki: Jung, teorik olarak hasta-terapist ilişkisinin karşılıklı bir dönüşüm sağlaması gerektiğini savunur. Özellikle “aktarımın psikolojisi”ne dair yazılarında, analist ve analizanın (hasta) birlikte duygusal bir etkileşimde olduğunu belirtir. Ancak pratikte, hastalarıyla bu ilişkiyi ne ölçüde kurduğu tartışmalıdır. Birkaç vakada bu karşılıklı dönüşüm yaşanmış olsa da, çoğunlukla teoriye odaklandığı ortaya çıkıyor.
  3. Arketipsel ve Sembolik Anlayış: Jung, terapi sürecinde hastalarının rüyalarına, arketiplerine ve bilinçdışı sembollerine çok önem verir. Terapide bilinçdışı materyalin, özellikle rüya sembollerinin, bireyin psikolojik gelişimine rehberlik ettiği fikrini savunur. Ancak makaleye göre, bu arketipsel yaklaşım kişisel-duygusal boyutun ihmal edilmesine yol açabilir.
  4. Kişisel ve Nesnel Psikolojinin Ayrımı: Jung, terapide kişisel (bireysel) psikoloji ile nesnel (arketipsel) psikolojiyi ayırmaya çalışmıştır. Yani hastalarının kişisel deneyimleriyle kolektif bilinçdışının sembolleri arasında bir denge kurmayı amaçlamıştır. Ancak Cohen, bu ayrımın bazen yapay olduğunu ve kişisel deneyimlerin terapide daha fazla dikkate alınması gerektiğini savunur.
  5. Duygusal Katılımının Sınırlılığı: Jung, hastalarıyla olan duygusal etkileşimlerinde zaman zaman kişisel tepkiler vermiş olsa da, genellikle kendisini duygusal olarak geri çekmiş gibi görünmektedir. Yani terapist olarak otoritesini korumaya çalışmış ve hastalarla olan ilişkilerinde kişisel zayıflıklarını çok fazla açığa vurmamıştır.
  6. Senkronisite ve Rüya Yorumları: Jung, terapide senkronisite kavramını kullanmış; bu, hastaların rüyalarında veya yaşamlarında meydana gelen anlamlı tesadüflerin analizde önemli rol oynadığını savunur. Terapinin bir parçası olarak, rüyaların sembolik anlamlarını analiz ederek bireyin bilinçdışı ile bağlantı kurmasını sağlar.
  7. Daha Az Kuralcı, Daha Esnek Bir Terapi: Freud’un terapisine kıyasla Jung, terapi sırasında daha az kuralcı ve daha esnek olmuştur. Örneğin, hastalarını bir kanepede yatırmak yerine karşılıklı oturmayı tercih eder ve onlarla yüz yüze, “doğal bir insan” olarak konuştuğunu belirtir.

Genel olarak, Jung’un terapi yöntemi teorik kavramlara (arketipler, bilinçdışı semboller, senkronisite) güçlü bir vurgu yapar, ancak kişisel-duygusal ilişkilerde daha sınırlı bir katılım gösterir. Bu, Cohen tarafından Jung’un terapötik ilişkilerinde eksik kalan bir yön olarak eleştirilir.

Peki arketipsel süreçleri nasıl terapi yapıyor 

Bu makaleye göre Carl Gustav Jung’un arketipsel süreçleri terapiye dâhil etme biçimi, onun bireyin bilinçdışıyla çalışmasında kullandığı en temel yollardan biridir. Ancak bu sürecin nasıl işlediği, terapi pratiğinde hem güçlü hem de sınırlayıcı yönleriyle ortaya konulmaktadır. İşte öne çıkanlar:


1. Arketipleri Rüya ve Simgeler Üzerinden Okuma

  • Jung, hastalarının rüyalarını, çizimlerini, fantezilerini ve spontan imgelerini analiz ederek arketipsel imgelerleilişkilendirir.
  • Özellikle kolektif bilinçdışıdan gelen bu imgeleri, bireyin bilinçli yaşamı ile ilişkilendirerek bireysel farkındalık ve dönüşüm sağlamaya çalışır.
  • Örneğin, Miss X’in çizimleri üzerinden Simyasal (alşimik) sembollerle çalışır; resimlerdeki imgeleri benlikgölgekarşıt cinsiyet arketipleri (anima/animus) ile eşleştirir.

2. Arketipsel Süreci Nesnel (Impersonal) Olarak Ele Alması

  • Jung, kişisel olanla arketipsel olanı ayırmak ister: bireysel travmalardan çok, kolektif yapılarla ilgilenir.
  • Bu tutum, örneğin Wolfgang Pauli’nin 400’ü aşkın rüyasında da görülür. Jung, Pauli’nin rüyalarını kendi etkisinden “arındırmak” için önce başka bir analiste (Dr. Rosenbaum) yönlendirir. Bu, arketiplerin “saf” biçimde ortaya çıkmasını sağlama çabasıdır.
  • Jung, bu süreci neredeyse bilimsel bir “deney” gibi yürütür: arketipsel sürecin kişisel ilişki olmadan da analiz edilebileceğini düşünür.

3. Simya ile Kurduğu Bağlantı

  • Arketipsel süreçlerin terapiye yansımasında simya (alşimi) önemli bir rol oynar.
  • Jung’a göre analiz süreci, tıpkı bir simya süreci gibidir: hasta ve analist birlikte “psişik maddeleri” dönüştürür.
  • “Rosarium Philosophorum” adlı ortaçağ simya metnindeki imgelem üzerinden hasta-analist ilişkisinin kraliçe-kral, yani eşit ve dönüşüm geçiren figürler olduğunu ileri sürer.

4. Aktif İmgelem ve Amplifikasyon

  • Jung, aktif imgelem ve amplifikasyon tekniklerini kullanarak arketipsel imgeleri derinlemesine araştırır.
    • Aktif imgelem: Danışanın rüyasında veya fantezisinde beliren bir imgeyi bilinçli şekilde izleyerek onunla ilişki kurması.
    • Amplifikasyon: Arketipsel bir imgenin kültürel, mitolojik ve tarihsel benzerliklerle genişletilmesi (örneğin bir rüyada çıkan ejderha figürünün çeşitli kültürlerdeki anlamlarıyla zenginleştirilmesi).

5. Eleştiri: Kişisel Olandan Kopma Tehlikesi

  • Cohen’in eleştirisi burada yoğunlaşır: Jung’un arketipsel süreçlere olan ilgisi, kişisel ilişkiyi ikinci plana atmasınaneden olur.
  • Terapötik bağ, aktarım-karşı aktarım süreci, duygusal aynalama gibi bugünün ilişkisel psikoterapilerinin temel unsurları Jung’un yazılarında genellikle yüzeysel geçer.
  • Cohen, arketipsel süreçlerin kişisel olanla birleşmeden (örneğin aile hikâyesi, duygusal deneyim, ilişkisel yaralar gibi) çalışılmasının “savunma” mekanizmasına dönüşebileceğini söyler.

6. İyileştirici Gücü: Anlam Yaratımı

  • Jung’un terapötik sürece katkısı, arketipsel imgeler aracılığıyla anlam yaratma kapasitesidir.
  • Kişi, kendi yaşamındaki sembollerin daha evrensel bir anlamla bağlantılı olduğunu fark ettiğinde bir içsel genişleme yaşar: “Ben yalnız değilim, bu imgeler kolektif bir bilinçdışının parçası.”
  • Bu, özellikle kimlik, travma, ölüm, doğum, cinsellik gibi büyük yaşam temalarıyla çalışan hastalarda güçlü bir dönüştürücü etki yaratabilir.

Özetle:

Jung’un arketipsel terapi yaklaşımı;

  • Rüya ve sembol analizine,
  • Simyasal ve mitolojik imgelerin kullanımıyla anlam yaratımına,
  • Bireysel psikolojiden ziyade evrensel süreçlere odaklanmaya dayanır.

Ancak bu yaklaşım, hastayla kurulan kişisel ilişkinin duygusal yönünü geri planda bıraktığında terapötik süreci sınırlayabilir. Arketipsel süreç, ancak kişisel bağlamla birleştiğinde gerçekten dönüştürücü olur – makalenin en önemli eleştirilerinden biri de budur.

Kaynak : https://www.researchgate.net/publication/277942654_Dr_Jung_and_His_Patients