Milliyetçilik ve Ötekileştirme Süreci
Ulusun Kutsallaştırılması
Milliyetçilik, ulusu birleştirici bir kimlik olarak yüceltirken, bu kimliği tanımlamak için sıklıkla “biz” ve “onlar” ayrımına dayanır. Ulus, tarihsel anlatılar ve mitlerle bir tür kutsal bütünlük olarak inşa edilir; bu süreçte göçmenler ve mülteciler, ulusal kimliğin saflığını tehdit eden “yabancı” unsurlar olarak konumlandırılır. Bu ötekileştirme, ulusun kökenine dair romantize edilmiş hikayelerle beslenir: kahraman atalar, destansı savaşlar ve ortak bir dilin efsanevi birliği. Göçmenler, bu anlatıya uymadıkları için kolayca dışlanır; onların varlığı, ulusun homojenlik iddiasını sorgulayan bir ayna gibi işler. Bu ayna, milliyetçi ideolojinin kırılganlığını ifşa ederken, aynı zamanda öfke ve korkunun hedefi haline gelir.
Kimliğin Sınır Çizgileri
Milliyetçilik, kimlik sınırlarını keskinleştirir ve bu sınırları korumak için göçmenleri ve mültecileri bir “tehlike” olarak kodlar. Bu süreç, psikopolitik bir manipülasyonla işler: toplumu birleştiren ortak bir düşman yaratılır. Göçmenler, ekonomik kaynakları tüketen, kültürel değerleri aşındıran ya da güvenliği tehdit eden varlıklar olarak tasvir edilir. Bu anlatılar, tarihsel bağlamlardan koparılmış mitlere dayanır; örneğin, “yabancı istilası” korkusu, geçmişteki savaş veya işgal hikayeleriyle harmanlanarak yeniden üretilir. Bu mitler, gerçek verilerden çok duygusal tepkilere hitap eder ve toplumu bir tür kolektif paranoyaya sürükler. Göçmen, sadece bir insan olmaktan çıkar; o artık ulusal kimliğin antitezidir.
Kolektif Belleğin İnşası
Milliyetçilik, kolektif belleği şekillendirirken seçici bir tarih yazımı kullanır. Ulusun “altın çağları” yüceltilir, ancak bu çağlar genellikle kurgusal bir saflıkla anılır. Göçmenler ve mülteciler, bu idealize edilmiş geçmişe uymayan unsurlar olarak görülür. Örneğin, bir ulusun dilinin veya kültürünün “yozlaşma” tehlikesiyle karşı karşıya olduğu iddiası, milliyetçi söylemin temel taşlarından biridir. Bu anlatı, göçmenleri bir virüs gibi tasvir eder; ulusun sağlıklı bedenine sızan, onu zayıflatan bir yabancı unsur. Bu metafor, ahlaki bir panik yaratır ve göçmenlerin dışlanmasını meşrulaştırır. Tarihsel olarak, bu tür söylemler pogromlardan sınır dışı politikalarına kadar geniş bir yelpazede sonuçlar doğurmuştur.
Toplumsal Hiyerarşinin Yeniden Üretimi
Milliyetçilik, sadece ötekileştirme değil, aynı zamanda toplumsal hiyerarşiyi yeniden üretme aracıdır. Göçmenler ve mülteciler, genellikle en düşük sosyal tabakaya itilir; ucuz işgücü, suç veya yoksullukla ilişkilendirilirler. Bu, milliyetçi ideolojinin ekonomik ve sınıfsal boyutlarını ortaya koyar: ulusal kimlik, bir tür elitizmi desteklerken, göçmenler bu elitizmin karşıtı olarak konumlandırılır. Bu süreç, ahlaki bir ikiyüzlülüğü de barındırır; çünkü milliyetçilik, eşitlik ve dayanışma gibi evrensel değerleri savunurken, bu değerleri yalnızca “biz” için geçerli kılar. Göçmen, bu hiyerarşide hem kurban hem de suçlu olur; hem sömürülür hem de suçlanır.
Anlatıların Estetik Gücü
Milliyetçilik, ötekileştirmeyi sanatsal ve mitolojik bir estetikle güçlendirir. Ulusal semboller, bayraklar, marşlar ve destanlar, “biz”i yüceltirken “onlar”ı gölgeler. Göçmenler, bu estetik anlatıda genellikle karikatürize edilir: ya acınası bir kurban ya da korkutucu bir tehdit. Bu imajlar, kitlelerin duygularını harekete geçirir ve ötekileştirmeyi sıradanlaştırır. Örneğin, bir mültecinin hikayesi, bireysel bir trajedi olarak değil, ulusal bir tehdit olarak çerçevelenir. Bu estetik, sinema, edebiyat ve propaganda aracılığıyla topluma nüfuz eder; göçmenlerin insanlığı, ulusun görkemi karşısında silikleşir.
Geleceğin Yeniden Tanımlanması
Milliyetçilik, geleceği ulusun bekası üzerine kurar ve göçmenleri bu geleceğin dışında tutar. Bu, ütopik bir vizyon gibi sunulsa da, distopik bir dışlayıcılığı barındırır. Göçmenler, ulusun hayalini kurduğu müreffeh geleceği engelleyen unsurlar olarak görülür. Bu anlatı, politik kararları şekillendirir: sınır duvarları, katı göçmenlik yasaları ve asimilasyon politikaları, milliyetçi ideolojinin somut yansımalarıdır. Ancak bu süreç, ironik bir şekilde, ulusun kendi insanlığını sorgulamasına yol açar. Göçmenleri ötekileştirirken, milliyetçilik kendi ahlaki çelişkilerini de açığa vurur: Birlik ve dayanışma vaat eden bir ideoloji, nasıl olur da ayrımcılığı ve dışlamayı bu denli meşrulaştırır?