Sulukule’nin Kültürel ve Toplumsal Dönüşümüne Derinlemesine Bir Bakış
Roman Dillerinin Kültürel Kimlikteki Yeri
Sulukule, İstanbul’un tarihsel dokusu içinde Roman topluluklarının yaşam alanı olarak kendine özgü bir yer edinmiştir. Romanes gibi Roman dilleri, bu mahallenin kültürel kimliğinin temel taşlarından biridir. Bu diller, yalnızca iletişim aracı olmaktan öte, topluluğun tarihsel belleğini, geleneklerini ve aidiyet duygusunu taşıyan bir köprü işlevi görür. Romanes’in ritmik yapısı, sözlü anlatı geleneği ve günlük yaşamda kullanılan ifadeler, Sulukule’nin müzik, dans ve hikâye anlatıcılığıyla yoğrulmuş dünyasını yansıtır. Bu dil, Romanların toplumsal dışlanmaya karşı bir direnç aracı olarak işlev görmüştür; çünkü Romanes, egemen kültürün diline ve normlarına uymayan bir alan yaratır. Toplumun geneli tarafından anlaşılmayan bu dil, Romanların kendi aralarında güvenli bir iletişim kurmasını sağlamış, böylece dış dünyadan gelen yargılara ve ötekileştirmeye karşı bir kalkan oluşturmuştur. Ancak, kentsel dönüşüm projeleriyle birlikte mahallenin fiziksel ve sosyal dokusunun bozulması, bu dilin günlük kullanımını da tehdit etmiştir. Romanes’in Sulukule’deki varlığı, yalnızca bir dilin değil, bir topluluğun kimliğinin ve tarihinin korunması mücadelesini temsil eder. Bu mücadele, dilin sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bir topluluğun benliğini koruma çabası olduğunu gösterir. Roman dillerinin bu rolü, Sulukule’nin yıkım sürecinde daha da belirginleşmiş, dilin kaybı, kültürel bir kayıp olarak algılanmıştır.
Toplumsal Dışlanmanın Temsili Olarak Sulukule
Sulukule, modern Türkiye’nin toplumsal yapısında “öteki”nin bir yansıması olarak okunabilir. Mahalle, Roman topluluklarının yaşadığı sosyo-ekonomik ve kültürel dışlanmanın somut bir mekânı haline gelmiştir. Türkiye’nin modernleşme sürecinde, Sulukule gibi mahalleler genellikle “geri kalmış” veya “sorunlu” alanlar olarak etiketlenmiş, bu da devletin ve toplumun bu alanlara yönelik politikalarını şekillendirmiştir. Sulukule’nin yıkımı, yalnızca fiziksel bir dönüşüm değil, aynı zamanda toplumsal hiyerarşilerin ve güç dinamiklerinin bir yansımasıdır. Bu süreç, devletin modernleşme ve kentleşme ideallerini merkeze alırken, Romanlar gibi marjinalleştirilmiş grupların yaşam alanlarını ve kültürel pratiklerini yok saymasını sembolize eder. Mahallenin yıkımı, kapsayıcılık ve eşitlik ideallerine aykırı bir şekilde, belirli bir toplumsal düzenin dayatılmasını temsil eder. Sulukule’nin bu bağlamda “öteki”yi temsil etmesi, yalnızca Romanların değil, aynı zamanda modern Türkiye’nin kimlik politikalarında dışlanan tüm grupların bir metaforu olarak görülebilir. Yıkım, sadece binaların değil, bir topluluğun tarihsel ve kültürel varlığının da silinmesi anlamına gelir; bu da devletin ve toplumun “farklı” olanı kabullenme konusundaki isteksizliğini gözler önüne serer. Sulukule’nin bu rolü, Türkiye’nin toplumsal yapısındaki çelişkileri ve eşitsizlikleri anlamak için önemli bir lens sunar.
Kültürel Belleğin Yıkımı ve Modernleşme Çatışması
Sulukule’nin yıkımı, bir topluluğun kültürel belleğinin silinmesi olarak yorumlanabilir. Mahalle, Romanların müzik, dans ve sözlü gelenekleriyle yoğrulmuş bir yaşam alanını temsil ederken, bu alanın yok edilmesi, bir topluluğun tarihsel devamlılığının kesintiye uğraması anlamına gelir. Yıkım süreci, modernleşme adına gerçekleştirilen kentsel dönüşüm projelerinin, yerel kültürleri ve tarihsel dokuyu nasıl tehdit edebileceğini gösterir. Sulukule’nin binaları, sokakları ve topluluğun günlük yaşam pratikleri, bir anlamda Romanların kolektif hafızasının somut birer taşıyıcısıydı. Bu hafızanın silinmesi, yalnızca fiziksel bir yıkım değil, aynı zamanda bir topluluğun kimliğinin ve geçmişinin yok edilmesi demektir. Modernleşme, genellikle evrensel standartlar ve ekonomik kalkınma adına ilerlerken, Sulukule gibi alanlarda bu süreç, kültürel çeşitliliğin ve yerel kimliklerin kaybına yol açmıştır. Bu durum, modernleşme ile kültürel devamlılık arasındaki gerilimi açıkça ortaya koyar. Sulukule’nin yıkımı, bir yandan kentin “güzelleştirilmesi” ve küresel standartlara uyum sağlama çabası olarak sunulurken, diğer yandan bir topluluğun tarihsel varlığını yok etme pahasına gerçekleştirilmiştir. Bu süreç, modernitenin tek tip bir kültürel model dayatma eğilimini ve bu modelin dışında kalan toplulukların nasıl marjinalleştirildiğini gözler önüne serer. Sulukule’nin hikâyesi, bu nedenle, sadece bir mahallenin değil, aynı zamanda modernleşme süreçlerinin kültürel bedellerinin de bir anlatısıdır.



