Antik Çağda Hukuk ve İnanç Arasındaki Çekişme

Hammurabi Kanunları ile Tevrat’ın Çatışması

Hammurabi Kanunları, sınıfsal ayrımlara dayalı cezalarıyla dikkat çeker. Örneğin, bir soylunun başka bir soyluya verdiği zarar, aynı statüdeki bireyler arasında karşılıklı cezalandırılırken, alt sınıftan birine zarar veren soylu daha hafif cezalar alırdı. Bu yaklaşım, adaleti toplumsal hiyerarşiye bağlar ve eşitlik ilkesini zedeler. Tevrat ise evrensel ilkeler sunar; “göze göz” kuralı, statü farkı gözetmeksizin herkes için geçerlidir. Bu, ilahi bir adalet anlayışını yansıtır ve insan eşitliğini vurgular. Hammurabi’nin hiyerarşik sistemi, Tevrat’ın evrensel adalet anlayışıyla çelişir; biri toplumsal düzeni korurken, diğeri ilahi iradeyi merkeze alır. Bu çelişki, bireyin toplumsal statüsü mü yoksa insan olarak değeri mi öncelikli olmalı sorusunu doğurur.

Sürgündeki Yahudilerin Uzlaştırma Çabası

Babil sürgününde Yahudiler, Hammurabi Kanunları’nın katı kurallarıyla karşılaştı. Bu kanunlar, cezalarıyla düzen sağlasa da, Yahudi teolojisinin merhamet ve tövbe gibi kavramlarına yabancıydı. Örneğin, Hammurabi’de hırsızlık ağır cezalarla karşılaşırken, Tevrat’ta suçlunun topluma kazandırılması için telafi yolları aranır. Yahudiler, kendi inançlarını korurken, Babil toplumunda hayatta kalmak için bu sistemi anlamak zorundaydı. Bu durum, ilahi adalete bağlı kalmak ile yabancı bir düzenin kurallarına uymak arasında bir gerilim yarattı. Kendi kimliklerini koruma kaygısı, pratik hayatta uyum sağlama ihtiyacıyla çatıştı. Bu ikilem, bireysel vicdan ile toplumsal baskı arasındaki dengeyi sorgulattı.

Adaletin Algılanışı

Hammurabi Kanunları, Yahudiler için hem bir düzen modeli hem de yozlaşma olarak görülebilirdi. Kanunların sağladığı toplumsal istikrar, kaotik bir dünyada çekiciydi; cezaların açıklığı ve öngörülebilirliği, düzeni koruma açısından etkiliydi. Ancak, sınıfsal eşitsizlik ve sert cezalar, Yahudi inancındaki merhamet ve eşitlik ilkeleriyle uyumsuzdu. Hammurabi’nin adaleti, ilahi iradeden çok insan eliyle oluşturulmuş bir sistem olarak algılanabilirdi. Bu, Yahudileri kendi inançlarını yeniden değerlendirmeye itti: Adalet, insan toplumu tarafından mı yoksa ilahi bir kaynaktan mı tanımlanmalı? Bu soru, hukuk ile inanç arasındaki gerilimi derinleştirdi ve Yahudilerin sürgündeki kimlik arayışını şekillendirdi.