BATI GÜNLÜĞÜ – Tezer Özlü
BATI GÜNLÜĞÜ
“The world is too much with us”
William Wordsworth
Berlin, 19 Ocak 1982
Büyükanne. Aklaşmış saçlarını toplamış, yüzü ince. Sıska bacakları. Hep mutfakta, midesine bir bıçak dayamış olarak yakaladığım büyükanne, hareketsiz. Ne kendi kıpırdıyor, ne de bıçağı kıpırdatıyor.
— Ne yapıyorsun burada? diye soruyor çocuk.
— Kendimi öldürmeye çalışıyorum.
Anıların tüm görüntülerini vermeyeceğim. Sonsuz gerideler. Bu görüntülerin renkleri soldu. Ama kaybolmadılar. Benim sönüp gitmemi bekliyorlar. Bu kadar hain bu görüntüler. Sen sonsuz yaya kaldırımlarından gitmiş, sonsuz gecelerce sevişmiş, sonsuz zamanlar sindirmiş olabilirsin içine. Böylesine hain bu görüntüler, yok olmuyorlar. Seni söndürüyorlar yavaş yavaş. Yeşil yayla rengi bugün gri yeşile dönüştü. Çok uzakta hafif dağ tepeleriyle çevrili. Kız kardeşim olması gereken bir kızın elini tutuyorum. Doğa ölmüş. Çocuklar ölmüş. Onlarla birlikte her şey. Küçük kentin göl kıyısında son bulduğu yerde büyük otlar bitiyor.
Otların arasında dolaşıyor ve büyükanneyi arıyoruz. İnce bacakları olan. Kentten çok uzaklaştık. Herhangi bir çukurda kafasını görüyoruz. Gözlüklerini takmış. Uçları rüzgârda uçuşan başörtüsü var. Onu bu büyük otlar arasındaki çukurda nasıl tanıdığımızı bilemiyorum. Yaz rüzgârı esiyor.
— Burada ne yapıyorsun büyükanne, biz seni arıyoruz.
— Bu dağların ardında yitip gitmek istiyorum. Yitip gitmek….
—Dağların ardında yitip gitmek ne demek büyükanne?
Bulduk mu onu
Eve getirdik mi?
(…)
Çocuk ben beşikte yatıyor. Bir beşik çocuğundan daha büyüğüm oysa. Ama beş yaşında da değilim. Beni beşiğe koyan büyüklere kızıyorum. Yoksa iki yaşında mıyım? Konuşabiliyor muyum? Neden bağırmıyorum? Neden beşikte fenalaşmayı, kusmayı bekliyorum? Beni kaldırmaları için neden bağırmıyorum? Yoksa konuşamıyor muyum? Konuşma yaşına henüz gelmedim mi? Peki, beşik çocuğunu, beni saran can sıkıcı atmosferi nasıl kavrayabiliyorum? Şimdi konuşabiliyor muyum?
Kırk yaşında konuşabiliyor muyum?
(…)
Otobüs dağ yamaçlarının virajlarında ilerliyor. Ağaçlar gri. Gri ağaçların gerisindeki göl gri. Gri su durgun duruyor. Sıcaklık da gri. Gölden beyaz, bembeyaz bir ceset çıkartılıyor. Bir gencin ceseti. Bu bir yazın başlangıcı. Ve ben sonraları çocuk olarak elma ağaçlarının üzerinde olacağım
Berlin, 31 Ekim 1982
O bana anlayışla bakarken ben onun (annemin) dünyasına ne kadar yabancı olduğunu düşündüm.
(…)
Yaşamımın annemin ve babamın yaşamıyla bir ilintisi olmadığını düşünüyorum. Bir ana ve babadan olma değilim. Bir yaban otu gibi Anadolu yaylasında bittim. Doğumum bile bir kökünden kopma idi. Köklerimi hiç aramadım. İçerisinde severek yaşayabileceğim arka dünyalardan kopma köklerim olabilirdi. Annem ve babam gibi, tüm kentler, ülkeler, günler, geceler, her gökyüzü de yabancı kaldı bana. İnsanlara daha fazla yaklaştıkça bu saydıklarımdan daha fazla uzaklaşıyorum. Gökyüzünden, onun ışıklarından, gün batımlarından, karanlıklardan ve bulutlardan, kendi çıktığım karanlığa ulaşıncaya kadar onlardan uzaklaşacağım.
(…)
Kırk yaşındayım. On yaşına kadar, çevremi, özellikle çevremdeki sessizliği kavramaya çalıştım. Bugün, gecenin bazı saatlerinde kitlenin anlamsız gürültüsü içinde boğuluyorum. Çocukken nasıl karın beyaz rengini ya da ağustos rüzgârını ya da yaz öğlen saatlerinin göz kamaştıran ışıklarını sözcüklere, anlamlara aktarmaya çalıştığımı anımsıyorum. Çocuk kendi çevresine bakıyordu. Ne çocuk ne de büyükler, içimdeki ne canlı, ne de cansız bir varlık, bunun dışında bir şeye anlam vermeye çalışıyordu. Ahşap eve, geceye. Korkuya. Yalnızlığa. Çocuğun içindeki çocukluğa.
Berlin, 31 Ekim 1982
Bugün kırkıncı yaşımda, tıpkı dört yaşındayken olduğu gibi bir çocuk ve büyükler eşliğindeyim. Yalnız çok, ama çok yorgunum. (19.1.1983)
Aradaki fark, belki benim ahşap evi, geceyi, korku ve yalnızlığı kabullenmiş olmam. Ya da kendimin, ahşap ev, geniş caddeler, Berlin’in geniş bulvarları, ağaçlar, zamanın sessizliği durumuna gelmem.
(Tarihsiz)
“Kişiliğin yöresi mutlaka Turin’deki geniş cadde…”
En sevdiğim yazar Cesare Pavese. Kendi kişiliğimin yöresi neresi? İyi öğrendiğim bir dil aldı onu benden. Çok iyi. Nedir bir dil? Bir dil bazen Berlin’in eski evlerinden birinin bir cephesidir, bazen iyi asfaltlanmamış bir cadde, bazen yalnız bir gecedir. Berlin’de. Bazen beyaz, ince bir gövde, bazen bir yazarın bir cümlesidir yalnız Almancada tadına varılabilen. Bazen bir insanın sevimli yüzüdür, bazen insana nereden geldiğini soran bir yaşlıdır.
Evet, nereden geliyorum? Bana yabancı olan ana-babadan. Bana yabancılaşan bir ana dilden. Beni sevindiren ve ürküten bir doğadan. Acı çektiğim, kaçmak istediğim bir ülkeden.
Dünyanın çeşitliliği ve yaşamın uzunluğu ne kadar şaşırtıcı. O zamanlar gençtim. Kafama elektrik verdiklerinde. Kafama. Elektriği beyin hücrelerime daha iyi gönderebilmek için tuz kullanıyorlardı. Dayan buna, diye düşündüm. Senin düşüncelerini değiştirip kendilerininkine nasıl olsa uyduramayacaklar. Seni görmek istedikleri gibi olmayacaksın hiçbir zaman. Tanımadığın sürece her acı dayanılabilir.
Beynini, düşünmeme, algılamama durumunda tutmaya çalışmaları beş yıl sürdü. Beş yıl, tıbbın tüm araçları, kimyası ve elektriği ile. Düşüncen sessiz bir sessizlikti. Sessiz bir acı. Tıpkı o gri göl gibi. O gri yeşil, o beyaz, boğulmuş ceset gibi. Tıpkı çocukluğun o yaz mevsiminde olduğu gibi. Sessiz. (Bugün Berlin göğüne bakıyorsun. Ara sıra siyah bir kuş uçuyor. Dış dünyanın hareketliliği yalnızca bu. Karşındaki duvarda Pavese’nin acılı yüzü asılı. Bir odadasın, bu odaya aitsin, o odadan daha çok sana ait bu oda. İçinde rahat ettiğin ilk odan bu. Birkaç gün içinde bu odadan ayrılmak zorundasın. Bir başkası burada yatacak. Oturacak. Gökyüzüne bakacak. Belki herşeyi bu odada bırakacaksın. Odayı, oluşmayı başarabildinse eğer, oluştuğun yöreyi.)
“Kişiliğin yöresi mutlaka Turin’deki geniş cadde, kibar ve alçakgönüllü, ilkbaharımsı ve yazımsı, sessiz, suskun ve geniş, yazarlığının doğduğu yer.” (C. Pavese)
Benim kişiliğimin yöresi mutlaka Anadolu’da bir kasaba. Hiç kibar değil. Bilinçsizce alçakgönüllü. Ne baharımsı ne yazımsı. Sessiz, durgun, ama geniş değil, yalnızca can sıkıcı. “Can sıkıcı” sözcüğünü seviyorum. Birçok Anadolu kasabasını, kentini anlatmaya yetiyor ve içimde birçok duyguyu birden uyandırıyor.
Ülkemde birçok şey can sıkıcı, Almanca sözcüğün, öde’nin tam karşılığı da yok gibi. Kişiliğimin yöreleri Anadolu kentleri ve yörelerinin anlatımı can sıkıcı. Can sıkıcı, küçük burjuva, memur evimin yanına bir de karanlık, kara, ortaçağımsı, Hıristiyan, sörlerin yönettiği bir lise ekleniyor. Dokuz yılımı geçirmek zorunda kaldım bu okulda, ta ki bir nisan günü kaçıp, Paris’e gidinceye dek. Orada Montparnasse bulvarında bir kahveye oturdum. Sıcak bir nisan yağmuru yağıyordu. En sonunda yaşamın tam ortasındaydım. Bu okuldan bugün bile kaçarım. Okula çıkan sokaklardan bir daha hiç geçmedim. Bu hapishane bana bir dil verdi. Bir dil ve onunla birlikte ikinci bir dünya. Her iki dünyaya da ait olmayayım diye. Hiçbir yerde yaşamamaya hüküm giyeyim diye.
Berlin, 31 Ekim 1982
Yirmi yaşım ile otuz yaşım arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın sınırlarını aradım. Çıldırmanın beni ne kadar ilgilendirdiğini biliyorum, bu yüzden onu kendi kafamda ve beynimde yaşamaya kalktım. Akıl ve çılgınlık arasındaki ufak, yıldırım hızına sahip atlayışı sözcüklerle nasıl anlatabilirim.
Beyin, düşünce kendini özgürleştiriyor, fırlıyor, bir roket gibi evrene, boşluğa, sonsuz boşluğa. Onunla birlikte gövde de. Ya da gövde kalıyor da, düşünce gövdeyi koparıp sonsuz boşluğa doğru uçmaya başlıyor. Acı veren bir şey bu. Çok acı veren. Ürküten. Hem de nasıl ürküten!
Çılgınlığı bilmeden aklın sınırları son derece can sıkıcı. Kabul edilemez. Yetersiz.
Aklın dünyası dışında başka şeyler olmalıydı. Ben çılgınlık dünyasına en derin, en uzun, en sonsuz yolculuğu yaptım. En acı veren yolculuğu. Tüm öbür acılar, akıldan çılgınlığa geçişle karşılaştırıldığında kabul edilir. Çılgınlık yoluyla kurtuluşumu ne büyük bir cesaretle tamamladım, tüm acılardan, gövdelerden, güneşlerden, ana-babalardan ve çocuklardan, güvenden ve güvensizlikten, tüm düzenlerden.
Düzen ve güven kadar ürkütücü bir şey yoktur. Hiçbir şey. Hiçbir korku… Aklını en acı olana, en derine, en sonsuza atmışsan korkma. Ne sessizlikten, ne dolunaydan, ne ölümlülükten, ne ölümsüzlükten, ne seslerden, ne gün doğuşundan, ne gün batışından. Sakin ol. Öylece dur. Yaşamdan geç. Kentlerden geç. Sınırları aş. Gülüşlerden geç. Anlamsız konuşmaları dinle, galerileri gez, kahvelere otur –artık hiçbir yerdesin.
Tüm raylardan git, denizin her türlü grisinin tadını çıkart. Çılgınlığın boyutları yok. Sallanan, boyutsuz bir boşluk. Orada daha yüksek, daha geniş, daha derin algılanıyor, boyut yok. Oluşumunu yaratan spermalara dek geri gidebilir düşüncen. Kendi embriyonluğunu anımsayabilirsin, annenin karnında geçirdiğin ayları, orada kalıp gün ışığını görmek istemeyişini. Çılgınlığın evreninde yükselmeye başladığın anlar ne büyük acı verir. Gövdenin ayrıldığı anlar.
Otuz yaşım ile kırk yaşım arasında ne akıllı ne de çılgındım. Bu ikisinin ötesinde kalıp olup bitene seyirci oldum ve dünyayı kavradığımı sandım. İlk kez gördüm denizlerini. İlk kez güneşinin altına yattım. Gecelerinde dolaştım. Bir çocuk bile doğurdum, benim anneme yabancı olduğum gibi o da bana yabancı. Evet, dünyayı kavradığımı sandım. Politikası, toplumsal yapıları, sömürenleri, sömürülenleri ile ilgilendim. Ben ne sömüren ne de sömürülendim. Kırk yaşımda başlamam ya da bitirmem gerekeni bitirdiğimi sanıyorum. Bir insan yaşamı kırk yıl da olabilir. Olmalı. Bir ölüm özlemi değil bu. Özlemlerim kalmadı. Ben aslında sürekli özlüyor ve bir özlem durumunda yaşıyorum. Bu yüzden özlemlerim yok. Yalnız bir kavrama bu. Bütünselliğin kavranması. Bitirilmişliğin. Bir yolculuğun sonu. Başlangıcı olmayan yatay bir yolculuğun sonu. Kendi yuvarlağım çevresinde dönen bir yolculuğun.
Şimdi okunmuş kitapları yeniden okuyorum. Şimdi bildik müzikleri yeniden dinliyorum. Yenmiş yemekleri yeniden yiyorum. Sevip yitirdiklerimi yeniden seviyorum. Şimdi uykusuzluğumu yeniden uyuyorum. Şimdi açlığımda yeniden acıkıyorum. Şimdi gittiğim kentlere yeniden gidiyorum. Şimdi havada uçuyor, raylarda, su yüzeylerinde, yaşama ve ölüme karşı duyduğum aynı umursamazlıkla dolaşıyorum. Tartışmaları biliyorum. Duyguları. Korkuları. Sözcükleri. Her dili anlıyorum. Anlıyor ama kavrayamıyorum.
Berlin, 31 Ekim 1982
Gene hep iyi dostlar buluyorsun. Johann Sebastian Bach. Scott Fitzgerald. Tender is the Night. Dışarıda dostun, dev kent Berlin. “ ‘Eskiden hep on sekizine kadar sayılmaz birşey sanırdım’, dedi Mary.
‘Doğru’, dedi Abe ona katılarak.
‘Ama sonra da hep aynı.’ “
(Tender is the Night)
Saat 18.06
Kulağımı radyoya kapayıp başımı da kitaptan kaldırıp karşımdaki dolunaya bakıyorum (hemen hemen dolunay). Çok uzağında bir tek yıldız parlıyor. Beni ne kadar etkilediğini ve bana hükmettiğini anladığımdan beri ay en büyük düşmanım oldu. Ay, yoğunlaşmış bir korku. Dolunaylaştıkça artıyor bu korku.
Gece geceyarısına doğru kaydıkça, dolunay karanlığa daha çok gömülüyor. Geceyi aydınlatmak istemesi kötü niyeti. Yarın 1 Kasım. Ölme ayı. Doğa. Yıl. Işık. İnsanların ufak sevinçleri. Kasım –ölme ayı.
Berlin, 6 Kasım 1982
Dün Tender is the Night’ı bitirdim. Kitabı okumam iki gün sürdü. Birinci gece bırakmak istedim. Kitap çok güzel, çok duygulu, çok yumuşak, çok zarif, çok acıklı, çok büyük. Kaldırıp, ilerde, İstanbul’daki can sıkıcı gecelerde okumak istedim. Ama gene okuyabilirim. Pavese’yi de yıllar sonra bu kadar büyük ve gittikçe büyüyen ilgiyle okuyup çektiği acıları duyduğuma göre. Benim de tek avuncum acı çekmek değil miydi?
Kitabın sonunda,
“Ne kadar can sıkıcısınız hepiniz”, diyor.
Sanki 385. sayfa hepinizin ne kadar can sıkıcı olduğunu söylemek için yazılmış.
Grunewald’a gittim. Ağaçları, ışıkları, renkleri görmek istiyordum. Yarım saat sonra hiçbir şey görmediğimi, yalnız Fitzgerald’ı düşündüğümü, içimde bir sesin: “Ne kadar can sıkıcısınız hepiniz” dediğini duydum.
Yirmi yaşlarının başlangıcında olduğum zamanları düşündüm.
Onu ve onunla geçen uzun, büyük İstanbul akşamlarını. Partileri, onun ve onun o gecelerde Great Gatsby’i yaşamaya çalışmasını. “O”nun biri öldü. Öteki İskandinavya’da yaşıyor. Tüm dostlar dağıldı. Her şey can sıkıcı. İstanbul’un sıcak yaz gecelerindeki uzun, törensel gecelerini düşündüm. Güzel Türkiye’nin her zaman bir tutukevi olduğunu, tutukevi olarak kalacağını düşündüm. Bizler içinse, yani gerçekten tutuklu, ya da kendi seçmeleriyle tutuklu olmuş olanlar içinse, hiçbir yerde kurtuluş olmadığını. Oradaki uzun yaşamamız bitmeyen bir kavga gibi gelmiştir bana. Orada uzun yıllar, neredeyse otuz yıl, hiç huzur bulamadığımı düşündüm. Gürültünün, müziğin, komşu kavgalarının ne kadar acı verici olduğunu, yıllar boyu beni ezdiğini düşündüm. Ben Anadolu’dan Grunewald’a kadar gelmek zorundaymışım meğer sessizliği algılamak için. Ayağımın altında hışırdayan yaprak seslerini duyabilmek için.
Bu sabah erken uyanıp Grunewald’a koştum. Orada bulduğum havayı yeniden bulabilmek için. İçimde Goethe’nin şiirlerini duyuyordum. Çocukken ezberlemek zorunda kaldığım.
“Hiçbir şey aramamak için kendi başıma ormana gittim, niyetim buydu…”
Sabah sessizliğinin tadını çıkarttım. Soğuğun. Gökyüzünün berrak maviliğinin. Ağaçlardaki kasım ayı renkleri üzerine söyleyecek bir şeyim yok. Her kasımda oldukları gibiler. Berlin’de her şeye veda edebileceğimi, ama ağaçlara veda edemeyeceğimi düşündüm. Ne denli büyük, aynı zamanda ne denli alçakgönüllü ve sakin Berlin’in bu ağaçları. Sonra birden, artık burada kalabileceğimi, hatta bir köpeğim olabileceğini düşündüm. Köpek sahibi olma düşüncesini hemen kovaladım. Soğuk, bana çocukken, yedi yaşımdayken, annem ve babamla Türkiye’nin sıcak bir yöresinden en soğuk yöresine taşındığımızı düşündürdü. Orada nasıl hastalanmıştım. İlk kışı ateşler içinde geçirmiştim. Yıllarca öksürüp durmuş, öksürmekten uyuyamamıştım. Ateş ve öksürük. Çocukluğum. Dün, buz gibi gölde ördeklerin yüzdüğünü gördüğümde, aklıma Pavese’nin kız kardeşine yazdığı son mektuptan şu sözler geldi: “Kendimi buzda bir balık gibi duyuyorum…” Ben de, kendimi buzda bir balık gibi duyuyor, ama bunu söyleyemiyordum.
Sabah Grunewald’a gidip öksürük ve ateşle geçen çocukluğumu düşündüm. Orada, gittiğim ilk sınıfı düşündüm: yaşlı, çirkin, iri, hasta, eğrilmiş tırnakları olan bir öğretmen. Bu kaba elleriyle bütün çocukları döverdi. Beni değil. Bu korkunç elleri hiç unutmadım. Ürkek çocuklar. Saçlarında bitler. Hiç ısıtmayan bir odun sobası, sınıfı yalnız dumana boğardı. Bu sınıfa bir kez gittikten sonra üç ay ateşle yatmıştım. Öğretmenin kaba ellerinden korkuyordum. Bu taşralı çocuklar için korkuyordum. Taşra kenti için korku. Tüm öğretmenlerden korku.
(“Ne kadar can sıkıcıydı hepsi”)
Evde, Pavese’nin Fitzgerald hakkında yazdıklarını okudum: “Sana Fitzgerald’dan söz ettiğimi anımsıyor musun? Sana ‘Tenera e la notte’yi getirmiştim. Sanırım Fitzgerald üzerine daha çok Maria Livia Serini ile konuştum. Bu yazarın kitaplarını yayınevi için çevirmek istememiştim. Çünkü çok beğeniyordum, çünkü ben de bu tür şeyler yazmak niyetindeydim. Biliyor musun onun hakkında neler anlatıyorlar? Çok içmiş ve neredeyse çıldırarak ölmüş. İşte görülüyor, bir şey olan ve bir şeyler anlatmaya çalışan, böyle bir yazgıyla son bulmak zorunda kalıyor.”
Ben Akdeniz’de güneşin altında öleceğim. Kendime Tender is the Night okutacağım ve moda olan şarkılardan birini çaldıracağım. Felicita, felicita gibi bir şarkıyı örneğin. Başka bir şey istemem.
Berlin, 19 Kasım 1982
Bulutlar grinin her tonunu taşıyor. Herhangi bir yerde, herhangi bir uzaklıkta duruyor soluk, soğuk güneş. Bulutların arasındaki yarıklardan ışıklar düşüyor. Ağaçlar arasında kaybolan damlara. Rüzgâr bulutları batıdan doğuya kovalıyor. Ben dışarıya bakan pencereyim.
Berlin, 19 Kasım 1982
Saat 22.24
Unutma: Dostların hep yazarlardı. Öyle de kalacaklar. Bir adam ve bir çocuk. Yaşamının en büyük rastlantıları.
Saat 00.14
Yalnız yaşı olmayan ve dünyalarını kendi içlerinde taşıyan insanlara dayanabildiğimi görüyorum.
Berlin, 21 Kasım 1982
Onun, onun ve onun ve onların yitirdikleri, temelinde benim değil, kendi yaşamları.
(…)
Babam ölemiyor, çünkü yaşamaya başlamadı.
Bonn, 30 Aralık 1982
Colmant caddesi
Dün gece Beckett’in “Sen sesinle yalnız olacaksın. Dünyada kendi sesinden başka ses olmayacak” cümlesini düşündüm sık sık.
“Sen kendi sesinle yapayalnız kalacaksın. Dünyada kendi sesinden başka bir ses olmayacak.”
(…)
Uzun zamanım kalmadı. Önümde kalan zaman benim zamanım, benim can sıkıntım, benim Hiç’im, ama benim olacak.
Kırk yıldır düşündüğüm halde, düşünmeye zamanım olmadığı duygusundayım.
Varoluşumuzun en ilginç yanı bu düşünsel oyun. Acı, sevgi, kurtuluş, yalnızlık, mutluluk, kin, ölüm, ağaç, dağ, deniz, çocuk, adam, gece, sabah, evlerin duvarları, dünya, dünyayı saran boşluk, sonsuzluk, hepsi düşüncede oluşuyor. Hayır, “Cogito ergo sum” demeyeceğim. Peki ne diyeceğim?
“Varım, öyleyse düşünüyorum.”
Zürih, 1 Ekim 1984
Her evin yeşilliklerle çevrili olduğunu gördüm. Mezarlık sessizliğinin bu olağanüstü yeşili burada tüm kente yayılmış. Herkese kendi yeşili. Herkese kendi trafik gürültüsü. Herkese kendi yalnızlığı. Herkese kendi sessizliği. Burada içsel konuşmalar yapmak için yaşanır. İnsan burada ya toplumsal bir olaydır ya da toplumsal bir olayın seyircisi. Ya da insan öylesine zengindir ki, servetin zenginliği içinde erimiştir ve artık canlı gibi görünemez: değerli bir kâğıt ya da anlamsız bir kıymetli taş görünümüne bürünmüştür.
Berlin (Tarihsiz)
Metroda karşımda oturan yaşlı kadın bağırıyor:
— Via bok, via vak, via kak kak kak.
Sonra dilini dışarıya çıkartıyor.
(Yaşama karşı ne kadar doğru bir tavır.)
Friedrichstrasse metro durağında, Batı Berlin’de, insanlar trene aktarma yapmak için kalktıklarında bir sarhoş bağırıyor:
— Ne diye ayaklanıyorsunuz? Ayaklanma mı var?
(Akılsız biri alkolik olmadı şimdiye kadar.)
Doğu Berlin’deki Halk Mutfağında karşımda yaşlı hasta bir Doğu Berlin’li kadın oturuyor.
— Kocam savaşta öldü, iki oğlum da savaşta bombalandı.
(Anlaşıldı. Bundan sonraki savaşlarda aile boyu bombalar çıkacak, aile fertleri nerede olurlarsa olsunlar bulunup öldürülecek.)
Otobüs durağında yaşlı bir Berlin’li kadın bana:
— Nereye gitmek istediğimi unuttum, diyor.
(Ben bilebilseydim.)
Kreuzberg’li bir şair hep aynı siyah şapkayı takıyor. Hep aynı siyah elbiseyi giyiyor. Şiiri de siyah. Bana bir yeşil soğan hediye ediyor.
— Bu yoksulların gülüdür, diyor.
(Şimdiye kadar bana gelen ilk çiçek.)
İ. “Paris Bar” hakkında şunları söylüyor:
— Fassbinder ve benzeri kişiler, yaşıyorlarsa hâlâ, giderler oraya.
Metro Schlesisches Tor durağında bir Berlin’li kadın “Geceyarısına Tükür” adlı kitabı okuyor.
(Saat geceyarısına on var.)
“Berlin’in beni ya batırıp mahvedecek ya da büyütüp geliştirecek bir kent olduğunu hayal ediyorum. Katı, kötü yaşam savaşının hükmettiği bir kente gereksinimim var. Böyle bir kent, benim yalnız iyi niteliklerim olmadığını öğretecek bana. Berlin’de kısa süre içinde ya da uzun bir sürede gerçek bir hoşnutlukla dünyanın benden ne istediğini, benim de ondan ne isteyeceğimi öğreneceğim. Bunu aşağı yukarı duyuyor ve görüyorum bile; ama henüz tam belirgin değil. Orada Berlin’de anlayacağım; orada Berlin’de bir akşam ya da sabahın erken bir saatinde tam belirginlik kazanacak. Eyleme geçmek gerek; cesaret etmeli. Berlin’de hayhuy ve gürültü ve büyük dünya kentinin tüm karmaşası içinde, yorucu iş güç içinde sükûnet bulacağım. Burada söylediklerimden eminim, sözünü ettiğim şeyleri de yaşayacağım.”
(Robert Walser, Şair Yaşamı ‘Würzburg’)
Robert Walser sözünü ettiklerini Berlin’de yaşadı. İçimde inip çıkan yaşamı ben de Berlin’de buldum. Acı içinde sevinç, gerilim ve rahatlık, insanlar arasında yalnızlık, ölüm özlemi içinde yaşam, günlerin uzantısı olan geceler, gecesiz gündüzler, sonsuz sokaklar, sokaksız sonlar.
Zürich, 1985
Burada neyle yaşıyorum? Arabalarla. Sürekli akan arabalarla. Yeni, parlak, her biri bir başka renk ve biçimdeki bu metal hücreler gece gündüz her iki yönde akıyor. Her birinin içinde, hiçbirini tanımadığım, hiçbirinin ne düşüncesinin ne de görüşünün beni ilgilendirmediği biri oturuyor. Burada neyle yaşıyorum? Acıya dönüşen bir boşlukla. Yitirdiğim sevgilerle. Görmediğim bildiklerimle. Benim olmayan gündüz ve geceyle. Hiçbir kent bilmiyorum ki, ne gecesi ne gündüzü bu denli benden ayrı olsun. Bu denli beni bıraksın. Bir tozdan öte. Ne rüzgârı, ne yağmuru, ne dağlardan sabah yükseldiğini gördüğüm bulutlar –hiçbir şey benim değil.
(Tarihsiz)
Bıraktım. Bıraktım. Hepsini, kendi ve benim dünyamı anlamaları için bıraktım. Ama hiçbiri kendi dünyalarını anlayamadı. Ve bana ölümsüzlüklerin sonsuz acıları kaldı. Ya da sonsuz bağımsızlıkları. Bu kadar duyguyu nasıl taşıyacaktım? Bunca yıl taşımış, bunca büyük kentin onca büyük alanlarında bu yalnızlığıma bir destek aramıştım. Beni yaşamcıl kılmakla en büyük ölümlerin en derin acılarını bana vermemiş mi bu insan olma çabası? Ben, insan olma çabasının sürekli üstüne giden ben? Artık beni benden alsınlar. Atsınlar bir alanın sabah süpürülen, sabah boş şişeleri taşınan bir büyük çöp tenekesine. Ben de biraz onlardan olmak istiyorum. Duyguları ölçüleyen, sevgilerini sevmeyen, acılarını acımayan, yollarını yürümeyen, uykularını uyuyan, iştahlarını yiyen, sevişme isteklerini boşaltanlardan olmak istiyorum. Sevişme isteğinin sonunda tüm aşkları üstleyecek yorulmazlığı değil, yorgunluğu istiyorum bir insanın yürek atışlarında. Ama sessiz gecelerin sonu var mı sanıyorsun? Hayır? Hayır mı? O zaman bir Anadolu bozkırında özlediğin o adsız ve sıfatsız (Zarif? Snob? Dalgacı?) beni, nasıl oluyor da bir Orta-Avrupa kentinin bu kalabalık, trafiği yoğun caddesinin orta yerindeki, bu kahverengi halı döşeli odasında buluyorsun? Çünkü, herkesi, her yerde bulmak mümkün.
Yazmayı keseceğim. Yeter. Gece ilerledi. Neredeyse bir çocuk doğurabilirim.
Kalanlar,
Tezer Özlü
Yapı Kredi Yayınları



