BİLİMLE MASALIN SÖYLEŞİSİ

Mitolojiye bilimsel bir yaklaşım sağlama çabalan, alanının geniş ve verilerinin dağınık olması yüzünden geçen yüzyıla kadar bir türlü başarı kazanamadı. Bütün araştırma alanlarında (Klasik çağ, Doğu, karşılaştırmalı filoloji, folklor, Mısırbilim, Kutsal Kitap eleştirileri, antropoloji, vb.) bilgi hazinesi genişlerken bir yandan da, özellikle on dokuzuncu yüzyıl boyunca, yetkelerin, kuramların ve fikirlerin çatışması, eski Budist kıssası Körler ve Fil’deki çılgın kargaşayı emdiriyordu. Filin başına dokunan kör adamlar “fil bir su kovasına benziyor” derken, kulaklarına dokunanlar ‘harman küreği gibi’; dişlerini yoklayanlar ‘Yok hayır! Aslında saban demirine benziyor’ hortumunu tutanlarsa ‘Olsa olsa bu bir saban kolu’ diye söyleniyordu. Belini tutanlar da “hayır aynı ambar sandığı gibi” diye bağırıyordu. Bacaklarını tutanlar sütuna, kıç tarafındakiler dibeğe, aletini tutanlar havaneline, kuyruğunu tutanlarsa fili yelpazeye benzetiyordu. Ve aralarında ‘fil şuna benzer, şuna benzemez’ diye bağırıp çağırarak kavga ediyorlardı.

Buda’nın kıssadan hissesi şöyle: “Elbette sapkınlar sürüsü, keşişler, Brahmanlar ve gezgin dervişler sapkınlıklarıyla hastadırlar. Sapkınlıklarından memnundurlar, sapkın görüşlerinin dayanaklarıyla hareket ederler ve kördürler, gözleri yoktur: İyiliği, kötülüğü, doğruyu, eğriyi bilmezler, birbirleriyle tartışır, gürültü çıkarır, çekişir ve dillerinin kamalarıyla birbirlerine vururlar; şu doğru bu yanlış, şu yanlış bu doğru deyip dururlar”.10

Eksiksiz bir karşılaştırmalı biliminin ilk taslağının türetilebileceği iki alan klasikler ve İncil öğretileriydi. Ama Hıristiyan geleneğin temel inançları, bu ikisinin aynı düşünce düzleminde karşılaştırılmasını küfür sayıyordu. Yunan mitosları doğal düzenin parçası sayılırken, İncil’de geçen mitoslar doğaüstü diye görülmekteydi. Klasiklerdeki kahramanların (Herakles, Theseus, Perseus, vb ) mucizeleri edebiyat olarak incelenirken, İbrani kahramanlar (Nuh, Musa, Yeşu, İsa, Petrus, vb.) gerçek tarih olarak kabul edilmek zorundaydı. Oysa gerçekte, iki çağdaş geleneğin masalımsı öğeleri, aynı biçimde, eski, tunç çağı Mezopotamya’sından türetilmişti -modern arkeoloji biliminin gelişmesinden önce de aslında bu tahmin edilebilirdi.

Sahnenin kargaşasına etki eden üçüncü ve çok daha gürültücü bir disiplin de hızla gelişen Aryan, Hint-Germen ya da Hint-Avrupa filolojisiydi. Daha 1767 gibi erken bir tarihte, Hindistan’daki bir Fransız cizvit, Peder Coeurdoux Sanskritçeyle Latincenin önemli ölçüde benzeştiğini gözlemlemişti.11 Batının ilk dikkate değer Sanskritçe uzmanı, Kalküta yüksek mahkemesi yargıcı ve Bengal Asya Araştırmaları Derneği kurucusu Sir William Jones (1746-1894), bu ilişkiyi kavrayan ikinci kişi oldu. Jones, Latince, Yunanca ve Sanskritçenin dilbilgisi yapılarını karşılaştırarak, üçünün de, kendi deyişiyle ‘belki de artık yaşamayan ortak bir kökten çıktığı’ sonucuna vardı.12 1816 da Franz Bopp (1791-1867) Sanskritçe, Yunanca, Latince, Farsça ve Germence fiil çekimlerinin karşılaştırmalı incelemesini yayımladı.13 Ve sonunda, yüzyılın ortalarına gelindiğinde, uygar dünyanın büyük bölümünde yakından akraba dillerin yayılmış olduğu açık biçimde ortaya konuldu. Sanskritçe ve Pali diliyle (Budist yazmaların dili) birlikte, kuzey Hindistan dillerinin çoğu ve Sinhali (Seylan) dili, Sloven dilleri, Yunanca, Latince, Farsça, Ermenice, Arnavutça ve Estonca,

Fince, Laponca, Macarca ve Baskça dışında bütün öteki Avrupa dillerinin geniş, yaygın bir diller ailesinin üyeleri olduğu ve hepsinin aynı kökten çıktığı bulunmuştu. Böylece İzlanda’dan Hindistan’a uzanan bir süreklilik açığa çıktı. Yalnızca diller değil, uygarlık ve dinler, mitolojiler, yazın biçimleri ve buralarda yaşayan halkların düşünce biçimleri de aynı şekilde karşılaştırılabilirdi. Örneğin, eski Hindistan’ın Vedik panteonuyla ortaçağ İzlanda’sının Eddik panteonu ve Yunanlıların Olimpos’u böyle bir karşılaştırmaya tabi tutulabilirdi. Elbette zamanın önde gelen bilim adamların ve filozofların bundan etkilenmesi kaçınılmazdı.

Keşif, uygarlık tarihinin felsefi olarak en olgun ve en üretici halklar topluluğunun bu büyük etnik yayılmayla ilişkili olduğunu belirlemiş görünüyordu. Öyle görünüyordu ki, Doğu da, birçok siyah ırkın yurdunda bile üstün kültürel eğilimlere temel itici gücü sağlayanlar, daha açık renkli olan Hint-Aryanlardı. Bu kültürel eğilimlerin kayıtlı en eski biçimleri Sanskrit Vedalar ve Vedik panteonlarca dile getirildi (Homeros şiirleri ve Yunanlıların Olimpos panteonu biçim ve öz olarak o kadar yakındı ki, İskenderiyeliler benzerlikleri tanımakta hiç zorlanmamışlardı); sonraları da, daha gelişkin aşamasında, Gautama Buddha’nın soylu zihninin esinlediği sözlerin tüm Doğu da mucize yaratması ve herhangi bir Tanrı için değil yalnızca Budalık adına; yani arınmış, mükemmelleşmiş, bütünüyle verimli olmuş ve aydınlanmış insanın kendi bilinci adıma yükseltilen tapınak ve padogalar, Avrupalı birçok bilim adamınca tipik Aryan özellikler olarak görülmeye başlandı.

Bu, tarihsel öneminin yanı sıra, çok tehlikeli de olabilecek bir keşifti: Çünkü, dingin bir bilimin sözcükleriyle söylenmiş olsa da, zamanın belli bir duygusal eğilimiyle çatışıyordu. Fizik, biyoloji ve coğrafya alanlarında yapılan sayısız keşiflerin ışığında, Eski Ahit’teki Yaradılış mitolojisinin öyküsü artık gerçek olarak kabul edilemezdi. On yedinci yüzyılın başlarında güneş merkezli evren görüşü kutsal metinlere aykırı bulunarak mahkûm edilmişti; on dokuzuncu yüzyıl eğitim dünyasının eğilimi daha çok, gerçeklere ters düştüğü için kutsal metinleri reddetme yönündeydi. Yahudi yazmalarla birlikte, Yahudi Tanrının ve Hıristiyanlığın kutsal yetkesi de sona eriyordu. Rönesans, Yahudi-Hıristiyan öğretisinin Tanrının vahyedilen yasalarına boyun eğme ülküsüne, Yunan hümanizmiyle karşı çıkmıştı. Ve şimdi, etnik sürekliliğin keşfedilmesiyle, bu hümanizm bir yandan Hint Upanişadlarının ve Budist Sutraların geniş, tanrısız dinselliğiyle, bir yandan da Hıristiyan Roma’yı ele geçirmek için yola çıkıp sonunda kendileri Hıristiyan olmuş olarak geri dönen pagan Germenlerin ilkel canlıcılığıyla birleştiriliyordu. Avrupa kültürel mirasının Yahudi-Hıristiyan öğelerine karşı pagan etkisi güçlenmiş görünüyordu. Dahası, bu esinleyici ve canlılık taşıyan ruhsal geleneğin çıkış yeri olarak Avrupa’nın kendisini gösteren kanıtlar görünmeye başlayınca -özellikle de Germenlerin toprakları14- bilimsel dünyayı romantik Avrupalı coşku seli sardı. Grimm kardeşler, Jacob (1785-1863) ve Wilhelm (1786-1859), peri masallarını, aralarında unutulmuş Hint-Avrupa mitolojisinden kalıntılar keşfetme inancıyla derlediler. Schopenhauer, Sanskrit Upanişadları “dünyadaki en gönül okşayıcı ve yüceltici metin” olarak selamladı.15 Ve Wagner, eski Germen mitolojilerindeki Wotan, Loki, Siegfried ve Rhine perilerinde, kendi Germen dehasının gerçek izlerini buldu.

Birkaç amatörün yaratıcı hayal güçleriyle bilim adamlarının araştırmalarından

çıkardıkları bu duygusal ürün, filolojik araştırmaların sonucu oldu ve düşünceler düşüncelere yol açtı; düşünceler, harekete yol açan siyasal yaşama girdi ve potansiyel olarak çok tehlikeli bir durum doğdu. İlk adım 1839 da, Fransız aristokrat Courtet de l’Isle yeni bilim olarak kavradığı bilgiler temelinde bir siyaset kuramı önerdiğinde atıldı. Yapıtının adı La Science politique fondée sur la science de l’homme; ou, Etude des races humaines (Paris, 1839)’du. Bu eğilim Kont Arthur de Gobineaunun dört ciltlik Essai sur l’inégalité des races humaines yapıtında (1853-1855) ve Kont Vacher de Lapouge’nin L’Aryen et son rôle social’inde (1899) geliştirildi. Ve sonunda Wagner’in İngiliz damadı Houston Stewart Chamberlain’ın itibar gören The Foundations of the Nineteenth Century (1890-1891) adlı yapıtı Alfred Rosenberg’e gerekli temeli sağlamaya yetti. Rosenberg 1930’da Der Mythus des 20. Jahrhunderts’i yazdı ve gezegenimizi ateşler içine attı.

Mitoloji, elbette, çocuklar için bir eğlence değil. Arkaik, yalnızca bilim adamlarını ilgilendiren, çağdaş eylemcilerin ilgi alanı dışında kalan bir konu da değil. Mitolojinin simgeleri (ister görünür resimler isterse soyut düşünceler biçiminde olsun) en derin dürtü merkezlerine dokunup onları harekete geçirir, eğitim görmüşleri ve cahilleri aynı biçimde etkiler; yığınları, uygarlıkları harekete geçirir. Bu nedenle de, son teknolojik araştırmaların sonuçlarının çağdaş yaşamın altyapısına getirdiği uyumsuz odaklaşma gerçek bir tehlike doğurmaktadır. Dünya tek bir toplum olarak bütünleşirken, antropolojik ve psikolojik keşiflerden çıkartılabilecek ortak bir ahlak sistemi sistemi olduğu düşüncesi, yalnızca ilk çıktıkları uzman bilimsel yayımlarda kalmaktadır. Elbette aya roketlerle gidecek çocuklara, İyi Toplum ve insanın doğadaki yeri kavramları üzerine kurulu bir ahlak ve kozmolojinin, atı terbiye etme kurallarından önce geldiğini vaaz etmek çılgınlıktır. Artık dünya çok daha küçük; şeytanın hâlâ konuşabildiği günlerde kabile üyelerinin düşmanlarına ‘çarşı bir araya getirildiği eski Cennetlik Kavim (ister Yehova, ister Allah, Wotan, Manu ya da Şeytan olsun) oyunları yanında, insanın akılla ulaşabilecekleri çok daha fazladır.

On dokuzuncu yüzyıl bilim tiyatrosundaki tinsel, çağaşımsal Aryan savaş çığlıkları çabuk söndü; insan topluluğunun daha geniş kavranılması gerektiği düşüncesi gelişti. Bunun nedeni de, arkeoloji ve antropolojinin öncülerinin sağladığı beklenmedik bilgi akışıydı. Örneğin, çok kısa sürede, hem eski Hint-Avrupa kabilelerinin birçok ırkla karışmış olduğu, hem de onların icadı olarak kabul edilenlerin büyük bölümünün, daha eski Mısır, Girit, Mezopotamya kültürlerinde çok daha fazla geliştirilmiş olduğu ortaya çıkarıldı. Ayrıca, olası Aryan ya da Semitik etkinin çok ötesinde, hem İncil’de ve dinsel bilgilerde geçen mitolojilere hem de klasik mitolojinin ana temalarına dünyanın her tarafında rastlanması, eski sorunları, övünme ve önyargıları gündemden çıkaracak kadar tarih öncesi uygarlık çerçevesini genişletti.

On dokuzuncu yüzyılın bu yeni keşiflerinin insan zihnine nasıl etki yaptığı, aşağıdaki birkaç örnekleyici olayın özetlenmesinden anlaşılabilir:

1821 Jean François Champollion, Rosetta taşından Mısır hiyerogliflerini çözdü, böylece Yunan ve Yahudi dünyasından iki bin yıl kadar daha eski bir uygarlığın dinsel edebiyatı ortaya çıktı.

1833 William Ellis’in Polinezya Araştırmaları (4 cilt) Güney Denizi Adalarının mitos ve geleneklerine giriş sağladı.

1839 Henry Rowe Schoolcraft’ın Algie Araştırmaları (2 cilt) Kuzey Amerika Kızılderili mitoslarının ilk önemli derlemesini oluşturdu.

1845-50 Sir Austen Henry Layard, eski Ninova ve Babil’de kazılar yaparak Mezopotamya uygarlığının hazinelerini ortaya çıkardı.

1847-65 Jacques Boucher de Crévecoeur de Perthes, Antiquités celtiques et antédiluviennes’de (3 cilt) Avrupa’da insan varlığının Pleistosen dönemde başladığını ortaya koydu (yani yüz bin yıldan daha eski) ve çakmak taşlarını sınıflandırarak eski Taş çağını üç döneme ayırdı. 1) Mağara Ayısı dönemi, 2) Mamut ve yünlü gergedan dönemi, 3) Ren Geyiği dönemi.

1856 Johann Karl Fuhlrott, Doğu Almanya’da bir mağarada, Mağara Ayısı ve Mamut dönemlerinin güçlü avcısı Neanderthal insanın (Homo neanderthalensis) kemiklerini buldu.

1859 Charles Darwin’in büyük yapıtı Türlerin Kökeni Üstüne yayımlandı.

1860-65 Edouard Lartet, Güney Fransa’da Crô-Magnon insanın kalıntılarını buldu; Crô-Magnon insan Pleistosen çağın sonunda, Ren geyiği döneminde, Avrupa’da Neanderthal insanı yok etmişti.

1861 Abbé Brasseur de Bourbourg bilim dünyasına eski Orta Amerika mitoloji metni Popol Vuh’u tanıttı. Tarihi 60’lı yıllardan itibaren, mitolojilerin ana konu ve motiflerinin evrenselliği genel olarak kabul görmeye başladı. Genel düşünceye göre bunun bir tür psikolojik açıklaması bulunacaktı. Böylece iki ayrı noktadan karşılaştırmalı araştırmalar yapılmaya başlandı.

1868 Philadelphia’da Daniel G. Brinton, Yeni Dünyanın Mitolojileri’‘nde Yeni Dünyayla Eski Dünyanın yüksek kültürlerinin mitolojilerini karşılaştırıyor, Berlin’de Adolf Bastian, Das Beständige in den Menschenrassen und die Spielweite ihrer Veränderlichkeit’de sorunu karşılaştırmalı psikoloji ve biyolojiyle çözmeye çalışarak önce insan mitolojilerindeki ‘değişmezler’ sonra da ‘değişkenler’ üstüne eğiliyordu.

1871 Edward B. Tylor, İlkel Kültür: Mitoloji, Felsefe, Din, Dil, Sanat ve Geleneğin Gelişimi üstüne Araştırmalar’da bütün ilkel düşüncenin sistematik yorumuna girişerek ‘animizm’ kavramına psikolojik bir açıklama getirmeye çalıştı.

1872-85 Heinrich Schliemann, Truva (Hisarlık) ve Miken’de kazılar yaparak Yunan uygarlığının Homeros ve klasizm öncesi tabakalarını ortaya çıkardı.

1879 Don Marcelino de Sautuola, Kuzey İspanya Altamira’daki mülkünde Mamut ve Ren Geyiği dönemlerine ait muhteşem mağara resimlerini buldu.

1890 Sir James George Frazer bu dönemin bütün antropolojik araştırmalarını bir araya getiren Altın Dal’ı yayımladı.

1891-92 Eugène Dubois, Orta Java, Solo Irmağında, Trinil yakınlarında, “kayıp halka” Pithecanthropus erectus’un (dik yürüyen maymun-insan) kemik ve dişlerini buldu -en büyük beyne sahip gorille (600 cm3) çağdaş ortalama insanın beyni (1400 cm3) arasında bir beyin kapasitesine sahipti.

1893 Sir Arthur Evans Girit kazılarına başladı.

1898 Léo Frobenius ilkel kültür çalışmalarına yeni bir yaklaşım getirdi (Kulturkreislehre

‘kültür alanı kuramı’): ekvator Batı Afrikasından doğuya, Hindistan, Endonezya ve Polinezya’dan Pasifik’i geçerek ekvator Amerikası ve Kuzeybatı sahiline uzanan ilkel kültür sürekliliğini tanımladı.16 Bu yaklaşım, Brinton, Bastian, Tylor ve Frazer’in temsil ettiği eski ‘koşut gelişim’ ya da ‘psikolojik’ yaklaşım okullarına karşı kökten bir karşı çıkış getirirken, evrensel’ denilen temaların dağılımı sorununa da geniş ve cesur ükel-okyanusaşırı ‘yayılım’ kuramıyla yanıt vermiş oluyordu.

Böylelikle çağ açıcı bu yüzyılda neredeyse inanılmaz olan tinsel ve teknolojik dönüşümler gerçekleşti; eski düşünce ufukları dağıldı ve küçük yerel övünme alanları yerine yeni ve tek bir dünyanın insan bilimi, bilginin odağı oldu. İnsana ilişkin konulara yeterince yer verir görünen on sekizinci yüzyılın eski disiplinleri, daha geniş bir konunun yan dalları durumuna geldiler. Eskiden temel sorun insanın doğal çevresi karşısındaki doğaüstü niteliğiyken, Aziz Thomas Aquinas’in “insanın doğal bilgisinin üstünde olan” ve dolayısıyla “Tanrı insanın düşünebildiği Tanrıdan çok daha yücedir” sözleriyle dile getirilen yüce dinlerin kutsal kaynağı olarak görülen mitolojik temaların evrensel olduğu ve bu doğaüstü motiflerin bir tek geleneğe ait olmadığı, tersine insan türünün dinsel söyleminin ortak olduğu ortaya çıkınca, ‘ortodoks’ ve ‘kafir’, ‘yüce’ ve ilkel’ arasındaki gerilim şimdilerde kendiliğinden ortadan kalktı. Artık daha önemli sorunlar, insanı yakından ilgilendiren konular öncelik kazandı; ilkin ölüm ve diriliş, bakirenin doğurması ve yoktan yaradılış gibi mitoloji konularının, ilkel ‘hurafelerin’ kalıntıları olarak mantık gereği yok sayılıp sayılmayacağı ya da tersine, aklın kavrayışının ötesinde (aşkın simgeler olarak) gücünü koruyan değerler diye yorumlanıp yorumlanamayacağı; ikincisi, ruhun kendiliğinden işleyişinin ürünü olarak dünyanın çeşitli yerlerinde bağımsız olarak mı göründükleri (koşut gelişim kuramları) yoksa belirli zaman ve kişilerin icatları olarak eski göçler ya da daha sonraki ticari ilişkilerle mi yayılmış olması gerektiği (yaydım kuramı) konulan önem kazandı.

On dokuzuncu yüzyılda çok az kişi bu sorulara önyargısız biçimde karşılık arayabilecek yeterlilikte ya da çözümleme için zorunlu kanıtları denetleyebilecek durumdaydı. Zamanın psikolojisi ruhsal derinlikleri araştırabilecek bilgilere ve hipotezlere sahip değildi. Tanınmış fizyolog, psikolog ve filozof Wilhelm Wundt (1832-1920) 1857 de Heidelberg’de, 1875’te Leipzig’de ders vermeye başladı; bütün etnolojik malzemeyi, etnolojik psikoloji (Vilkerpsychologie) üstüne sayısız yapıtıyla, psikolojik bakış açısıyla elden geçirdi ve bu zengin ve gelişime açık alanın henüz yeterli biçimde araştırılmamış olduğunu içtenlikle ifade etti.17 Oysa bir yandan da ruhsal derinliğin bilimsel olarak incelenmesi Paris’te Salpetriere nöroloji kliniğinde başlamıştı. Üniversitenin tıp fakültesinde patolojik anatomi profesörü olein Jean Martin Charcot (1825-1893) histeri, felç, beyin hastalıkları, yaşlılık ve hipnozla ilgili ufuk açıcı araştırmalar yapıyordu.18 Genç Sigmund Freud (1856-1939) ve Carl G. Jung da (1875-1961) onun öğrencileri arasındaydı. Öğrencilerinin ruhun erişilmez, karanlık yönlerinin keşfi yolundaki bilinen kariyerleri, Charcot’un araştırmalarının gücü ve yönü hakkında bir fikir oluşturabilir. Ama nörotik bireyin ‘bilinçaltının görüngüsüyle ilgili yeni buluşların, etnolojik malzeme üstünde sistematik biçimde yorumlanarak uygulanması yirminci yüzyılda Jung’un Wandlungen und Symbole der Libido (1912)19 ve Freud’un Totem und Tabu (1913)20 adlı yapıtlarının yayımlanmasına kadar gerçekleşmedi. Wundt ve Charcot’un yöneliş ve araştırmaları yolu

açtı ama gerçekleşmesi yirminci yüzyıl düşüncesinin gelişiminde önemli bir etken olan bilinçaltı tekniğinin kural ve hipotezlerinin din, tarih öncesi; mitoloji ve folklor, edebiyat ve sanat tarihi alanlarına tam anlamıyla uygulanması, o günler için ancak zengin olanaklar doğurabileceğini sezdiren bir düzeydeydi.

Thomas Mann’ın, Freud’un sekseninci yaş gününde Viyana’da yaptığı ‘Freud ve Gelecek’ konuşmasında gözlemlediği gibi, edebiyat ve bilinçaltı tekniği arasındaki yoğun ve doğal yakınlık uzun süre kavranılamadan kaldı. Novalis’in (17921801) romantik-biyolojik fantazileri, Schopenhauer’in (17881860) düş psikolojisi ve içgüdü felsefesi, Kierkegaard’ın (1813-1855) kendisini psikolojik derinliklere ulaşmada uç noktalara götüren Hıristiyan coşkusu, İbsen’in (1828-1906) yalanın yaşamda zorunlu olduğu görüşü ve hepsinden önemlisi Nitzsche’nin (1844-1900) tanrıbilim, mitoloji ve ahlak felsefesinin metafizik iddialarını deneysel psikoloji diline çevirme çabaları, artık terminolojisinin kesinliği ve hipotezlerinin reddedilmezliğiyle bilimsel sükûnet içinde sistematikleştirilen bu muhteşem kavrayışı yalnız önceden sezinlemekle kalmamış, bir genişlik ve zenginlik de katmıştı. Gerçekten de Mann, bilimsel kesinlik isteği nedeniyle felsefeye pek itibar etmeyen tanınmış bilim adamını biraz ironik biçimde överken, modern bilinçaltı tekniğinin, on dokuzuncu yüzyıl boyunca analitik bilgi ve deney peşinde olanları adım adım izleyen romantik şairler, şair-filozoflar ve sanatçıların metafizik ve psikolojik kavrayış geleneklerinin quod erat demonstrandumunu21 yazdığını iddia etmenin haksızlık olmayacağını belirtir.22

Faust’un her satırında ruhun geleneksel simgeciliğinin güçlü bir kavranışının gelişkin kanıtlarını sunan Goethe’nin yalnız bireysel biyografi değil, uygarlığın psikolojik dinamiklerini de yazdığı akla geliyor. Ürünlerini, zamanının doğubilimcileri ve etnologları tarafından simgesel formların öneminin alegorik olarak anlaşılmasını önermelerinden önce veren Wagner’in [Wagner (1813-1883); Max Müller (1823-1900); Sir James George Frazer (1854-1941)] akla gelmesine karşın, sanatçının yapıtının simgeleri yorumlamakta bilim adamlarının görece el yordamıyla yürüyen çabalarından ileri gittiğini düşünmek zordur. Güney Denizi’nin Nukahiva adasında yamyamların eline düşen ve hatta menüye bile giren Melville’in (1819-1891), Moby Dick (1851) ve Pierre (1852) yapıtlarında hep kullandığı simge dili, yazarın psikolojik anlayışının derinliğini düşündürtmektedir.

“Mitos,” Thomas Mann’ın gördüğü ve birçok psikoloğun derinliğini kabul edeceği gibi “yaşamın temelidir, zamansız şemadır, bilinçaltının içinden çıkardığı izlerin yeniden üretilmesiyle yaşamın devam ettiği inanç yapısıdır.”23 Öte yandan, bütün etnolog, arkeolog ya da tarihçilerin gözlemleyeceği gibi, farklı uygarlıkların mitosları yüzyıllar boyunca ve insan yerleşiminin dünyayı kaplamasıyla birlikte önemli ölçüde değişmiştir. Bir mitolojide ‘erdem’ olanın bir başkasında ‘kötü’ diye görülmesi, birinin cennetinin ötekinin cehennemi olması derecesinde değişim olmuştur. Dahası, eskiden çeşitli kültür çevrelerini ve panteonlarını ayırıp koruyan düşünce ufuklarının artık birer birere yıkılmasıyla gerçek bir Götterdämmerung tüm evrene ateşini salmıştır. Bir zamanlar mitolojilerinin sağladığı dindarlığın bilinci içerisinde huzur dolu bir yaşam süren toplumlar, komşularının gözünde, tam tersine şeytanlar olarak buldular kendilerini. Artık geçmişte hiçbir yerde hayal edilmemiş, daha derin, daha geniş mitolojiye gereksinim olduğu açıktır. Yerel geleneklerin birbirinden farklı hayalinden

çok daha esnek ve incelmiş, bu mitolojilerin daha geniş olanın ancak maskeleri olarak bilineceği, bütün parıltılı panteonlarının ‘zamansız şeması ‘nın ancak geçici kipleri olduğu, şeması olmayan bir arcanum arcanorumdur bu.

Ama bu, kesinlikle, önümüzde bölümler halinde değişik bilimlerin salon ve müzelerinde yalnızca farkedilmeyi bekleyen ve bir yandan da büyük sanatçıların eserlerinde yaşayan büyük gizemli törendir. Onun günümüze hizmet etmesi için tüm boyutlarıyla toplanması -ya da yeniden toparlanması- gerekiyor ve sonra sanat biçiminde, mucize gibi, ahlaki olarak yargılamadan, sevgiyle, öğretici neşeyle geçmiş formların festivalinde uyanan insanlığa katılarak ona kendimize aitmiş gibi yaşam vermeliyiz.

Joseph Campbell
İlkel Mitoloji / Tanrının Maskeleri
Çeviren: Kudret Emiroğlu
İmge Yayınları