Cervantes, Don Kişot’u yaratarak aslında insanın anlam arayışındaki çaresizliğini mi anlatır?
Miguel de Cervantes’in Don Kişot adlı eseri, ilk bakışta ortaçağ şövalyelik anlayışına ironik bir bakış olarak yorumlansa da, daha derin bir okuma yapıldığında, insanın anlam arayışındaki trajik yalnızlığını ve varoluşsal çaresizliğini sergileyen felsefi bir yapıttır. Don Kişot karakteri, hem bir delinin saçmalıklarını hem de bir hakikatin peşindeki idealistin yalnız yürüyüşünü temsil eder. Bu yönüyle eser, insanın absürd bir dünyada anlam arayışına girişmesini konu edinir ve bu arayışın kaçınılmaz kırılganlığını gözler önüne serer.
Anlamın Çöküşü ve Don Kişot’un Tepkisi
Don Kişot’un yaşadığı çağ, Ortaçağ’ın metafizik ve dinsel anlam dünyasının çözüldüğü, yerine henüz yeni bir epistemolojik düzenin tam olarak kurulmadığı bir geçiş dönemidir. Bu tarihsel zemin, felsefi olarak da bir “anlam krizi”ne denk düşer. Nietzsche’nin deyimiyle “Tanrı öldü” çağının habercisi olan bu dönem, artık hakikatin mutlak bir otoriteyle verilmediği, bireyin kendi anlamını yaratmak zorunda kaldığı bir varoluşsal evreni temsil eder.
Don Kişot, geçmişin değerlerine –özellikle şövalyelik ideallerine– saplantılı bir şekilde tutunarak bu krizle baş etmeye çalışır. Onun idealleri, artık geçerliliğini yitirmiş bir anlam sistemine dayanır. Fakat Cervantes’in bu karakteri alaycı bir şekilde sunması, Don Kişot’un saçmalığını değil, çağının değer yitimi içindeki bireyinin trajedisini sergiler. Modern bireyin geçmişten devraldığı mitlerle, gerçekliğin sert yüzü arasında sıkışmış hâlini temsil eder.
Absürd Olanla Yüzleşme: Camus ve Don Kişot
Albert Camus’nün absürd felsefesi bağlamında bakıldığında, Don Kişot’un serüveni, insanın anlamsızlıkla yüzleşmesi ve bu anlamsızlık karşısında anlam icat etme çabasını andırır. Camus’nün Sisifos Söyleni’nde Sisifos’un kayayı tekrar tekrar dağın zirvesine yuvarlaması ne kadar beyhude görünse de, bu eylem onun kendi yazgısını kabul ederek ona anlam vermesiyle bir direnişe dönüşür. Don Kişot da, yel değirmenlerini dev yapılar sanarak onlarla savaşırken, aslında kendi varoluşuna bir anlam yüklemektedir. Bu yönüyle deliliği, felsefi bir cesaret biçimine dönüşür.
Camus için absürd insan, hayatın anlamsızlığı karşısında isyan eder ama bu isyan yeni bir dogmaya dönüşmez. Don Kişot’un da isyanı, onu kahraman yapmaz; yalnızlaştırır. Gerçeklik karşısındaki yenilgisi, anlam arayışındaki insanın evrensel trajedisidir.
Hayal ile Gerçek Arasındaki Gerilim
Don Kişot’un yaşadığı temel çatışma, hayal ettiği dünya ile gerçek dünya arasındaki uyumsuzluktur. Bu gerilim, bireyin kendi içsel dünyası ile dışsal gerçeklik arasında kurmaya çalıştığı köprünün çöküşüdür. Don Kişot’un anlam dünyası, dış dünyanın kurallarıyla çeliştiğinde, toplum onu deli olarak damgalar. Bu da Foucault’nun Deliliğin Tarihi adlı eserinde anlattığı gibi, toplumun normal dışı olanı dışlayarak kendi rasyonelliğini nasıl koruduğunu gösterir. O hâlde Don Kişot, sadece anlam arayışında bir birey değil, aynı zamanda normatif aklın dışında kalmış bir filozof-figürdür.
Delilik mi, Hakikat mi?
Cervantes’in Don Kişot’u, yalnızca bir hiciv değil, aynı zamanda derin bir varoluşsal sorgulamanın simgesidir. Deliliği, aslında bir anlam arayışının en uç noktasıdır. Hakikat peşinde koşarken, gerçeklikten kopar; fakat bu kopuş, insanın anlam yaratma kudretinin ve bu kudretin trajik sınırlılığının bir ifadesidir. Don Kişot, modern insanın evrensel figürüdür: Gerçeklik tarafından defalarca kırılan, ama yine de inancını yitirmeyen bir düş yolcusudur.
Bu bağlamda, Cervantes Don Kişot aracılığıyla insanın anlam arayışındaki çaresizliğini anlatır; ama aynı zamanda, bu çaresizliğin içinde bir özgürlük ve direniş olanağının da bulunduğunu gösterir. Don Kişot’un deliliği, belki de anlamı olmayan bir dünyada anlam üretmeye çalışan insanın en dürüst çabasıdır.