Cinsellik Kültürü İle Tüketim Kültürü Arasındaki Simbiyotik İlişki, Post-Truth Dünyasında Arzulara Dayalı Bir Paradigma mı Yaratır?
Cinsellik kültürü ile tüketim kültürü arasındaki simbiyotik ilişki, post-truth (gerçek sonrası) ortamında bireylerin karar alma süreçlerini manipüle ederken, epistemolojik belirsizlik, öznel gerçekliklerin çoğulluğu ve kapitalist hegemonyanın ideolojik araçları üzerinden işleyen karmaşık bir dinamik ortaya koyar. Bu ilişki, sosyal medya gibi dijital platformların hiper-gerçeklik alanlarında, Jean Baudrillard’ın simülasyon teorisiyle uyumlu bir şekilde, gerçeklik ile temsil arasındaki ayrımın bulanıklaşmasıyla şekillenir. Baudrillard’a göre, modern toplumda gerçeklik, işaretlerin ve imgelerin sürekli yeniden üretimine dönüşür; bu bağlamda, cinsellik ve tüketim, özne ile nesne arasındaki sınırları erozyona uğratan bir simülasyon alanına dönüşür. Sosyal medyada cinsellik temalı içeriklerin (örneğin, estetik ameliyatlar veya güzellik filtreleri) tüketimle iç içe geçmesi, bireyleri özdeğerlerini tüketim pratikleriyle eşitlemeye yönelten bir manipülasyon mekanizması yaratır.
Bu manipülasyon, post-truth bağlamında, Hannah Arendt’in “gerçekliğin kaybı” kavramıyla ele alınabilir. Arendt, hakikatin politik ve toplumsal alanlardan çekilmesiyle bireylerin karar alma süreçlerinin duygu ve inançlara dayalı hale geldiğini savunur. Sosyal medyada, cinsellik ve tüketim kültürünün birleşimi (örneğin, “mükemmel beden” imgeleri veya lüks yaşam tarzı reklamları), doğrulanabilir bilgiden ziyade duygusal çekicilik ve özlem üzerinden işler. Bu, bireylerin karar alma süreçlerini, eleştirel akıldan ziyade arzulara ve yanılsamalara dayalı bir zemine kaydırır. Michel Foucault’nun biyopolitika ve disiplin mekanizmaları teorisi de bu noktada devreye girer; Foucault, bedenlerin toplumsal normlar ve güç ilişkileri aracılığıyla kontrol edildiğini öne sürer. Sosyal medyada cinsellik ve tüketim, bireylerin bedenlerini bir sermaye olarak optimize etmeye yönelten bir disiplin rejimi oluşturur; post-truth ortamında ise bu rejim, sahte başarı hikayeleri veya abartılı vaatlerle desteklenerek manipülasyonu derinleştirir.
Bu simbiyotik ilişkinin manipülatif doğası, Slavoj Žižek’in ideoloji eleştirisiyle daha da aydınlatılabilir. Žižek, kapitalizmin ideolojik aygıtlarının bireyleri, kendi sömürülerini fark etmeden kabul etmeye yönelttiğini belirtir. Cinsellik ve tüketim kültürü, sosyal medyada birbiriyle iç içe geçerek, bireyleri estetik müdahaleler, moda ürünleri veya diyet programları gibi tüketim nesnelerine yönelten bir ideolojik fantazma yaratır. Post-truth ortamında, bu fantazma, gerçeklikten kopuk “alternatif gerçeklikler” (örneğin, filtrelenmiş fotoğraflar veya sahte influencer hikayeleri) aracılığıyla bireylerin kararlarını manipüle eder. Bireyler, bu imgelerin doğruluğunu sorgulamak yerine, arzularını tatmin edecek tüketim pratiklerine yönelir; bu da karar alma süreçlerini rasyonel bir temelden uzaklaştırır.
Kuramsal olarak, bu dinamik, Jürgen Habermas’ın iletişimsel rasyonalite kavramıyla çelişir. Habermas, eleştirel diyalog ve ortak akıl yoluyla hakikatin inşa edilebileceğini savunurken, post-truth ortamında cinsellik ve tüketim kültürü, manipülasyonu besleyen bir irrasyonel alan yaratır. Sosyal medyada, algoritmalar ve hedeflenmiş reklamlar, bireylerin öznel gerçekliklerini pekiştirerek, Habermas’ın idealize ettiği rasyonaliteyi aşındırır. Bu bağlamda, cinsellik ve tüketim arasındaki simbiyoz, bireylerin kararlarını, eleştirel düşünceden ziyade duygusal manipülasyon ve ideolojik yanılsamalara dayalı bir şekilde şekillendirir.
Sonuç olarak, cinsellik kültürü ile tüketim kültürü arasındaki simbiyotik ilişki, post-truth ortamında, Baudrillard’ın simülasyonu, Arendt’in gerçeklik kaybı, Foucault’nun biyopolitikası, Žižek’in ideolojik fantazması ve Habermas’ın rasyonalite eleştirisi çerçevesinde, bireylerin karar alma süreçlerini manipüle eder. Bu manipülasyon, epistemolojik belirsizliği derinleştirerek, bireyleri tüketim pratikleriyle özdeşleşen bir özne konumuna hapseder ve eleştirel bilinç yerine arzulara dayalı bir karar alma paradigması yaratır. Bu fenomen, çağdaş felsefi çerçeveler ışığında, dijital çağın etik ve politik sorgulamalarını zorunlu kılmaktadır.


