Dostoyevski’nin romanlarında hangi karakterler otizm spektrum olabilir?

Dostoyevski’nin romanlarındaki karakterler derin içsel çatışmaları, toplumsal yabancılaşmaları ve ahlaki sorgulamalarıyla öne çıkar. Bu karakterlerin bazıları, çağdaş klinik literatürde “nöroçeşitlilik” başlığı altında ele alınabilecek bir zihinsel işleyişe sahip görünür.

1. Prens Mışkin – Budala

Prens Mışkin’in davranış örüntüleri, klasik psikanalitik yaklaşımla ele alındığında, yüksek derecede içsel dürtü denetimi, belirgin bir dış dünyaya karşı ilgisizlik ve aşırı yoğun bir etik duyarlılık sergiler. Bu karakterde nesne ilişkileri kurma kapasitesi sınırlıdır; çevresindeki insanlarla kurduğu bağlar ya idealize edici ya da tamamen çözülmüş şekildedir.

Freud’un “birincil narsisizm” kavramı çerçevesinden bakıldığında Mışkin, dış dünyadan gelen nesneleri tam olarak içselleştiremeyen, onlarla karşılıklı etkileşim kurmakta zorlanan bir yapı sergiler. Onun karşısındakine yönelik sevgisi, daha çok kendi içsel dünyasındaki saf ve günahsız insan imgesine yönelmiştir. Bu da onu bir tür “ahlaki aynalama”ya saplamıştır: Başkalarının günahlarıyla yüzleşirken onları kendi içindeki saf imgelerle çatıştırır.

Ek olarak, Mışkin’in dil kullanımı sıklıkla dolaylı, sezgisel ve bazen anakronistiktir. Söz dizimleri, toplumsal bağlamdan çok bireysel içeriğe yöneliktir. Bu, Melanie Klein’ın “paranoid-şizoid pozisyon” tanımındaki parçalı nesne ilişkilerine denk düşebilir: İnsanları ya tamamen iyi ya da tamamen kötü olarak algılama eğilimi, onun sosyal uyumunu sekteye uğratır.


2. Nastasya Filippovna – Budala

Nastasya Filippovna da belirli yönleriyle dış dünyayla sağlıklı bir bağ kuramayan, yoğun iç çatışmalarla örülü bir yapı sergiler. Kendisine yönelen sevgiyi ya alaycı bir biçimde reddeder ya da aşırı bir tutkuyla karşılık verir. Bu, klasik psikanalizde “şizoid ambivalans” ile açıklanabilir: Yakınlık arzusu ile ondan duyulan tehdit arasında gidip gelen bir denge hali.

Bununla birlikte, onun kendisine yönelik sürekli bir suçluluk ve değersizlik hissi taşıması, onu sadomazoşistik bir varoluşa iter. Bu duygu durumunun ardında erken döneme ait travmatik bir cinsellik ve bunun bastırılması yer alıyor olabilir. Toplumsal normları kavrayışında ise formel bir uyum arayışı yerine, onları dramatize eden bir pozisyon alır; bu da onu nevrotik değil daha çok borderline düzlemde yapılandırılmış bir karakter yapar.


3. Smerdyakov – Karamazov Kardeşler

Smerdyakov, dış dünyaya karşı belirgin bir duygusal mesafe, empati yoksunluğu ve sosyal etkileşimde donukluk gösterir. Onun iletişimi yüzeyde biçimseldir, fakat altmetninde yoğun bir kin, manipülasyon ve inkar bulunur. Lacancı bir okumayla, Smerdyakov’un “Gerçek”le ilişkisi travmatiktir; yani simgesel düzene (dil, toplum, yasa) tam olarak dahil olamamış, fakat bunu telafi etmek için psikotik bir kapalı evren yaratmıştır.

Jouissance (haz alımı) kavramı açısından bakıldığında, onun haz alımı bastırılmış değil, sapkınlaştırılmıştır. Diğer karakterlerin ahlaki çöküşlerini sessizce gözlemlemesi ve kendi eylemlerini bu gözlemlerin gölgesinde gizlemesi, onu klasik anlamda bir “sessiz süperego” taşıyıcısı yapar.

Ayrıca, annesiyle olan ilişkisi bastırılmış Oidipal dinamiklere sahiptir. Bu bağlamda, Freud’un “ölüm dürtüsü” kavramı burada açıkça görünür: Hem kendine hem başkalarına yönelmiş bir yok etme arzusu ile hareket eder. Diğer insanlara yönelik ilgisizliği, daha derinde bir varoluşsal inkârı ve soyutlanmayı yansıtır.


4. Kirilov – Ecinniler (Cinler)

Kirilov’un mantıksal düşünce biçimi ve varoluş üzerine geliştirdiği teoriler, klasik psikanalizin dışına taşan bir bilişsel yapı gösterir. Tanrı’nın yokluğu üzerinden kendini tanrılaştırması, narsisistik bütünlük arzusunun ekstrem bir yansımasıdır. Lacan’ın “Büyük Öteki”sini reddetmesi (Tanrı’yı inkâr etmesi), aynı zamanda simgesel düzenin tamamını yadsıma anlamına gelir. Bu da onu psikotik sınırda bir özneye dönüştürür.

Sosyal iletişimde biçimsel olarak bir bozukluk göstermez, fakat kullandığı kavramlar çevresindekiler için erişilmezdir; çünkü semantik bağlamı kişiseldir. Yani dil onun için bir iletişim aracı değil, bir düşünsel tecrit mekanizmasıdır. Bu, Piaget’nin “özel konuşma” adını verdiği, içsel dilin dışa sızması durumunu andırır.

Kirilov’un intihar eylemi, ölüm dürtüsünün değil, daha çok bir tür mutlak kontrol arzusunun sonucudur. Kendini öldürerek Tanrı rolünü üstlenmek istemesi, bilinçdışı bir şekilde “Tanrı’yı öldüren insan” mitosunun psikotik içselleştirilmesidir.


Özetlersek

Dostoyevski’nin karakterleri, salt psikopatoloji değil, bilinçdışının dramatik temsilleridir. Bahsedilen karakterler, dış dünyayla kurdukları sınırlı, tuhaf, ya da dolaylı ilişkilerle, klasik psikanalitik literatürde sıkça karşılaşılan “nesne ilişkisi yoksunluğu”, “duygusal rezonans eksikliği” ve “tekrarlayan davranış kalıpları” gibi öğeleri sergiler. Bu yapıların tamamı, çağdaş bir perspektiften “nörogelişimsel farklılık” olarak okunabilir; ancak psikanalitik düzlemde bunlar, öznenin travma, bastırma ve narsisistik bütünlük arayışlarıyla daha yakından ilgilidir.