Farslılar ve Yahudiler: Orta Doğu’da Kimlik, İdeoloji ve Çatışma Dinamikleri
İran’ın Devrim İhracı ve Arap Toplumlarındaki Yankılar
İran’ın 1979 Devrimi’nden sonra benimsediği “devrim ihracı” ideolojisi, İslam dünyasında hem birleştirici hem de bölücü bir etki yaratmıştır. Bu ideoloji, Şii İslam’ın evrensel bir kurtuluş narratifi olarak sunulmasıyla, Müslüman Arap toplumlarında karmaşık duygusal ve toplumsal tepkiler uyandırmaktadır. İran, bu ideolojiyi Filistin davası gibi ortak duygulara hitap eden bir mesele üzerinden pazarlarken, aynı zamanda Şii-Sünni ayrımını derinleştiren bir mezhepsel söylem üretmektedir. Filistin davası, İran’ın Arap dünyasında meşruiyet kazanma aracı olarak işlev görürken, bu destek genellikle stratejik bir hamle olarak algılanır. Yemen’deki Husiler, Lübnan’daki Hizbullah ve Irak’taki Şii milisler gibi gruplar üzerinden İran, bölgesel etkisini artırmakta, ancak bu durum Sünni çoğunluklu toplumlarda güvensizlik ve yabancılaşma hissi doğurmaktadır. Bu ideoloji, Arap toplumlarında hem bir umut kaynağı olarak (özellikle anti-emperyalist söylemle) hem de mezhepsel bir tehdit algısı olarak yankılanır. İran’ın söylemi, özgürlük ve adalet vaadiyle romantize edilse de, bu vizyonun pratikte mezhepsel çatışmaları körüklemesi, toplumların kolektif bilincinde çelişkili bir imge yaratır: Bir yanda dayanışma, diğer yanda ayrışma.
İsrail’in Varoluşsal Tehdit Algısı ve Toplumsal Dayanışma
İsrail’in “varoluşsal tehdit” söylemi, tarihsel travmalar ve modern jeopolitik gerçekliklerin birleşimiyle şekillenir. Holokost’un kolektif hafızası, Yahudi toplumunda sürekli bir güvenlik kaygısı yaratmış, bu da İsrail’in devlet politikalarını ve toplumsal bilincini derinden etkilemiştir. Bu söylem, toplumda birleşik bir kimlik duygusu oluştururken, aynı zamanda korku ve savunma içgüdüsünü pekiştirir. Gazze’ye yönelik politikalar, bu bağlamda, yalnızca bir güvenlik meselesi olarak değil, aynı zamanda İsrail’in varlığını koruma zorunluluğu olarak sunulur. Toplumsal dayanışma, ortak bir düşman imgesi üzerinden güçlendirilir; ancak bu, etik sorgulamaları da beraberinde getirir. Gazze’deki askeri operasyonlar, İsrail toplumunda genellikle “kendi varlığını koruma” gerekçesiyle meşrulaştırılırken, uluslararası alanda insan hakları ihlalleri eleştirisiyle karşılaşır. Bu çelişki, İsrail’in kolektif bilincinde bir ikilem yaratır: Güvenlik arayışı, ahlaki değerlerle çatışabilir. Toplum, bu söylemin yarattığı birleşik kimlik etrafında kenetlenirken, aynı zamanda dış dünyaya karşı bir savunma duvarı örer, bu da diyalog ve uzlaşma olasılıklarını zorlaştırır.
ABD’nin Orta Doğu Politikaları ve Emperyalizm Algısı
ABD’nin Orta Doğu politikaları, tarihsel olarak enerji kaynaklarına erişim, jeopolitik üstünlük ve İsrail’in güvenliği gibi çıkarlar etrafında şekillenmiştir. Bu politikalar, Müslüman Arap toplumlarında derin bir “emperyalizm” algısı yaratmıştır. Irak’ın işgali, drone saldırıları, rejim değişikliği girişimleri ve İsrail’e verilen koşulsuz destek, bu algıyı besleyen temel unsurlardır. Arap toplumları, ABD’nin demokrasi ve özgürlük söylemlerini, çıkarlarını koruma maskesi olarak görür; bu da kolektif bilinçte bir öfke ve aşağılanma hissi üretir. İran, bu algıyı ustalıkla bir psiko-politik araca dönüştürerek, kendisini anti-emperyalist bir direniş odağı olarak konumlandırır. “Büyük Şeytan” söylemi, İran’ın hem iç hem de dış politikada meşruiyet kazanmasını sağlar. Bu söylem, Arap toplumlarında ABD’ye duyulan öfkeyi kanalize ederek İran’ın bölgesel nüfuzunu artırır. Ancak, İran’ın bu stratejik hamlesi, kendi mezhepsel ajandasını gizleme çabası olarak da algılanabilir, bu da Arap dünyasında güven eksikliğini derinleştirir. İran’ın anti-emperyalist duruşu, bir yanda dayanışma ve direniş umudu uyandırırken, diğer yanda kendi hegemonyasını kurma girişimi olarak görülür.
Bölgesel Dinamiklerin Simgesel ve Tarihsel Boyutları
Orta Doğu’nun bu karmaşık dinamikleri, yalnızca politik ve askeri düzlemde değil, aynı zamanda simgesel ve tarihsel bağlamda da anlam kazanır. İran’ın devrim ihracı, İslam’ın evrensel bir adalet vaadiyle yeniden yorumlanmasıdır; ancak bu vizyon, mezhepsel farklılıklar nedeniyle çoğu zaman bir hayal kırıklığına dönüşür. İsrail’in varoluşsal tehdit söylemi, Yahudi tarihinin acılarından beslenirken, aynı zamanda modern bir ulus-devletin güvenlik paradigmasıyla şekillenir. ABD’nin politikaları ise, Batı’nın sömürgeci geçmişinin bir yansıması olarak görülür, bu da tarihsel bir adaletsizlik duygusunu yeniden canlandırır. Bu üç aktör –Farslılar, Yahudiler ve Batı– arasındaki etkileşim, yalnızca güç mücadelesi değil, aynı zamanda kimlik, inanç ve tarihsel anlatıların çatışmasıdır. Her biri, kendi toplumlarında bir anlam ve meşruiyet arayışı içindedir; ancak bu arayış, diğer toplumlarda korku, öfke veya direniş olarak yankılanır. Bu dinamikler, Orta Doğu’nun hem bir umut hem de bir çatışma coğrafyası olarak kalmasına neden olur.
Bu metin, İran, İsrail ve ABD’nin Orta Doğu’daki rollerini, toplumların kolektif bilinçlerindeki etkileri üzerinden ele alırken, her bir aktörün ideolojik söylemlerinin nasıl hem birleştirici hem de bölücü olduğunu gösterir. Sorular, bu aktörlerin yalnızca politik değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihsel düzlemde nasıl bir etki yarattığını derinlemesine sorgular.