Freud: “Uygarlık ile sevgi arasındaki çatlak kaçınılmaz gibidir.”

IV
Görev o denli büyük görünüyor ki, insan ürktüğünü itiraf edebilir. Yine de bulup çıkardığım birkaç şey var:

îlk insan dünya üzerindeki kaderini iyileştirmenin -sözcüğün tam anlamıyla- kendi elinde olduğunu keşfettikten sonra, başka bir insanın kendisi ile birlikte mi yoksa kendisine karşı mı çalışacağını önemsemezlik edemezdi. Öteki insan, birlikte yaşamanın yararlı olduğu bir iş arkadaşı değeri kazandı. Bundan önce, maymun benzeri bir canlı olduğu çağda, insan aile kurma alışkanlığı kazanmıştı; aile üyeleri herhalde onun ilk yardımcıları idi. Ailenin kuruluşu muhtemelen genital tatmin gereksiniminin artık aniden çıkıp gelen ve gittikten sonra da uzun bir süre kendisinden haber alınmayan bir misafir gibi davranmaktan çıkıp, bireyle bir kiracı gibi sürekli bir ilişki kurmasıyla bağlantılıdır. Böylelikle erkek, dişiyi ya da daha genel olarak söyleyecek olursak, cinsel nesneleri yanında tutma güdüsünü edindi; korunmasız yavrularından ayrılmak istemeyen dişiler, onların çıkan adma, daha güçlü olan erkeklerin yanında kalmak zorundaydı.15 Bu ilkel ailede uygarlığın önemli bir özelliği eksiktir henüz; şef ve babanın keyfi iradesi sınırsızdır. Totem ve Tabu’da bu aileden, komünal yaşamın bir sonraki aşaması olan kardeş topluluklarına giden yolu ortaya koymaya çalıştım. Babanın üstesinden geldikleri sırada, oğullar ittifakın tek bir kişiden daha güçlü olabileceğini anlamışlardı. Totem kültürü, bu yeni durumu koruyabilmek için kardeşlerin birbirlerine dayatmak zorunda kalmış oldukları sınırlamalara dayanır. Tabulara göre davranmak, ilk “hukuk” biçimiydi. O halde insanların birlikte yaşamasının iki temeli vardı: dışsal zorunlulukların yarattığı çalışma yükümlülüğü; erkeğin cinsel nesnesini, yani dişiyi, dişinin ise kendisinden ayrılmış bir parça olan çocuğu yitirmek istememesine neden olan sevginin gücü. Eros ve Ananke insan uygarlığının da ana-babası haline gelmiştir. Uygarlığın ilk sonucu, artık daha çok sayıda insanın topluluk içinde yaşamaya başlaması olmuştu. Bu iki büyük güç burada birlikte etkide bulunduğundan, bundan sonraki gelişimin, dış dünyaya daha iyi hâkim olma ve topluluğun içerdiği insan sayısının daha da artması yolunda sorunsuz olarak ilerlemesi beklenebilir. Bu uygarlığın kendisine dahil olan insanlara, mutlu etmek dışında, nasıl bir etki yapabileceğini anlamak kolay değildir.

Rahatsızlığın nereden gelebileceğini incelemezden önce, önceki tartışmalarımızdan birindeki boşluğu doldurmak için, sevginin uygarlığın temellerinden biri olduğu görüşünü bir süre ele alalım. Cinsel (genital) sevginin insana en güçlü tatmini sunması, her tür mutluluk için geçerli bir örnek oluşturması deneyiminin, insana yaşamdaki mutluluk arzusunun tatminini cinsel ilişkiler alanında aramayı sürdürmeyi ve genital erotizmi yaşamın merkezine koymayı telkin etmiş olması gerekir demiştik. Bu yolla insanın kendisini dış dünyanın bir parçasına, seçmiş olduğu sevgi nesnesine tehlikeli bir tarzda bağımlı kılacağını, bu nesne tarafından reddedilmesi ya da onu sadakatsizlik veya ölüm nedeniyle yitirmesi durumunda en güçlü acılara maruz kalacağını da eklemiştik. Bu nedenle bütün çağlarda bilgeler, yaşamda bu yolun seçilmemesini üzerine basarak vurgulamışlardır; yine de bu yol çok sayıda insan için çekiciliğini korumuştur.

Küçük bir azınlık, bünyeleri sayesinde mutluluğu sevgi yoluyla bulabilir. Ancak, bunun için sevginin işlevinin geniş çaplı ruhsal değişikliklerden geçmesi zorunludur. Bu kişiler, vurguyu sevilmekten sevmeye kaydırarak kendilerini nesnenin onayından bağımsız kılar, sevgilerini tek tek nesnelere değil bütün insanlara eşit ölçüde yönelterek sevgi nesnesinin yitirilişinden kendilerini korur; genital sevginin dalgalanma ve hayal kırıklıklarından kaçınmak için sevginin cinsel hedefinden vazgeçerek içgüdüyü amacı ketlenmi§ bir itkiye dönüştürürler. Bu yolla ulaştıkları durgun, şaşmaz, şefkatli duygu durumunun, türetilmiş olduğu fırtınalı genital sevgi yaşamı ile dıştan pek bir benzerliği kalmamıştır. Sevginin içsel mutluluk duygusu uğruna sömürülmesinde Assi-si’li Francesco en ileri noktaya ulaşmış gibidir. Haz ilkesinin gerçekleştirilmesi tekniklerinden birisi olarak kabul ettiğimiz şey, genelde dinle ilişkilendirilmiştir; bu ilişki ben ile nesneler arasındaki ayrımın, ya da nesnelerin kendi aralarındaki ayrımın gözardı edildiği ücra alanlarda kurulmuş olabilir. Derin güdülerini ileride açıklığa kavuşturacağımız ahlaki bir bakış, bu genel insan ve dünya sevgisini insanın ulaşabileceği en yüce tutum olarak görür. Henüz bu tartışmanın başlanndayken iki temel kuşkumu belirteyim. Seçici olmayan bir sevgi, nesnesine haksızlık ederek değerinin bir kısmını yitirir. Dahası, her insan sevgiye layık değildir.

Aileyi kuran sevgi, doğrudan cinsel tatminden feragat etmeyen kökensel biçimi ile de, amacı ketlenip şefkate dönüşmüş biçimi ile de uygarlıkta etkisini göstermeyi; her iki biçimde de çok sayıda insanı işbirliğinin gereklerinin becerdiğinden daha yoğun bir şekilde birbirine bağlama işlevini sürdürür. Dilin “sevgi” sözcüğünü kullanışındaki özensizliğin oluşumsal bir haklılığı vardır. Genital gereksinmeleri nedeniyle aile kurmuş olan erkek ile dişi arasındaki ilişkiye “sevgi” denir, ama ana-baba ile çocuklar arasındaki, kız ve erkek kardeşler arasındaki olumlu duygulara da, her ne kadar bu ilişkiyi amacı ketlenmiş sevgi, şefkat olarak betimlememiz gerekirse de, sevgi denir. Amacı ketlenmiş sevgi kökensel olarak tabii ki kösnül sevgi idi ve insanların bilinçdışında halâ da böyledir. Hem kösnül, hem de amacı ketlenmiş sevgi ailenin ötesine uzamr ve o âna dek yabancı olan insanlar ile yeni bağlar kurar. Genital sevgi yeni ailelerin kuruluşuna, amacı ketlenmiş sevgi de, genital sevginin tek kişiyle sınırlanma gibi kimi kısıtlılıklarım taşımadığı için, kültürel açıdan önem kazanan “ar-kadaşlıklar”a yol açar. Ancak sevginin uygarlık ile ilişkisi gelişme süreci içinde açıklığını yitirir. Bir yandan sevgi uygarlığın çıkarlarına karşı durur, öte yandan uygarlık sevgiyi esaslı kısıtlamalarla tehdit eder.

Uygarlık ile sevgi arasındaki çatlak kaçınılmaz gibidir; nedeni de hemen açıklık kazanmaz. Çatlama kendini önce aile ile bireyin ait olduğu daha büyük topluluk arasındaki bir çatışma olarak gösterir. Uygarlığın temel çabalarından birinin insanları büyük birimler halinde bir araya toplamak olduğunu daha önce saptamıştık. Ama aile, bireyi serbest bırakmak istemez. Aile üyelerinin birlikteliği ne denli sıkı ise, kendilerini diğerlerinden ayırma eğilimleri de o denli güçlü, daha geniş bir yaşam çevresine girmeleri o denli zor olacaktır. Soyoluş açısından daha eski, çocuklukta tek başına hâkim olan birlikte yaşama tarzı, sonradan edinilmiş kültürel tarz tarafından yerinden edilmeye karşı direnir. Aileden ayrılma her genç için, çözümü toplum tarafından ergenlik ve erinlik ayinleri ile desteklenen bir sorun haline gelir. Bunların her ruhsal, hatta aslına bakılacak olursa organik gelişimin beraberinde getirdiği zorluklar olduğu düşünülebilir.

Üstelik, kısa bir süre sonra, başlangıçta sevgi talepleri ile uygarlığın temelini atmış olan kadınlar, uygarlığın akışı ile bir karşıtlık oluşturarak geciktirici ve kısıtlayıcı etkilerini göstermeye başlarlar. Kadınlar ailenin ve cinsel yaşamın çıkarlarını temsil eder. Giderek artan bir şekilde erkek işi haline gelmiş olan uygarlık uğraşı, kadınların karşısına giderek zorlaşan sorunlar çıkarır ve onları pek üstesinden gelemeyecekleri içgüdü yüceltmelerine zorlar. Erkeğin ruhsal enerjisi sınırsız olmadığından, görevlerini yerine getirebilmek için libidosunu amaca uygun bir şekilde dağıtması gerekir. Uygarlık uğruna kullandığı libidoyu büyük ölçüde kadınlardan ve cinsel yaşamdan geri çeker. Sürekli olarak erkeklerle bir arada bulunma, onlarla olan ilişkilere bağımlı olma erkeği kocalık ve babalık görevlerine bile yabancılaştırır. Böyle-ce kadın kendisini uygarlığın talepleri tarafından arka plana itilmiş olarak görür ve uygarlığa karşı düşmanca bir tavır alır.

Uygarlık açısından, cinsel yaşamın kısıtlanması eğilimi, uygarlık çevresinin genişletilmesi eğilimi kadar açıktır. Daha ilk uygarlık aşaması olan totemizmde, cinsel nesne seçimindeki ensest yasağı, insan cinsel yaşamının tarih boyunca maruz kalmış olduğu en esaslı sakatlanmayı beraberinde getirmiştir. Tabu, yasa ve âdetler ile, hem erkekleri hem kadınları etkileyen yeni kısıtlamalar getirilmiştir. Bütün uygarlıklar bu alanda aynı derecede ileri gitmez; toplumun ekonomik yapısı kalan cinsel özgürlüğün miktarım da etkiler. Burada uygarlığın, kendi kullanımı için cinsellikten büyük miktarda ruhsal enerji çekip alması gerektiğinden, ekonomik zorunluluğun gerektirdiği şekilde hareket ettiğini biliyoruz. Uygarlığın cinsellik karşısındaki bu tavrı, bir diğerini sömürüsü altına almış bir kabile ya da toplum katmanının tavrı gibidir. Ezilenlerin ayaklanmasından duyulan endişe en sıkı tedbirlerin alınmasına yol açar. Böylesi bir gelişimin doruğunu kendi Batı uygarlığımızda görürüz. Çocuğun cinsel yaşamının dışavurumlarının ayıp sayılması psikolojik açıdan tamamen haklı görülebilir, çünkü yetişkinlerin cinsel arzularına set çekilmesi, eğer buna çocuklukta hazırlık yapılmamışsa, hiçbir şekilde olası değildir. Ama uygar bir toplumun bu denli ileri giderek, kolayca kanıtlanabilecek, hatta göze çarpan olguları yadsıması hiçbir şekilde haklı gösterilemez. Cinsel açıdan olgun bireyin nesne seçimi karşıt cinsle sınırlanmış, genital olmayan tatminlerin çoğu sapıklık olarak yasaklanmıştır. Bu yasaklarda dile getirilen, herkes için geçerli tek bir tür cinsel yaşam talebi, insanların cinsel bünyelerindeki doğuştan gelen ya da sonradan edinilmiş eşitsizlikleri gözardı eder; insanların hayli büyük bir kısmını cinsel zevkten yoksun kılar ve böylece de ağır bir haksızlığın kaynağı haline gelir. Normal, yapısal olarak engellenmemiş kişilerin bütün cinsel ilgilerinin hiçbir kayba uğramadan açık bırakılmış kanallara akabilmesi bu tedbirlerin başarısı olarak görülebilir. Ama dışlanmaya uğramamış olan zıtcinsel genital ilişki, meşruluğun ve tekeşliliğin kısıtlamaları ile daha da zedelenir. Günümüz uygarlığı, cinsel ilişkiye ancak bir erkekle bir kadın arasındaki tek, çözülmez bağlanma temelinde izin verebileceğini, cinsellikten kendi başına bir haz kaynağı olarak hoşlanmadığını ve buna yalnızca insanların üremesi için şu âna dek alternatif bir kaynak bulunamadığından tahammül ettiğini açık bir şekilde ortaya koyar.

Bu tabii ki aşın bir durumdur. Bunun, kısa süreler için bile olsa uygulanamayacağı ortaya çıkmıştır. Yalnızca zayıf olanlar cinsel özgürlüklerine bu denli kapsamlı bir müdahaleye boyun eğmiş; güçlü kişiliklerse ancak daha sonra ele alacağımız bir telafi koşulu ile buna izin vermiştir. Uygar toplum, kendi kurallan uya-nnca cezalandırması gereken pek çok ihlale ses etmeksizin göz yummaya mecbur kalmıştır. Ancak karşıt yönde bir hataya düşerek, böylesi bir uygarca tavrın, bütün niyetlerine erişemediği için hepten zararsız olduğunu varsaymaktan kaçınmalıyız. Uygar insanın cinsel yaşamı gerçekten de ağır hasara uğramış durumdadır;

hatta ara sıra diş ve saçlarımızın organ olarak gerilemesi gibi, gerilemekte olan bir işlev izlenimi uyandırır. Mutluluk duygusunun -yani yaşam amacımızın- kaynağı olarak cinsel yaşamın öneminin hatırı sayılır ölçüde azaldığını varsaymak belki de haklı olacaktır.15 Kimi zaman sadece uygarlığın baskısının değil, işlevin özündeki bir şeyin bizi tam bir tatminden yoksun bıraktığı ve başka yollara sürüklediği izlenimine kapılırız. Bu bir yanılgı da olabilir, karar vermek zordur.16

15. Bugün herkesin takdirini toplayan duyarlı İngiliz şairi J. Galsworthy’ nin “The Apple-Tree” (Elma Ağacı) adlı küçük bir hikâyesine eskiden beri değer vermişimdir. Bu eser, günümüz uygarlığındaki insanın yaşamında, iki insanın basit, doğal sevgisine nasıl yer kalmamış olduğunu etkileyici bir tarzda anlatır.

16. Yukarıda dile getirilen görüşü desteklemek için şu değinileli aktarıyorum: İnsan da açıkça çiftcinselliğe yatkın bir hayvandır. Birey iki simetrik yarımın kaynaşmasına karşılık düşer. Kimi araştırmacılara göre bu yarımlardan biri saf erkek, diğeri saf dişidir. Her ikisinin aslında hermafrodit olmuş olması da aynı şekilde olasıdır. Cinsellik, ruhsal yaşam için olağanüstü önemli olmasına karşılık, psikolojik açıdan kavranması zor bir biyolojik olgudur. Her insanın hem erkeksi hem de dişil içgüdüsel itkiler, gereksinimler, özellikler gösterdiğini söylemeye alışıkmızdır; ancak erkeklik ve dişilik özelliklerini, her ne kadar anatomi ortaya koyabilirse de, psikoloji koyamaz. Psikoloji açısından cinsel karşıtlık solarak, etkinlik ve edilginlik arasındaki karşıtlık haline gelir. Ama burada fazlasıyla aceleci bir şekilde etkinliği erkeklikle, edilginliği de dişilikle bir tutarız; halbuki, hayvanlar âleminde bu görüşün çeşitli istisnaları vardır. Çiftcinsellik kuramı henüz açıklığa kavuşmamıştır; bu kuramın içgüdü kuramı ile bağlantısının henüz kurulmamış olması psikanalizde ciddi bir aksaklık olarak görülebilir. Ne olursa olsun, bireyin cinsel yaşamında hem erkeksi hem de dişil arzulan tatmin etmek istediğini gerçekten varsayacak olursak, bu taleplerin aym nesne tarafından karşılanamayacağı, bu taleplerin birbirlerinden ayn tutulamamaları ve her bir içgüdünün özel, kendisine uygun bir kanala yöneltilememesi durumunda birbirlerini rahatsız edecekleri olasılığım da kabul etmiş oluruz. Bir diğer güçlük, erotik ilişkide, kendi sadist bileşeni dışında bir miktar saldırganlığın çoğunlukla bulunmasıdır. Sevgi nesnesi, bu komplikasyonlara her zaman, kendisine bir haftadır dayak atmadığı için kocasının artık kendisini sevmediğinden yakınan köylü kadım kadar anlayış ve hoşgörü göstermeyecektir. ,

Ancak en derine inen tahmin, sayfa 57’deki dipnot ile bağlantılı olandır: İnsanların iki ayak üzerine kalkması ve koku alma duyusunun önemini yitirmesi ile yalnızca anal erotizm değil cinselliğin tümü organik bastırmanın kurbanı olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır; öyle ki o zamandan beri cinsel işleve, tam bir tatmini engelleyen, insanı cinsel hedeften yüceltmeye ve libido kaydırmalarına doğru iten, daha fazla temellendirilemeyecek bir direnç eşlik etmektedir. Bleuler’in bir seferinde cinsel yaşama karşı böylesi bir kökensel ret tavrının varlığına işaret ettiğini biliyorum (Bleuler, 1913). Inter urinas et faeces nascimur [“İdrar ve dışkı arasında doğarız”] olgusundan bütün nevro-tikler ve nevrotik olmayan pek çok kişi rahatsızlık duyar. Cinsel organlar, pek çok insana katlanılmaz gelen ve cinsel ilişkinin zevkini kaçıran güçlü kokular yayar. Böylelikle, uygarlık ile birlikte gelişen cinsel bastırmanın en derin kökü, iki ayak üzerinde durma ile kazanılan yeni yaşam biçiminin önceki hayvani varoluşa karşı organik olarak savunulmasıdır. Bilimsel araştırmanın ulaştığı bu sonuç, sık rastlanan sıradan önyargılarla garip bir şekilde uyuşur. Yine de bunlar şimdilik kesinleşmemiş, bilimin desteğini kazanmamış olasılıklardır. Aynca, koku uyaranının yadsmamayacak bir şekilde değersizleşmiş olmasına karşın Avrupa’da bile, bize o denli itici gelen bu güçlü genital kokulara cinsel uyarıcı olarak büyük değer veren ve bunlardan vazgeçmeye yanaşmayan halklar bulunduğunu unutmayalım. (Friedrich S. Krauß’un Anthropophyteia’smda çeşitli yıllarda yayımlanan Iwan Bloch’un “Über den Geruchssinn in der vita sexualis” – “Cinsel yaşamda koku duyumu üzerine” ”anketi”nin halkbilimsel değerlendirmesine bakınız.)

1

K.u.K.: König und Kaiser: Kral ve İmparator: Avusturya-Macaristan devlet sistemine göre imparatorun unvanı. Habsburg hanedan monarşisi bu sıfatla anılır.

2

köken ve kaynak, -ç.n.

1. [1931’de eklenen dipnot] Liluli, 1923 [1919]. La vie de Ramakrishna [1929] ve La vie de Vivekananda (1930) adlı kitapların yayımlanmasından sonra, metinde adı geçen dostumun Romain Rolland olduğunu gizlememe gerek kalmadı.

2. D. Chr. Grabbe, Hannibal: “Evet, dünyadan düşecek değiliz. Üzerindeyiz bir kez.”

3

Bkz. Ferenczi’nin ben-gelişimi ve ben-duygusu üzerine çok sayıdaki çalışması, “Gerçeklik Duygusunun Gelişme Aşamalan”na (Ferenczi, 1913), P. Fedem’in 1926,1927 ve sonraki katkıları.

4

Bkz. The Cambridge Ancient History, c. VH., 1928, “The Founding of Rome”, Hugh Last.

5

“Kim bilim ve sanata sahipse / sahiptir dine de; / Kim yoksunsa ikisinden de / sanlmalıdır dine!” Goethe, Zahmen Xenien (Yumuşak Yergiler) IX (Geride kalan şiirler).

6

Bunu, daha düşük bir düzeyde, Wilhelm Busch’un Dindar Helen’inde buluruz: “Derdi olanın içkisi de vardır.”

7

Hatta Goethe “Bir dizi güzel gün kadar çekilmez şey yoktur” uyarısında bulunur. Ancak abartılı bir ifade olabilir bu.

8

Özel bir yeteneğin yaşamdaki ilgilerin yönünü kaçınılmaz olarak belirlemediği durumlarda, sıradan, herkese açık mesleki çalışma, Voltaire’in bilgece öğüdünde önerilen yeri alabilir. Çalışmanın libido ekonomisindeki önemini kısa bir genel bakış içinde yeterince değerlendirmek mümkün değildir. Bireyi gerçekliğe en fazla bağlayan -en azından gerçekliğin bir parçasına, topluma sağlam bir şekilde yerleştiren- yaşam tekniği çalışmadır. Libidonun narsistik, saldırgan ve hatta erotik bileşenlerinin esaslı bir bölümünü çalışma hayatına ve buna bağlı insan ilişkilerine kaydırma olanağı çalışma hayatına, toplum içindeki varoluşun korunması ve haklı gösterilmesindeki vazgeçilmezliğinden geri kalmayan bir değer katar. İsteyerek seçilen, yani var olan eğilimleri, süren ya da bünye tarafından güçlendirilen içgüdüsel itkileri yüceltme yoluyla yararlı kılan mesleki çalışma özel bir tatmin sağlar. Bütün bunlara karşılık insanlar çalışmaya, mutluluğa giden bir yol olarak pek değer vermez ve diğer tatmin olanaklarına akın etmelerinin aksine çalışmaya fazla yönelmezler. İnsanların büyük çoğunluğu yalnızca zorunlu olduğu için çalışır ve en ağır toplumsal sorunlar da insanlardaki bu doğal çalışma isteksizliğinden kaynaklanır.

9

Krş. “Ruhsal Olayların İki İlkesinin Formüle Edilişi” (Freud, 1911) ve “Psikanalize Giriş Dersleri” XXIII (Freud, 1916-17).

10

[1931’de eklenen dipnot] Yukarıdaki açıklamada eksik kalmış olan en azından bir noktaya değinmeden geçemeyeceğim. İnsanın mutluluk olanakları, narsizmin nesne libidosu ile olan göreli ilişkisini hesaba katmaksızın ince-lenmemelidir. Kendi kendine yetmenin libido ekonomisi için ne anlama geldiğini bilmemiz gerekiyor.

11

Bkz. Freud (1927).

12

Eksik, kesin olarak yorumlanamaz psikanalitik malzeme, insanların bu büyük eyleminin kökenine ilişkin en azından -fantastik görünen- bir tahminde bulunmamıza izin verir. Sanki ilk insanlar, ateşle karşılaştıklarında, bunu işeyerek söndürüp çocuksu bir arzuyu tatmin etme alışkanlığmdaydılar. Elimizdeki efsaneler yukarı doğru uzanan alev dillerinin kökensel fallik yo-rumlanışı konusunda şüpheye yer bırakmaz. Demek ki, daha sonra dev çocukların, Liliput’taki Güliver’in ve Rabelais’nin Gargantua’sımn da başvurdukları işeyerek ateş söndürme, bir erkekle girişilen cinsel ilişki, eşcinsel mücadele içinde cinsel gücünü göstermekten alman zevkti. Bu hazdan feragat eden ve ateşi bağışlayan ilk insan onu yanında taşıyabilir ve kendi hizmetinde kullanabilir hale geldi. Kendi cinsel uyarımının ateşini bastırarak, ateşin doğal gücüne hâkim oldu. O halde bu büyük kültürel kazanım, içgüdü yadsınmasının bir ödülüydü. Dahası, kadın da sanki bu arzunun ayartmasına kapılmaya anatomik yapısı izin vermediği için, evdeki ocakta tutuklu bulunan ateşin koruyuculuğuna getirilmiştir. Dikkat çekici bir nokta da, hırs, ateş ve üretral erotizm arasındaki ilişkilerin analitik deneyimler tarafından sıklıkla ortaya konmasıdır.

13

“Doğanın miniği” olarak yorumlanabilecek bu deyiş, özgün metinde de İngilizcedir, -ç.n.

14

Bkz. “Charakter und Anal erotik” (Freud, 1908) ve E. Jones vd.’nin çok sayıda eseri.

15

Cinsel sürecin organik dönemselliği varlığını sürdürmüştür gerçi, ama mhsal cinsel uyarılma üzerindeki etkisi tersine dönmüştür. Bu değişim en yalan olarak, âdet sürecinin erkek ruhunu etkilemesini sağlayan koku uyaranlarının gerilemesi ile bağlanulıdır. Aralıklı olarak ortaya çıkan koku uyaranlarının rolünü, bunların aksine sürekli bir etki gösterebilen görsel uyarımlar üstlenmiştir. Adet tabusu, geçirilmiş bir gelişim aşamasına karşı bir savunma olan bu “organik bastırma”dan kaynaklanır. Diğer güdülerin tümü muhtemelen ikincil niteliktedir (krş. C. D. Daly, 1927). Bu süreç, değişik bir düzeyde, aşılmış bir kültürel sürecin tanrılarının kötü ruhlar haline gelmesinde tekrarlanır. Ancak koku uyaranlarının gerileyişi, insanın topraktan uzaklaşmasının, iki ayak üzerinde durmasıyla o âna dek gözden gizli durumdaki cinsel organları görünür ve korunmaya muhtaç kılan, böylece de utanmayı doğuran sürecin sonucu gibidir. O halde şu uğursuz uygarlık süreci insanların iki ayak üzerinde durmasıyla birlikte başlamıştır. Bundan sonra zincirleme olarak gelişen olaylar, yani koku uyaranlarının değersizleşmesi ve âdetin yalıtılmasıyla görsel uyaranların ağırlık kazanması, cinsel organların görünürleşmesi üzerinden cinsel uyarılmanın sürekli hale gelmesi, ailenin kurulması ile insan uygarlığının eşiğine varırız. Bu yalnızca kuramsal bir spekülasyondur, ama insana yakın hayvanların yaşam koşullarında dikkatli bir sınamadan geçirilmeyi hak edecek denli önemlidir.

Hijyenik kaygılar sayesinde sonradan haklılık kazanan, ama onlardan önce ortaya çıkan kültürel temelli temizlik çabasında da toplumsal bir etmen bulunduğu açıktır. Temizlik isteği, duyularımıza nahoş gelmeye başlamış olan dışkının ortadan kaldırılması yolundaki şiddetli itkiden doğar. Bunun çocuklukta farklı olduğunu biliyoruz. Dışkı çocukta tiksinmeye yol açmaz, bedenden ayrılmış bir parça olarak değerli görünür. Eğitim bu noktada dışkıyı değersiz, iğrenç, tiksindirici ve yerilecek bir şey haline getirecek olan hemen sonraki gelişim sürecinin hızlandınlışında özellikle enerjik bir şekilde ayak direr. Böylesi bir değer dönüşümü ancak bedenden ayrılmış bu maddelerin, keskin kokulan yüzünden, insanların ayağa kalkmasından sonra koku uyaran-lannın başına gelen kadere ortak olmalan sayesinde mümkündür. O halde anal erotizm önce, kültüre giden yolu açan “organik bastırma”ya yenik düşer. Gelişimindeki tüm ilerlemeye rağmen insanın kendi dışkısının kokusunu değil, her zaman başkalarının dışkısının kokusunu itici bulması gerçeği, anal erotizmin sonraki dönüşümünü sağlayan toplumsal etmenin varlığına tanıklık eder. O halde pis olan yani dışkısını gizlemeyen kişi diğerine hakaret etmekte, ona saygı göstermemektedir. En ağır, en yaygın küfürlerin dile getirdiği de budur zaten. İnsanın hayvanlar âlemindeki en sadık dostunun adını küfür olarak kullanması, eğer köpek dışkıdan çekinmeyen bir koku yaratığı olma ve cinsel işlevlerinden utanmama gibi iki özelliği yüzünden hor görülmese, anlaşılmaz bir şey olurdu.

Sigmund Freud,
Uygarlığın Huzursuzluğu
Çeviren: Haluk Barışcan
METİS YAYINLARI Ötekini Dinlemek 5