Freud’un Görüşleri ve Günümüz Toplumlarında Mutluluğun Kurban Edilişi

Uygarlığın Kurbanı: Bireysel Mutluluk Karşısında Düzen

Freud, Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları adlı eserinde, uygarlığın bireysel mutluluğu feda ederek toplumsal düzeni sağladığını savunur. Ona göre, insanın temel içgüdüleri—cinsellik (Eros) ve saldırganlık (Thanatos)—uygarlığın ahlaki, hukuki ve kültürel normlarıyla bastırılır. Bu bastırma, kaosu önlemek ve toplumu bir arada tutmak için gereklidir; ancak bireyin özgürce arzu peşinde koşma, haz alma ve hatta agresif dürtülerini dışa vurma hakkını elinden alır. Uygarlık, bireyi bir “sosyal sözleşme”ye zorlar: Mutluluğun bir kısmını feda et, karşılığında güvenlik ve istikrar al. Bu, kuramsal olarak uygarlığın temel çelişkisini oluşturur; insan, kendi doğasını inkar ederek “uygar” bir varlık haline gelir, ancak bu süreçte bir bedel öder: mutsuzluk, kaygı ve huzursuzluk.

Mutluluğun Bastırılışı ve Bilinçdışının Çığlığı

Freud’un psişik perspektifinden bakıldığında, uygarlığın bireysel mutluluğu feda etmesi, bilinçdışında derin bir çatışma yaratır. Bastırılan içgüdüler—özellikle cinsellik ve saldırganlık—bilinçdışına itilir ve burada birikir. Bu birikim, nevrozlar, depresyon ve kaygı bozuklukları gibi psişik rahatsızlıklar olarak ortaya çıkar. Günümüz toplumlarında bu huzursuzluk, aşırı çalışma, sosyal medya bağımlılığı ve tüketim kültürünün dayattığı sahte hazlarla daha da belirginleşir. İnsanlar, mutluluğu maddi başarı veya toplumsal onayda ararken, kendi özsel arzularından kopar. Freud’un bu görüşü, modern bireyin psişik dünyasında yankılanır: Teknolojik ilerlemeler ve refah artarken, birey hala bir iç boşluk, bir “huzursuzluk” hissiyle boğuşur. Bu, uygarlığın psişik despotizminin kanıtıdır; mutluluk, düzenin gölgesinde kurban edilir.

Düzenin Dayattığı Sahte Özgürlük

Freud’un uygarlık eleştirisi, günümüz toplumlarında çarpıcı bir geçerlilik taşır. Modern devletler, bireysel özgürlükleri yüceltirken, aslında katı düzen mekanizmalarıyla bireyin içgüdülerini kontrol eder. Kapitalist sistemler, bireyin arzusunu tüketimle, agresyonunu ise rekabetle kanalize eder. Sosyal medya platformları, bireyin kendini ifade etme arzusunu sömürürken, aynı zamanda onu algoritmik bir hapishaneye zincirler. Freud’un gözünden, bu bir politik psikolojik manipülasyondur: Birey, özgür olduğunu sanır, ancak gerçekte arzuları sistem tarafından yeniden şekillendirilir ve uygarlığın çıkarlarına hizmet eder. Günümüzün “özgürlük” söylemi, Freud’un distopik vizyonunu doğrular; birey, mutluluğunu feda ederken, bu fedakarlığın “kendi iyiliği için” olduğuna inandırılır.

Mutluluğun Sistemli Yitimi

Freud’un uygarlık analizi, günümüz toplumlarını bir distopya merceğinden okumaya olanak tanır. Modern toplumlar, bireyin mutluluğunu teknoloji, tüketim ve sahte başarı vaatleriyle gölgeler. Örneğin, iş yaşamındaki “hustle kültürü”, bireyin kendi arzularını ertelemesini ve üretkenlik adına kendini tüketmesini yüceltir. Freud’un huzursuzluk kavramı, bu bağlamda günümüz insanının bitmeyen tatminsizliğini açıklar: Daha fazla konfor, daha fazla bağlantı ve daha fazla seçenek sunulurken, birey hala yalnızlık, anlamsızlık ve kaygı içinde debelenir. Uygarlık, bireyi bir makine gibi optimize etmeye çalışır, ancak bu süreçte insanın özünü—mutluluk arayışını—yok eder. Bu, modern dünyanın distopik ironisidir: Teknolojik bir cennette yaşıyoruz, ancak ruhumuz bir hapishanede.

Mutluluğun Yeniden Keşfi Mümkün mü?

Freud, bireysel mutluluğun tam anlamıyla özgür olduğu bir toplumun mümkün olup olmadığını sorgular ve bu soruya şüpheyle yaklaşır. Ütopik bir toplum, içgüdülerin serbest bırakıldığı bir dünya hayal etse de, Freud bu özgürlüğün kaosa yol açacağını savunur. Günümüz toplumlarında bu ütopik özlem, bireylerin “otantik” bir yaşam arayışında kendini gösterir: Minimalizm, doğaya dönüş hareketleri veya manevi arayışlar, uygarlığın baskısından kaçma çabalarıdır. Ancak bu çabalar, genellikle sistem tarafından yeniden paketlenip bir tüketim ürününe dönüştürülür. Freud’un uyarısı burada da geçerlidir: Uygarlık, bireyin mutluluk arayışını bile kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde manipüle eder. Ütopik bir özgürlük hayali, belki de sadece bir yanılsamadır.

Mutluluğun Kurban Edilişindeki Çelişki

Freud’un ahlaki eleştirisi, uygarlığın bireysel mutluluğu feda ederken kullandığı ahlaki normların ikiyüzlülüğünü hedef alır. Günümüz toplumlarında bu ikiyüzlülük, “iyi bir vatandaş” veya “başarılı birey” olmanın ahlaki bir zorunluluk gibi sunulmasında görülür. Toplum, bireye çalışmayı, üretmeyi ve kurallara uymayı bir erdem olarak dayatır; ancak bu süreçte bireyin kendi arzularını, hazlarını ve hatta ruhsal sağlığını feda etmesi beklenir. Örneğin, sosyal medyada “mükemmel hayat” imgeleri, bireyi sahte bir mutluluk idealine zorlar. Freud’un provokatif sorusu şudur: Bu ahlaki düzen, gerçekten bireyin iyiliğini mi hedefler, yoksa sadece uygarlığın makinesini mi yağlar? Günümüz toplumları, bu soruya rahatsız edici bir yanıt verir: Mutluluk, düzenin sürdürülebilirliği için bir pazarlık kozudur.

Günümüzün Huzursuz Mirası

Freud’un uygarlığın bireysel mutluluğu feda ettiği görüşü, günümüz toplumlarında hem kuramsal hem de pratik olarak geçerliliğini korur. Modern dünya, bireyin içgüdülerini bastırmak için daha sofistike araçlar geliştirmiştir: algoritmalar, tüketim kültürü ve sürekli gözetim. Bu, bireyin psişik, politik ve ahlaki dünyasında derin bir huzursuzluk yaratır. Freud’un distopik vizyonu, günümüz insanının tatminsizliğini ve kaygısını açıklarken, ütopik bir çıkışın imkansızlığına işaret eder. Mutluluğumuzu feda ettiğimiz bu uygarlık, gerçekten yaşamaya değer mi? Yoksa, insanlık olarak kendi doğamıza karşı savaşarak kendi mezarımızı mı kazıyoruz?