FRIEDRICH NİETZSCHE Felsefesi

FRIEDRICH NİETZSCHE

I. Nietzsche’nin Ataları

Nietzsche, Darwin’in çocuğu, Bismarck’ın kardeşiydi. İngiliz evrimcileriyle, Alman milliyetçilerini gülünç duruma düşürmüş olması önemli değildir. Etkisi altında kaldığı kişileri yermek âdetiydi. Borcunu bilinçdışı yolla böyle ödemiş oluyordu.

Spencer’in ahlâk felsefesi, evrim kuramının gerekli sonucu değildir. Hayat, sonunda, kendisine en uygun olanın sağ kalacağı bir mücadeleyse, kuvvet en son erdem, zayıflıksa biricik kusur demekti. ‘İyi’ olan, sağ kalıp kazanandı. ‘Kötü’ ise, ölüp giden, yenilgiye uğrayandı. Victoria Çağı ortalarındaki İngiliz Darwin’cilerinin korkaklığıyle, Fransız pozitivistlerinin ve Alman sosyalistlerinin burjuva ahlâkı, ancak bu sonucun kaçınılmazlığını örtbas edebilmişti. Bu adamlar, Hıristiyan dinbilimini kabul etmeyecek gözü pekliğe sahiptiler. Ama mantıklarını kullanıp ahlâk fikirlerine, dinbilimden türemiş olan alçak gönüllülüğe, kibarlığa, yardımseverliğe tapmaya karşı çıkmayı göze alamamışlardı. Anglikan, Katolik ya da Luther’ci olmayı bırakmışlar, yine de Hıristiyan olmaktan vazgeçmemişlerdi. Friedrich Nietzsche böyle düşünüyordu:

“Voltaire’den Auguste Comte’a kadar, Fransız serbest düşünürlerinin gizli uyarısı, Hıristiyan idealinin yanında yaya kalmayacak, mümkün olduğu kadar daha ileriye gidecekti. Comte; “Başkaları için yaşayın” derken, Hıristiyandan çok Hıristiyan oluyordu. Eylemin ilkesi olarak, yakınlık duyma, acıma ve başkalarını düşünme kuramını, Almanya’da Schopenhauer, İngiltere’de John Stuart Mill tanıtmıştı. Bütün toplumculuk sistemlerinin, temeli bu öğretilerin ortak zemini idi. Bu ise kendiliğinden meydana gelmişti.”

Ansiklopedicilerin eserini tamamladığından haberi yoktu Darwin’in: Çağdaş ahlâkın dinbilimsel temeli yıkılmış, ama ahlâkın kendisine dokunulmamıştı. Askıda kalmıştı ahlâk. Yalanın bu geri kalan yanını yok etmek için de, biyoloji melteminin esmesi gerekti. Kafalı kişiler, her çağın uyanık zekâları tarafından bilinen gerçeğin farkına varmakta gecikmediler. Hayat dediğimiz mücadelede bize gereken şey iyilik değil, kuvvetli olmaktı. Alçak gönüllülük değil, gururdu; başkalarını düşünme değil, şaşmaz bir zekâ idi. Eşitlik ve demokrasi, doğal seçime ve sağ kalışa aykırıydı. Evrimin amacı yığınlar değil, dehâlardı. Bütün anlaşmazlıkların ve alın yazılarının hakemi “adâlet” değil, iktidardı. Friedrich Nietzsche böyle düşünüyordu.

Bütün bu sözler doğru olsalardı, Bismarck’dan daha olağanüstü, daha anlamlı kimse bulunamazdı. Bismarck, hayatın gerçeklerini biliyordu. “Uluslar yalnızca kendi çıkarlarını düşünür,” demişti. Çağdaş sorunların da, oyla ya da hatiplikle değil, kanla ve silâhla çözümleneceğine inanıyordu. Hayâllerle, demokrasiyle, “ideallerle” bozulmuş bir Avrupa için ne kadar büyük, silip süpürücü bir kasırgaydı bu. Birkaç ay içinde, yıkılmakta olan Avusturya’ya önderliğini kabul ettirmişti. Birkaç ay içinde, Napolyon efsânesiyle sarhoş Fransa’nın yelkenlerini suya indirmişti ve yine birkaç ay içinde, bütün şu küçük Alman “devletlerini,” bütün şu ufak krallıkları, prenslikleri ve iktidarları, yeni kuvvet ahlâkının sembolü olacak yüce bir imparatorluk hâlinde biraraya gelmeye zorlamamış mıydı? Bu yeni Almanya’nın, gittikçe artan askerî ve sınaî gücünü yansıtacak bir ses gerekti. Savaşa karar vermeyi doğrulayacak bir felsefe gerekti. Hıristiyanlık doğrulayamazdı bunu. Darwincilikse, doğruluyabilirdi. Biraz yiğitlik yeterdi.

Nietzsche yiğitti, aranan ses de onun sesi oldu.

II. Gençliği

Nietzsche’nin babası rahipti. Ana tarafı da, baba tarafı da, kaç göbek rahip yetiştirmişti. Kendisi de son nefesine kadar bir vaızcı kalmıştır. Hıristiyanlığa saldırmasının nedeni, kendisinde de Hıristiyanlık rûh ve ahlâkının var oluşuydu. Felsefesi kibarlığa, acımaya ve barışa olan eğilimini ılımlaştırmak ve dengelemek için karşıt bir davranıştı. Cenovalılar ona, II Santo (aziz) diyerek en son hareketi yapmışlardı. Annesi, İmmanuel Kant’ınki gibi, sofu bir hanımdı. Nietzsche de, kötü bir ayrıcalık, sonuna kadar sofu ve iffetli kalmıştı. Sofuluğa saldırısı da bundandı belki. Bu iflâh olmaz aziz, ne kadar da çok günahkâr olmaya heves ediyordu!

Nietzsche 15 ekim 1844’te, Prusya’nın Röcken şehrinde doğdu. Doğum tarihi, tahttaki IV. Frederick William’ın doğum günüyle aynıydı. Krallık ailesinin birçok üyesine öğretmenlik yapmış olan babası, vatanseverlik belirtisi olarak, çocuğuna kralın adını koydu. “Hiç olmazsa, doğum günümün seçilmesinde bir isabet vardı, doğum günüm, çocukluğum boyunca hep bir bayram havası içinde geçti.”

Babasının erken ölümü, onu evdeki sofu kadınların kurbanı yaptı. Bu hanımlar, onu kadınsı bir incelik ve duyarlık içinde yetiştirdiler. Kuş yuvalarını bozan, bahçeleri yağma eden, askercilik oynayan, yalan söyleyen çocukları sevmiyordu. Okul arkadaşları, ona “küçük rahip” diye ad takmışlardı. İçlerinden biri de “Tapınaktaki İsa” demişti onun için. Sessizce bir köşeye çekilip Kutsal Kitap’ı okumak, en büyük zevkiydi. Başkalarına okuduğu zamanlarsa, dinleyicilerinin gözlerinden yaşlar akıtıyordu. Gizli, sinirli bir stoacılığı ve gururu vardı: Mutius Scaevola’nın hikâyesine inanmadığını söyleyen okul arkadaşlarının karşısına geçip, avcu içinde bir deste kibriti yakmış, sönünceye kadar da elinden atmamıştı. Tipik bir olaydı bu: Kendini ideal bir erkek durumuna getirmek için, ömrünü, güçlenecek, sağlıklı olacak fiziksel yollar aramakla geçirmiştir. “Ben her ne değilsem, o Tanrı ve erdemdir işte.”

On sekizinde, Tanrı’ya olan inancını yitirdi. Hayatının geri kalan bölümünü yeni bir tanrı aramakla geçirecekti. Sonunda aradığını ‘Üstün İnsan’da bulduğunu sandı. “Bu değişikliğe kolay alıştım,” demişti sonradan. Ama kendini kolayca aldatmasını bilirdi. O yüzden, kendi hayatı hakkındaki sözlerine pek güvenilemez. Bütün parasını bir tek zar atışına bağlayıp da kaybeden biri gibi acı, alaycı olmuştu. Din, hayatının can damarıydı. Oysa, şimdi hayat boş ve anlamsız geliyordu ona. Bir ara Bonn’da ve Leipzig’de, kolejli sınıf arkadaşlarıyla cümbüşlere katıldı. Hattâ sigara ve içki içmek gibi erkekçe davranışlara uyabilmesini güçleştiren titizliğini bile yendi. Ama çok geçmeden şarap, kadın ve tütünden nefret etti. Vatanının ve çağının bira mutluluğuyle alay ediyordu. Bira ve pipo içen kimseler bir şeyi duru algılayamazlar, ince düşünemezlerdi.

Tam bu sıralarda, yani 1865’te, eline Schopenhauer’in “İstem ve Fikir Olarak Dünya” adlı kitabı geçti. “Bu kitap, içinde dünyayı, hayatı ve kendi yaratılışımı korkunç bir ihtişamla yansımış gördüğüm bir aynaydı,” diyordu. “Sanki Schopenhauer yalnızca benim için yazmıştı. Coşkusunu duyuyor, onu karşımda görür gibi oluyordum. Her satırda bir özgeçi, bir katlanış, bir boyun eğişten söz ediyordu.” Schopenhauer’in felsefesinin karamsarlığı, düşüncesini ömrü boyunca etkileyecekti. Yürekten mutsuz bir kişiydi, sinir sistemi sanki acı çekmesi için dikkatle plânlanmıştı. Tragedyayı hayatın kıvancı olarak yüceltmesi de, kendi kendini aldatmalarından biriydi. Ancak Spinoza ya da Goethe kurtarabilirdi onu. Temkinlilik (aequanimitas) ve Kader Aşkını (amor fati’yi) vazetmesine rağmen, uyguladığı yoktu. Bilgelik sükûneti ve dengeli zihin durgunluğu nedir bilmemişti.

Yirmi üç yaşında askere yazıldı. Miyop oluşu ve dul bir kadının tek oğlu olduğu için, askerlikten muaf tutulmak hoşuna gidecekti. Ama ordu yine de çağırdı onu. Sadowa ve Sedan’ın büyük günlerinde, top dolduracak filozoflara da gereksinme vardı. Bununla birlikte, attan düşerek göğüs kaslarını zedelediği için, kendisinden yararlanılamadı. Ömür boyunca bunun acısını çekecekti. Askerlik deneyi o kadar azdı ki, ordudan ayrıldığında, bu konu ile ilgili bilgisi, girdiği zamankinden farksızdı. Kumanda etmek, buyruk dinlemek, acılara katlanmak ve sıkı disiplin. Bu Sparta düzeni, her şeye rağmen, hayâlini okşuyordu ama, böyle düşünmesi de artık idealini gerçekleştirmek zorunda olmayışındandı. Askerliğe tapması, bozuk sağlığı yüzünden asker olamayacağı içindi.

Bunun üzerine, ters kutba yöneldi. Bir dinbilimcisinin akademik hayatını seçti. Savaşçı olacağına, profesör oldu. 25 yaşındayken, Basle Üniversitesinde klâsik filoloji kürsüsüne atandı. Güven altındaki bu uzaklığından, Bismarck’ın kanlı alaylarına hayran kalabilirdi. Oturduğu yerde çalışmak zorunda oluşuna, garip bir şekilde esef ediyordu. Kahramanlıkla ilgisi yoktu bunun. Bir yandan tıp gibi pratik ve faal bir meslek seçmiş olsaydım, diye düşünüyordu. Öte yandan müzikle etkileniyordu. Piyanistliği vardı, sonatlar bestelemişti. “Müziksiz hayat, yanlış bir şey olurdu” diyordu.

Basle yakınındaki Tribschen’de, müzik devi Richard Wagner, başka birisinin karısıyle yaşamaktaydı. Wagner 1869’da gelip Noeli geçirsin diye, Nietzsche’yi çağırdı. Nietzsche geleceğin müziğine coşkuyla bakıyordu, Wagner’deki bilgin havası da hoşuna gidiyordu. Büyük bestecinin büyüsü altında, ilk kitabını yazmaya başladı. İlkin Yunan dramını işleyecekti. Sonu da ‘Nibelungların Halkası’ ile bitecekti. Sessizlik içinde, kalabalığın gürültüsünden uzak bir yerde yazmak için Alplere gitti. Oradayken 1870’de, Almanya ile Fransa’nın savaşa girdiğini öğrenince durakladı. Yunan rûhu ile bütün şiir, dram ve felsefe perileri ve müzik, kutsayan ellerini ona doğru uzatmıştı. Ama vatanının çağrısını duymazlıktan gelemiyordu. Burada da şiir vardı. “Karşımızda devlet var,” diyordu. “Başlangıcı insana utanç verici. Çünkü devlet, insanların çoğu için kurumak bilmeyen bir acı kuyusu, ikide bir buhranlara salarak onları tüketen bir alev. Ne var ki, çağırmaya görsün, rûhlarımız kendilerini unutuyor; kanlı çağrısına yığınlar koşa koşa gidiyor, kahraman oluyorlar.” Frankfurt’da cepheye giderken, gösterişli şakırtılarla şehirden geçen bir süvari birliği görmüştü. Bütün felsefesini yaratacak hayâlin ve görüntünün o an doğduğunu söylemektedir. “En güçlü ve en yüksek Hayat İstemi’nin, sefil bir var oluş mücadelesinde değil, Savaş İsteminde, Güç İsteminde, Yenmek İsteminde olduğunu duydum ilk defa.” Gözünün iyi görmemesi, cephede askerlik yapmasını engellemişti. Sağlık işlerinde çalışmakla yetinmek zorunda kaldı. Çevresinde savaşın dehşetini gördüyse de, kanın gövdeyi götürdüğü dövüş alanlarındaki vahşîliği gözleriyle görmedi. Çekingen rûhu, bunu sonradan yaşantı eksikliğinin verdiği hayâl yoğunluğuyla idealleştirecekti. Sağlık durumu, sıhhiye eri olarak iş görmek için bile, iyi değildi. Kan göremiyordu. Hastalandı, bitkin bir durumda evine gönderildi. O günden sonra Shelley’in sinirlerine ve Carlyle’ın midesine sahip olacaktı: Bir savaşçı zırhı altında genç bir kız rûhu.

III. Nietzsche İle Wagner

1872 yılı başlarında, ilk ve tam olarak bitirdiği tek kitabını yayımladı: ‘Müziğin Rûhundan Tragedyanın Doğuşu.’

Hiçbir dinbilimcisi böyle lirik bir eser vermemiştir. Yunan sanatının taptığı iki tanrıdan söz ediyordu: Hakkında yazdığı ilk tanrı, Diyonizos (ya da Baküs) idi. Diyonizos, cümbüş ve şarap tanrısıydı. Yükselen hayat, eylem durumundaki sevinç, sarhoşluk durumundaki heyecan ve ilham, içgüdü, mâcerâ, yılmadan acı çekme, şarkı müzik, raks ve dram tanrısıydı. Daha sonra Apollon geliyordu. Apollon sükûn, rahatlık, keyif, estetik heyecan ve felsefî düşünce ve olgunluk, mantıksal düzen, resim, heykel ve destan tanrısıydı. En soylu Yunan sanatı, iki idealin birleşmesinden meydana geliyordu. Diyonizos’un dizginlenemeyen erkeksi kuvvetiyle, Apollon’un sakin, kadınsı güzelliği. Dramda Diyonizos, koroyu; Apollon da, diyaloğu esinliyordu. Koro, Diyonizos’a bağlı keçi kılıklılar sürüsünden doğmuştu doğrudan doğruya. Diyalog, sonradan gelen bir düşünceydi, bir heyecan yaşantısının düşünceye yansıyan ekiydi.

1872’de Nietzsche, Basle’e döndü. Bedeni hâlâ zayıftı, ama içi tutkuyla yanıyordu. Ders verme sıkıntısı içinde kendini tüketmek istemiyordu. “Önümde elli yıllık iş var, boyunduruk altında zamanımı iyi harcamalıyım.” Savaş onu epey hayâl kırıklığına uğratmıştı: “Alman İmparatorluğu, Almanların rûhuna kaba bir kendini beğenmişlik vermişti. Ruhsal gelişim için bundan daha kötü engel olamazdı. Nietzsche’deki şeytanî bir nitelik, her put karşısında onu harekete getiriyordu.

“Mevsimsiz Düşünceler”de ateşini, vatanseverlikte bağnaz üniversiteye çevirdi. “Edinilen tecrübeye göre, devlet üniversitelerinde, kötü filozofları desteklemek alışkanlığı kadar, büyük filozofların gelişme yolunu tıkayan şey yoktur. Hiçbir devlet, Eflâtun ve Schopenhauer gibileri desteklemeyi göze alamaz. Devlet daima korkar onlardan.” “Eğitim Kuruluşlarımızın Geleceği” adlı denemesinde, yeniden saldırıya geçti. “Tarihin Faydası ve Kötüye Kullanılması”nda, Alman aklını, antikacı bilginliğin ayrıntıları içinde bozulmuş olduğunu söyleyerek, alaya alıyordu. Ana fikirlerinden ikisi, hemen dile getirilmiş bulunuyordu: Ahlâk da, dinbilim de evrim kuramının çerçevesi içinde, yeniden düzenlenmeliydi. Hayatın görevi, “bireyler olarak bakıldığında, en değersiz tipler olan çoğunluğu yükseltmek değil, dâhiyi yaratmaktır,” üstün kişiliklerin geliştirilmesi ve yükseltilmesidir, diyordu.

Bu denemeler arasında en coşkun olanı, “Richard Wagner, Bayreuth’da” idi. Wagner’i, “ömründe korku nedir bilmeyen” Siegfried gibi selâmlıyordu. Wagner, biricik gerçek sanatın kurucusuydu. Çünkü bütün sanatları, büyük bir estetik sentez içinde kaynaştırıyordu. Almanya’yı, gelecek Wagner festivalinin muhteşem anlamının farkına varmaya çağırıyordu: “Bayreuth bizim için, savaş arifesinde yapılan dinsel törendi.” Genç bir tapınanın sesiydi bu, Wagner’de o erkek azmi ve cesâreti bulan ve sonradan kendisinde üstün insan kavramını uyandıracak olan şeyi gören, neredeyse kadınsı denecek ince bir rûhun sesiydi.

Wagner’de, soylu bir rûhu incitecek, bencillik olduğunu görüyordu. 1871’de Wagner’in Fransızlara saldırısına katlanamadı (Paris Tannhaüser’e iyi davranmamıştı!). Wagner’in, Brahms’ı kıskanmasına da şaşmıştı. Kendisi öven bu denemenin baş teması bile, Wagner’in geleceği için iyi şeyler söylemiyordu: “Dünya yeterince Doğulaştı. Halk şimdi Yunanlılaşmaya can atıyor” diyordu. Ama Nietzsche, Wagner’in soyunda Yahûdilik olduğunu biliyordu.

1876’da, Bayreuth işi başladı. Her gece aralıksız, Wagner Operası oynuyordu. Wagnerciler, imparatorlar, prensler, küçük prensler ve mirasyediler, züğürt operaseverlere yer bırakmıyordu. Nietzsche, Wagner’de ne kadar çok Geyer’lik olduğunun ansızın farkına vardı. ‘Nibelungen Halkası’nın sahne etkileri, buna yakından bağlıydı. Bazı kimselerin müzikte eksik gördüğü melos (ezgi), drama dönüşmüştü. “Senfoni’nin kapladığı bir dram görüntüsü, zihninde sık sık canlanıyordu, Lied’den (şarkı’dan) türeyen bir biçim. Ama operadaki yabancı öğe, Wagner’i karşı koyamayacağı bir biçimde ters yöne çekiyordu.” Nietzsche onun yönünden gidemezdi. Dramatik ve operatik olandan nefret ediyordu. “Burada kalırsam, çıldıracağım,” diye yazıyordu. “Şu sonu gelmek bilmeyen müzik akşamlarını beklerken, dehşet duyuyorum… Dayanamıyorum artık.”

Böylece tek kelime yazıp bırakmadan, bütün dünyanın taptığı Wagner’in büyük zaferinin şenliği içinde, ondan kaçtı: “Şu romantiklikteki kadınsılıktan, başıboş şiirden, şu idealist yalanlarından, burada en yiğit rûhlardan birini avucu içine alan şu insan vicdanının yumuşaklığından iğrenerek” kaçtı. Derken uzakta, tâ Sorrento’da, bir rastlantı onu Wagner ile yeniden karşılaştırdı. Büyük müzikçi, zafer yorgunluğunu dinlendiriyor ve ‘Parsifal’ diye yeni bir opera yazıyordu. Bu arada Hıristiyanlık, acıma, platonik sevgi konuları işleniyordu ve dünya “sırılsıklam bir budala,” “İsa budalası” tarafından kurtarılıyordu. Nietzsche tek söz söylemeden sırtını çevirdi. Bir daha da Wagner ile konuşmadı. “İnsan kendine karşı açık sözlülükle ve içtenlikle davranmadıkça, büyüklük diye bir şey kabul edemem. Bu davranışla nerede karşılaşırsam karşılaşayım, bir insanın başarıları, gözünden siliniyor.” Baş kaldıran Siegfried’i, Aziz Parsifal’e tercih ediyor ve Hıristiyanlıkta, dinbilimsel kusurlarından daha ağır basan ahlâksal bir değer ve güzellik görmesi Wagner’e bağışlayamıyordu. Wagner Davası’nda sinir buhranı içinde sağına soluna saldırıyordu:

“Wagner, bütün nihilistik Buddhist içgüdülerini göklere çıkarıyor ve müziği ardında gizliyor. Hıristiyanlığın, her biçimini, her türlü din biçimini ve rûhsal bozuluşu övüyor. Richard Wagner, durup dururken Kutsal Haç’ın önünde yıkılıveren, eli ayağı tutmayan, çaresiz kalmış bir romantik. Vicdanında acıma duygusu olan, bu korkunç görüntü karşısında ağlayacak. Gözü olup da gören tek Alman yok muydu? Bir ben miyim acısını çeken? Üstelik, vaktiyle en tutkun Wagnercilerden biriydim… Ben de Wagner gibi bu çağın çocuğuyum, yani rûhu bozulmuşlardanım. Ama ben durumumun farkına vardım. Kendimi ona karşı savundum.”

Nietzsche, sandığından çok daha fazla “Apollon”cuydu: İnce, kibar, nazik olanı seviyordu. Onda ne Diyonizos’un o vahşî gücü, ne de şarap, şarkı ve aşk duygusu vardı. “Kardeşinizin kibarlık havası, insanı alabildiğine tedirgin ediyor,” diyordu Wagner, Frau Förster – Nietzsche’ye. “Bazen yaptığım şakalar karşısında ne yapacağını bilemiyor, o zaman ben de inadına daha beterini yapıyorum.” Nietzsche’de, büyük çapta Eflâtunculuk vardı. Sanatın insanları yumuşatacağını sanıyordu. Kendisi yumuşak huylu olduğundan, bütün dünyayı da kendi gibi sanıyordu. Sofu bir Hıristiyan olacak kadar tehlikeli bir yakınlığı vardı Hıristiyanlığa. Bu nazik profesörü, yeterince tatmin edecek kadar savaş olmamıştı.

Yine de kendi başına olduğu sakin zamanlarında, Wagner’in de kendisi kadar haklı olduğunu, Parsifal’in nazikliğinin, Siegfried’in gücü kadar gerekli olduğunu ve bu amansız karşıtlıkların, kozmik bir anlamda sağlıklı, yaratıcı bir bütün hâline geldiğini biliyordu. Onu; hayatının en değerli ve en verimli yaşantısı olan adama hâlâ sessizce bağlı tutan bu “yıldızları barışmış dostluğu”nu düşünmekten hoşlanıyordu. Son anlarındaki cinneti sırasında, zihni bir an durulaştığında, nicedir ölmüş bulunan Wagner’in resmini görünce “Onu çok seviyordum,” demişti.

IV. Zerdüşt

Simdi de sanattan, bilime ve “hiçbir zorbalığın nüfuz edemeyeceği barınak” olan felsefeye döndü. Spinoza gibi o da tutkularına, onları inceleyerek hâkim olmaya çalıştı: “Bize gereken şey, heyecanların kimyasıdır.” Böylece, bundan sonra yazacağı kitap “İnsanca, Aşırı İnanca”da (1878-80) psikolog oldu ve bir cerrahın insansızlığıyla, en ince duyguları ve en benimsenen inançları incelemeye başladı. Hem de kitabını, aleyhinde söylenenlere kulak asmadan, bütün kahramanlığıyle adı kötüye çıkmış Voltaire’e adadı.

Derken 1879’da henüz gençken, maddî mânevî bir çöküntü içinde olduğunu duydu. Ölümün eşiğindeydi sanki. Ve yiğitçe hazırlanmıştı bu sona: “Söz ver bana,” diyordu kız kardeşine; “ben ölünce, tabutumun başında dostlarımdan başka kimseyi bulundurmayacaksın. Meraklı kalabalıktan uzak tutacaksın beni. İster rahip olsun, ister başka biri, ben savunmasız kalmışken, mezarımın başında yalanlar söyleyecek kimseleri bulundurmayacaksın. Mezarıma özü sözü doğru bir dinsiz gibi ineyim.” Ama iyileşti. Cenaze töreninin de ertelenmesi gerekmişti. Bu hastalık, onda sağlıklı olma, güneş, hayat, kahkaha, raks ve ‘Carmen’in “güney müziği” tutkusunu uyandırdı. Aynı zamanda, ölümle savaşmaktan doğan daha güçlü bir istem kazanmıştı. Spinoza’nın doğal sınırlara ve insanın alın yazısına sevinçle katlanışı gibi, o da aynı çizgiye yükselmek için büyük çaba gösterdi. “Benim büyüklük formülüm Amor Fati’dir (kader aşkıdır); yalnız her gerekliliğe katlanmak değil, aynı zamanda onu sevmek;” diyordu. Ne var ki, bunu söylemesi yapmaktan kolaydı.

Daha sonraki kitaplarının adı ‘Sabah Kızıllığı’ (1881) ve ‘Kıvançlı Bilgelik’ (1882), şükreden bir iyileşme dönemini yansıtır. Bu kitaplarda, daha sonra vereceklerinden daha kibar ve nazik bir dil kullanmaktaydı. Bir yıldan bu yana durgun günler geçirmişti. Üniversitenin verdiği maaşla yalın bir hayat sürüyordu. Gururlu filozof bir ara yumuşamış, bu ince zayıflığın kurbanı bile olmuştu: Âşıktı. Ama sevdiği Lou Salomé, aşkına karşılık göstermemişti. Nietzsche’de, insana rahatlık vermeyecek keskin bir göz ve derin bir bakış vardı. Paul Rèe daha az tehlikeli biriydi. Bunun üzerine Nietzsche umutsuzluk içinde çekip gitti. Giderayak da kadınlar için özdeyişler savuruyordu. Gerçekte safdildi, hevesle doluydu, romantikti, yalın denecek derecede yumuşaktı. Yumuşaklığa karşı savaşı da, onu büyük hayâl kırıklığına uğratan ve hiçbir zaman iyileşmeyecek bir yara açan, o, erdemi içinden çekip atmak için yaptığı girişimdi.

Aradığı sesi bulamaz olmuştu: “İnsanlarla yaşamak güç, sesini çıkarmadan edemiyor insan.” İtalya’dan geçerek, Sils – – Maria Alplerinde, yukarı Engadine’ye gitti. Erkek kadın, herkesten nefrete diyordu. İşte, o yapyalnız yüksekliklerde en büyük kitabının ilhâmı geldi:

“Oturmuş bekliyordum orada, neyi? Hiçbir şeyi,

Tadına varıyordum, iyi ve kötü’nün ötesinde,

Bazen aydınlığın, bazen gölgenin;

Derken dostum, ansızın bir, ikileşti,

Ve yanımdan Zerdüşt geçti.”

“Rûhu yükselmiş, kabından taşmıştı.” Yeni bir öğretmen bulmuştu kendine: Zerdüşt. Yeni bir Tanrı – Üstün İnsan. Ve yeni bir din. İlhâmının ateşiyle, felsefesi şiire dönüşmüştü. “Bir türkü okuyabilirdim; okuyacağım da; boş bir evde de olsam, yalnız kendim için de olsa.” Ne büyük yalnızlık vardır bu sözlerde! “Ey büyük yıldız! Nice olurdu mutluluğun, aydınlattıkların olmasaydı eğer! Bak! Bilgeliğimden usandım artık, çok bal toplamış arılar gibi: Eller gerek bana, onu almaya uzanacak!” “Zerdüşt Böyle Dedi”yi yazdı (1883) ve “Richard Wagner’in Venedik’te, rûhunu teslim ettiği kutsal anlarda” bitirdi. Bu kitap, “Parsifal”e verilen muhteşem bir karşılıktı. Ne var ki, “Parsifal” ölmüştü.

Kitap, gerçekten Nietzsche’nin şâheseriydi. Kendi de bunu biliyordu. “Bu eserin özel bir yeri var,” diye yazıyordu sonradan. “Şairleri aynı solukta anmayalım; böylesine güçlü bir eser olmasa gerek… Bütün büyük rûhların canı ve iyiliği biraraya getirilseydi, ortaya çıkacak bütün, Zerdüşt’ün tek vaızını yaratamazdı.” Gerçi biraz abartma yok değil bunda! Ama yine de XIX. yüzyılın en büyük kitaplarından biridir. Nietzsche, kitabını bastırmak için epey güçlükle karşılaşmıştı. İlk bölümünün gecikmesinin nedeni, makinelerin 500.000 ilâhi kitabı basmakta oluşuydu. Ardından da bir sürü Yahûdi düşmanı broşürler basılacaktı. Yayınevi sahibi son bölümü hiç basmamaya karar verdi. Para getirmeyeceğini düşünüyordu. Böylece Nietzsche, kitabın bütünü basılabilsin diye, kendi cebinden ödemek zorunda kaldı. Ama ancak kırk kitap satılmış, yedisi armağan olarak dağıtılmıştı; birinden de teşekkür gelmişti yalnızca. Kimse övmüyordu. Nietzsche kadar yalnız kişi olmamıştır dünyada.

Zerdüşt otuz yaşına gelince, vaktini düşünmekle geçirdiği dağdan iner. Amacı, İranlıların Zerdüşt’ü gibi halka vaaz vermektir. Ama halk ona sırtını çevirir ve bir ip cambazını seyretmeye başlar. Derken, ip cambazı düşer ve ölür. Zerdüşt onu sırtına alıp oradan uzaklaşır. “Hayatını tehlikeye attığın için, seni kendi ellerimle gömeceğim,” der. “Tehlike içinde yaşa,” diye vaaz veriyordu. “Şehirlerinizi Vezüv’ün eteğinde kurun. Gemilerinizi, bugüne kadar kimsenin açılmadığı denizlere gönderin. Seferber olun hep.”

Zerdüşt dağdan inerken, ona Tanrı’dan söz eden bir ihtiyarla karşılaşır. Yalnız kaldığında, içinden şöyle der: ‘Nasıl olur, bu ihtiyar aziz ormanda yaşarken, Tanrı’nın öldüğünü nasıl duymamış olur?’ Elbette ölmüştü Tanrı, bütün tanrılar ölmüştü.

“Çünkü eski tanrılar nice önce öldüler. Doğrusu, iyi ve kıvançlı bir sondu bu, Tanrılar için!

Tan ağarırken oyalanarak ölmediler, nice söyleseler de bu yalanı! Tersine, bir zamanlar ölesiye gülmüşlerdi kahkahalarla!

Tanrı’nın kendisinin en zındıkça söz ettiği bir anda olmuştu bu: “Tek bir Tanrı vardır! Başka tanrılarla çıkmayacaksınız karşıma.”

Yaşlı, sakallı bir zalim Tanrı, kıskanç bir Tanrı, böylece unutuvermişti kendini. Ve bütün tanrılar katılasıya gülüp tir tir titrettiler oturdukları yeri ve bağırdılar: “Sofuluk, Tanrı yok, tanrılar vardır demek değil midir ki?”

Kulakları olanlar işitsin!

Böyle dedi Zerdüşt.”

Ne neşeli bir Tanrıtanımazlıktı bu! “Tanrıların olmayışı, sofuluk değil midir?” “Tanrılar olsaydı, ne yaratılabilirdi ki? Tanrılar olaydı, nasıl dayanabilirdim kendimin de Tanrı olmamasına? Demek ki, tanrılar yoktur.” “Benden daha sofu olmayan varsa, gidip kulak vereyim onun vaazlarına.” “Yalvarırım size kardeşlerim, toprağa bağlı kalın, sizlere doğaüstü umutlardan söz edenlere inanmayın. Zehirleyicidirler onlar. İster bilsinler, ister bilmesinler.” Nice dünkü baş kaldıranlar, hayat için gerekli bir uyuşturucu gibi sonunda bu tatlı zehire dönüyor. “Yüksek İnsanlar,” onun öğretisini vaazetmek ve kendilerini hazırlamak için Zerdüşt’ün mağarasında toplanırlar; Zerdüşt bir süre onları yalnız bırakır. Döndüğünde, “dünyayı kendi sûretinde yaratmış olan” (yani mümkün olduğu kadar saçma yaratmış olan) eşeğe, günlük sunmakta olduklarını görür. Pek ahlâksal bir davranış değilse de, metin şöyle devam eder:

“İyi ya da kötü bir şey yaratması gereken, doğrusu ilkin yok edici olmalı; değerleri paramparça etmeli.

Böylece en yüksek kötü, en yüksek iyiliğin bir parçası olur. Ama bu, yaratıcı iyiliktir.

Bunun üstüne konuşalım, nice kötü olsa bile, ey bilgeler bilgeleri. Susmak daha kötüdür; açıklanmayan gerçekler zehirler insanı sonradan.

Gerçeklerimizden dolayı bir şey patlayacaksa, patlasın varsın! Daha nice evler var kurulması gereken.

Böyle dedi Zerdüşt.”

Saygısızca bir iş mi bu? Ama Zerdüşt; “Kimse kimseye nasıl saygı gösterilmesi gerektiğini bilmiyor artık,” diye yakınıyor ve kendisi için “Tanrı’ya inanmayanların en sofusu” diyor. İnanca özlem duyuyor; kendisi gibi “büyük nefretin acısını çeken, Tanrı’nın ölmüş olduğunu ve henüz hiçbir Tanrı’nın beşikte ve kundakta olmadığını bilen kimseler için” acı duyuyor. Derken yeni bir Tanrı’nın adını açıklıyor:

“Öldü bütün tanrılar; şimdi artık üstün insan yaşasın, istemimiz…

Size üstün insanı öğretiyorum. İnsan aşılması gereken bir şeydir. Onu aşmak için ne yaptınız?..

İnsanda büyük olan şey, onun hedef değil, köprü oluşudur. İnsanın sevilecek yanı bir geçiş ve yıkım oluşudur.

Kendilerini mahvederek yaşamayı bilenleri severim ben, çünkü onlardır öteye gidenler.

Büyük nefret duyanları severim ben, çünkü onlardır gerçek tapanlar, öteki kıyının özlemini çeken onlardır.

Mahvolmak ve kurban edilmek için, yıldızların ötesinde bir neden aramayanları severim ben, toprak bir gün üstün insanın toprağı olsun diye, kendilerini toprağa kurban edenleri severim.

Hedefini belirleme zamanı gelmiştir insanın. En yüksek umudunun tohumunu dikmek zamanı gelmiştir insanın…

Deyin bana kardeşlerim, insanlığın hedefi yoksa, insanlık yok demek değil midir?

En uzak adama karşı duyduğunuz sevgi, komşunuza olan sevginizin üstündedir.”

Nietzsche her okurun, kendini üstün insan olarak düşüneceğini önceden görür gibi oluyor. Buna karşı tedbir almak için de üstün-insanın henüz doğmadığını söylüyor. Biz ancak onun öncüleri olabiliriz, onun yetişeceği toprak olabiliriz. “Yeteneğinizin ötesinde bir şey istemeyin. Yetinizin ötesinde erdemli olmayın. İmkâna zıt herhangi bir şey istemeyin kendinizden.” Yalnızca üstün insanın tanıyacağı mutluluk, bizim için değildir. En iyi hedefimiz çalışmaktır bizim. “Uzun bir süre mutluluğum için çabalamayı bıraktım. Şimdi işim için çabalıyorum yalnızca.”

Nietzsche Tanrı’yı kendi görüntüsünden yaratmış olmasından hoşnut değil; kendini ölümsüz yapmak zorunluluğunu duymaktadır. Üstün-insandan sonra, sonrasız tekrar gelmektedir. Her şey tekrarlanacak, en ince ayrıntısına kadar, sayısız defalarca. Nietzsche’de, kan, silâh ve pişmanlık Almanyası ve bilgisizlik çağından Zerdüşt’e kadar, insan zihninin bütün erdemleri de tekrar tekrar gelecektir. Korkunç bir öğreti. Evet deyiciliğin ve hayatın kabulünün en son ve güçlü biçimi. Nasıl olurdu bu? Gerçeğin mümkün olan türlü karışımları sınırlıdır, zaman sonsuzdur. Günün birinde ister istemez hayat ile madde, bir zamanki biçimlerine dönecektir ve bu alın yazısı da, yine bütün tarihin dolambaçlı yoluna yeniden dönecektir. Gerekircilik bizi böyle bir çıkmaza sokuyor işte. Zerdüşt’ün bu son dersini vermekten niye çekindiği anlaşılıyor. Korkuyor, titriyor, geri çekiliyordu. Derken bir ses geldi: “Ne düşünürsün kendini, ey Zerdüşt! De diyeceğini de, paramparça ol!”

V. Kahraman Ahlâkı

Zerdüşt, Nietzsche’nin İncili’ydi, ondan sonra yazacağı bütün kitaplar onun yorumlarıydı ancak. Avrupa, şiirini beğenmediyse, belki düzyazısını beğenirdi. Peygamberin türküsünden sonra, filozofun mantığı geliyordu. Varsın filozofun kendi, mantığa inanmasın; ne fark ederdi?

‘İyi ve Kötü’nün Ötesinde’ (1856) ve ‘Ahlâkın Kökbilimi’ (1857) adlı kitaplarında amacı, eski ahlâkı yıkıp üstün-insan ahlâkına yol açmaktı. Bir ara yeniden filolog oldu ve yeni ahlâkını, kusursuz olmayan etimolojilerle desteklemeye çalıştı. Alman dilinde ‘kötü’ anlamına gelen iki kelime vardır, diyordu: ‘Schlecht’ ve ‘böse’ ‘Schlecht’ üst sınıfların, aşağı sınıflar için kullandığı bir deyimdi ve bayağı, âdi anlamına geliyordu. ‘Böse’ aşağı sınıfların üst sınıflar için kullandığı bir deyimdi ve iyi bilinmeyen, düzensiz, ayarsız, tehlikeli, muzır, zalim anlamına geliyordu. Napolyon ‘böse’ idi. Basit kimseler, bölücü bir güç gibi gördükleri, ayrıcalıklı bireyden korkuyorlardı. “Büyük adam halkın başına belâdır” diyen bir Çin atasözü vardır. Aynı biçimde ‘schlecht’ ile ‘böse’nin karşıtı ‘gut’un yani iyinin de iki anlamı vardı: Aristokratlar kullandı mı kuvvetli, cesur, güçlü, savaşçı, Tanrısal (gut, Tanrı demek olan Gott’dan geliyordu); halk kullandı mı da bilinen, sakin, zararsız, merhametli anlamına geliyordu.

Demek insan davranışının iki çelişken değerlendirmesi vardı, iki ahlâksal görüş ve ölçü: Biri ‘Herren – moral = Efendiler ahlâkı,’ öteki ‘Herden – moral = Sürü ahlâkı’ydı. Birincisi, özellikle Romalılar zamanında, klsik antikite çağında benimsenmiş düzendi. Normal Romalı için bile erdem, erkeklik, cesâret, girişim, kahramanlıktı. Ama Asya’dan, özellikle de siyâsal boyunduruk altındaki Yahûdilerden, öteki düzen gelmişti. Boyunduruk altında kalma, alçak gönüllülük doğurur. Çaresizlik, başkalarını düşündürtür insana; ki bu bir çeşit yardıma çağrıdır. Bu sürü ahlâkı altında, tehlike ve güç aşkı, güven ve barış aşkına yol açar. Kuvvetin yerini, kurnazlık, açıktan açığa düşmanlığın yerini gizli öç, sertliğin yerini acıma, girişimin yerini taklit, onur ve gururun yerini vicdan kamçısı aldı. Onur, puta tapanlarda, Romalılarda, feodalite zamanında, aristokraside vardı. Vicdan, Yahûdilikte, Hıristiyanlıkta, burjuvazide, demokraside vardır. Boyunduruk altındaki bir sınıfın görüşünü, neredeyse evrensel bir ahlâk durumuna getiren, Amos’tan İsa’ya kadar peygamberlerin hatipliğiydi. “Dünya” ile “beden” kötü ve eşanlamlı oldu. Yoksulluk da erdemin bir kanıtıydı.

Bu değerlendirmeyi, İsa en yüksek noktasına yüceltti: Ona göre herkes eşit değerdeydi, eşit hakları vardı. Onun öğretisinden demokrasi, faydacılık ve toplumculuk çıktı. İlerleme, bu halk çizgisindeki felsefelerle dile getiriliyordu. Eşitleme ve bayağılaşmanın ilerlemesi, rûhu bozulan ve çökmekte olan bir hayatla ifâde ediliyordu. Bu çöküşün en son aşaması acıma, fedakârlık, suçluları duygusal yolla avutma ve “bir toplumun, zehirlerini bedeninden atma yeteneği olmayışıydı.” Sempati etkin bir şeyse, meşrûdur; ama acıma zihni felce uğratan bir lükstür; rûhu, düzeltilmesi imkânsız derecede bozulmuş kimseler için, acemî, kusurlu, kötü, kabahati kendinde olan hasta ve iflâh olmaz suçlular için bir duygu harcamasıdır. Acımada bir nezaket eksikliği, başkalarının işine burnunu sokma vardır. “Hasta ziyaretine gitme,” komşumuzun yardıma muhtaç durumunu seyrederek varılan bir üstünlük orgazmıdır.

Bütün bu ahlâkın arkasında gizli bir iktidar istemi vardır. Aşkın kendi, yalnızca bir şeye sahip olma isteğidir. Kur yapma bir mücadele, çiftleşmeyse sahip olmaktır: Don José’nin Carmen’i öldürmesinin nedeni, onun bir başkasının ‘malı’ olmasını önlemek içindir. “İnsanlar, aşklarında bencil olmadıklarını sanırlar. Çünkü çoğu defa, kendisininkine karşıt olan başka birinin yararına çalıştıklarını düşünürler. Ama bunu gerçekleştirmek için, öteki kimseye sahip olmak isterler. “Aşk, duygular arasında en bencil olanıdır. Dolayısıyle de incindi mi, en az cömert olur.” Gerçek aşkında bile, ona sahip olma isteği sözkonusudur. Belki de ona ilk sahip olmak, onu el değmemiş olarak bulmak isteğidir. Alçak gönüllülük iktidar isteminin koruyucu boyasıdır.

Bu iktidar tutkusuna karşı akıl ve ahlâk çaresiz kalır. Bunlar onun elinde silâhtır, oyununa gelenlerdir. “Felsefe sistemleri, parlak seraplardır…” Gördüğümüz şey, ne zamandır aranan gerçek değil, kendi isteklerimizin yansımasıdır. “Filozoflar sanki, asıl fikirleri soğuk, katıksız ve Tanrısalca ilgisiz bir diyalektiği, kendi kendini geliştirme yoluyla, ortaya çıkarmış gibi kasılırlar. Oysa, genellikle gönüllerinin soyutlaşmış, incelmiş isteği olan önyargılı bir önerme, fikir ya da “teklif,” olaydan sonra aranan kanıtlarla savunulmaktadır.” Düşüncelerimizi belirleyen bu bilinçaltı istekleri, bu iktidar istemidir. “Zihin çalışmamız, çoğunluk bilinçdışında yer alır ve biz farkında olmayız. Bilinçli düşünme, en zayıf olanıdır.” İçgüdü, iktidar isteminin dolaysız çalışması olduğu ve bilinç tarafından tedirgin edilmediği için, zekânın herhangi bir biçiminden daha zekîdir. Doğrusu bilincin rolüne, saçma olarak aşırı değer verilmiştir. “Bilinç, ikinci derecede olan, neredeyse, ilgisiz, gereksiz bir şey gibi görülebilir. İleride kaybolması, yerini tam bir otomatlığın alması muhtemeldir.”

Güçlü insanlarda isteği, akıl örtüsü altında gizlemeye büyük bir eğilim görülmez. Demek ki, istedikleri açıktır: “İstiyorum” dediler mi her şey biter. Üstün rûhun bozulmamış gücünde, isteğin kendi kendini haklı çıkaran nedeni vardır. Vicdana, acımaya ve pişmanlığa yer yoktur orada. Ama günümüze kadar hüküm süren Yahûdilik, Hıristiyanlık ve demokrasi açısından, güçlüler bile artık kuvvetlerinden ve sağlıklarından utanmış, “bahâneler” aramaya başlamışlardır. Aristokratik erdemler ve değerler ölmeye yüz tutmuştur. “Avrupa yeni bir Budizmin tehdidi altındadır.” “Avrupa ahlâkı bütünüyle, sürü için yararlı değerler üstüne kurulmuştur.” Güçlülere, kuvvetlerini göstermeleri için meydan verilmemektedir. Onların da alabildiğince zayıflar gibi olmaları gerekmektedir; “iyilik; gücümüzün yetmediği şey için hiçbir şey yapmamaktır.” Güçlünün av avlamak, savaşmak, fethetmek, hükmetmek gibi içgüdüleri çıkış yolu tıkandığında, içe dönüp kendi kendini yok eder, insanı keşiş hayatına götürür, vicdanı tedirgin eder. “Çıkış yolu bulamayan bütün içgüdüler içe dönerler. İnsanı büyüyüp gelişen “içleşmesi”nden anladığım, budur: Burada, sonunda ‘rûh’ denecek olan şeyin ilk biçimi çıkıyor karşımıza.”

İnsanı bozan şey, sürüye ait erdemlerin baştakilere bulaşarak, onları da âdi çamur hâline getirip parçalamasıdır. “Ahlâk sistemleri, ‘rütbe dereceleri’ önünde eğilmeye zorlanmalıdır. Küstahlıklar vicdanlara geri itilmelidir ki, sonunda ‘biri için doğru olan, öteki için de uygundur’ demenin ahlâka aykırı olduğu anlaşılsın.”

“Güçlünün “kötü” erdemleri, zayıfın “iyi” erdemleri kadar toplum için gereklidir. Sertlik, şiddet, tehlike, savaş, iyi yüreklilik ve barış kadar değerlidir. Büyük bireyler, ancak tehlike, şiddet ve amansız zorunlulukta çıkar ortaya. İnsanın en iyi yanı istem kuvveti, tutkusunun gücü ve sürekliliğidir. Tutkusuz insan, cansızdır; elinden hiçbir şey gelmez. Açgözlülük, gıpta, hattâ nefret bile mücadele, seçim ve sağ kalma sürecindeki kaçınılmaz öğelerdir. Kötüyle iyi arasındaki ilişki, değişkenlikle kalıtım arasındaki, îcât ve deneyle alışkanlık arasındaki ilişkilerin aynıdır. Önceden var olan şeyleri ve düzen”i neredeyse cânîce yıkmadan gelişim olamaz. Kötünün iyiye dönüşme imkânı olmasaydı, ortadan kalkardı. Fazla iyi olmaktan kaçınalım: “İnsan daha iyi olmalı ve daha da kötü.”

Nietzsche, dünyada bu kadar çok kötülük ve zalimlik bulmakla avunuyor, “zulmün, ilkçağ adamının en büyük sevinci ve kıvancı” olduğunu düşünmekten, sadistik bir zevk duyuyor. Tragedyada ya da herhangi ulu bir şeyde duyduğumuz zevkin, incelmiş ve başkasının hesabına yapılan bir zalimlik olduğuna inanmaktı. “İnsan en zalim hayvandır,” diyor Zerdüşt. “Tragedyaları, boğa güreşlerini, çarmıha gerilmeleri seyrederken aldığı zevki, dünyada bugüne kadar başka hiçbir şeyden almamıştı.

Ahlâk en sonunda biyolojiye dayanır. Nesneleri hayata ilişkin değerlerine göre yargılamalıyız. “Bütün değerlerin” fizyolojik olarak yeniden değerlendirilmesi gerekecektir. Bir insanı, topluluğu ya da türü en iyi sınama aracı, onların enerjisi, yeteneği ve gücüdür. Bütün yüksek erdemleri yıkmasına rağmen, fiziksel olanın üstünde durması bakımından, XIX. yüzyılla biraz uzlaşabiliriz. Rûh, organizmanın bir görevidir. Beyindeki kanda bir damla fazlalık ya da eksiklik, insana Prometheus’un akbabadan çektiğinden daha büyük acı çektirir. Türlü besinler, zihni başka türlü etkiler: Pirinç, Budizme yarar, Alman metafiziği de biranın sonucudur. Böylece bir felsefenin gerçek ya da yalan oluşu, yükselen ya da alçalan hayatın ifâdesine, yüceltilişine göre değişir. Rûhu bozulmuş olanlar, “Hayatın değeri olmadığını” söylerler. “Benim değerim yok” deseler, daha iyi ederler.” İçindeki bütün kahraman erdemleri bozulmaya bırakıldığına göre, demokrasi de –yani büyük adamların hiç birine inanmamak yöntemi- her on yılda bir başka bir ulusu yıkıma götürürken, hayat niçin değsin yaşamaya?

“Avrupalı sürü adamı günümüzde öyle bir hava takınıyor ki, sanki yaşamasına izin verilen bu tek insan çeşidi, bütünüyle insana özgü erdemler olarak –ve onu kibar, dayanıklı ve sürüye yararlı yapacak olan- kamu rûhu, iyi yüreklilik, saygı, çalışkanlık, ılımlılık, alçak gönüllülük, hoşgörürlük ve insanlara yakınlık duymak gibi nitelikleri yüceltiyor. Başkanın ya da sürü başının, ille de gerektiği sanılan durumlarda kumandanların yerine, becerikli sürü adamlarını biraraya toplamak için, defalarca teşebbüs edilmektedir. Sözgelişi, bütün temsilcilik kuruluşlarının temeli budur. Bu sürü Avrupalıları için mutlakiyetçi bir başkanın çıkması, her şeye rağmen ne büyük nimetti, dayanılması imkânsızlaşan bir ağırlıktan ne büyük kurtuluştu. Bu konuda Napolyon’un çıkışının etkisi en büyük kanıttı. Napolyon’un etkisinin tarihi, bütün yüzyılın, en değerli bireylerinde ve dönemlerinde ulaştığı en yüksek mutluluktur hemen hemen.”

VI. Üstün-İnsan

Ahlâk nasıl iyi yüreklilikte değil de kuvvetteyse, insan çabasının amacı da, herkesi yükseltmek değil, daha iyi, daha kuvvetli bireyler geliştirmektir. “İnsanlık değildir amaç, üstün-insandır.” Aklı başında olan her adamın yapacağı en son şeydir, insanlığı geliştirmek. İnsanlık düzelmez, hattâ insanlık diye bir şey yoktur bile. Bir soyutlama işidir, bütün var olan. Bireylerden meydana gelmiş olan geniş bir karınca yığınıdır. Bütünün görünüşü, her çağda bazı şeylerin bazen kazandığı, çoğu şeylerin başarısızlıkla sonuçlandığı büyük bir deney atelyesine benziyor daha çok. Bütün deneylerin amacı da, yığının mutluluğu değil, tipin mükemmelleştirilmesidir. Yüksek tipler çıkmazsa, toplumlar varsın batsın, daha iyi. Toplum, bireyin gücünün ve kişiliğinin artması için bir araçtır.

Topluluk kendi başına bir amaç değildir. “Makineler ne işe yarar, bütün bireyler yalnızca onların bakımında kullanılacaksa? Makineler ya da toplumsal örgütler kendi başlarına amaç oldular mı, bu insanlık komedisi demektir.”

Nietzsche ilkin, yeni türlerin üretimini umut eder gibi konuşuyordu. Sonradan üstün-insanını, yığınların bayağılık çamurundan, tehlike ortasında yükselen üstün birey olarak düşünmeye başladı. Varoluşunu, doğal seçimin rastlantısına değil, insan tarafından bile bile dikkatli bir biçimde beslenmesine borçluydu. Çünkü biyolojik süreç, ayrıcalıklı bireye karşı önyargılıdır. Doğa en güzel eserine karşı en zalimce davranır. Daha çok bayağı olan, sıradan olanı sever ve korur. Doğa daima insanı belli bir tipe, yığının seviyesine indirmek ister. En iyi olana, çoğunluk hâkim olur daimâ. Üstün-insan ancak insan seçimiyle, soyun düzelmesini öngörmeyle, soylu eğitimle sağ kalabilir.

Yüksek bireylerin aşk uğruna evlenmeleri ne saçma şey! Hizmetçilerle evlenen kahramanlar, terzi kadınlarla evlenen dâhîler! Schopenhauer yanlış söylüyordu. Aşk, soyu düzeltmez. İnsan âşık oldu mu, bütün hayatını etkileyecek kararlar almasına bırakılmamalıdır. Bir insan aynı anda hem sevip hem de akıllı olamaz. Âşıkların birbirlerine verdikleri sözlerin geçersiz olduğunu açıklamamız ve aşkı evlilik için kanunî bir engel tanımamız gerekir. En iyi olan, ancak en iyi olanla evlenmelidir. Aşk aşağı tabakaya bırakılmalıdır. Evliliğin amacı yalnızca çocuk yapmak değildir, aynı zamanda onları geliştirmektir de.

“Gençsin, evlenmek, çoluk çocuk sahibi olmak istiyorsun. Ama sorarım sana: Çocuk istemeye cüret edecek adam mısın sen? Başarılı mısın? Benliğine hâkim olan mı, duyularına buyuran mı, erdemlerinin efendisi mi, yoksa isteğinin ardında hayvansı bir taraf ya da gereklilik mi var? Yoksa yalnızlık mı? Yoksa kendi kendinle çatışma mı? Çocuk, zaferin ve özgürlüğün özlemini duysun dilerdim. Zaferinin ve kurtuluşun üzerine canlı anıtlar dikeceksin. Kendinden öteyi kuracaksın. Ama ilkin bedenini ve rûhunu tam sağlamlaştırmalısın. Genişlemekle yetinmeyecek, derinleşeceksin. Evlilik: Var olandan daha üstününü yaratmak için, iki kişinin istemidir derim. Evliliği, böyle bir istemi isteyecek olanların birbirine saygısı olarak kabul ediyorum.

İyi bir doğum olmadan, soyluluk olamaz. Yalnızca akıl, kişiyi soylulaştırmaz. Tersine, aklı soylu yapacak bir şey gerektir hep. Nedir peki, gerek olan? Kan… (Burada rütbe anlamında, ‘Lord’ gibi sözler değil demek istediğim.)

Sağlam ana babadan iyi doğum oldu mu, üstün-insan formülündeki bundan sonra gelen şey, ciddî bir okuldur. Burada mükemmelleşme, tabiî, bir şekilde yer alacaktır. Övgüye bile yer verilmeyecektir. İnsanın rahatını sağlayacak şeyler az, sorumluluklar çok olacaktır. Burada bedene sessizce acıya katlanması, istem’e de buyruk dinleyip buyurması öğretilecektir. Özgürlük saçmalığı diye bir şey olmayacaktır. Hoşgörü ve “özgürlük” yüzünden maddî mânevî gevşeme olmayacaktır. Bununla birlikte insan bu okulda yürürken, kahkahalarla gülmeyi öğrenecektir. Filozoflar, gülebilme yeteneğine göre sıralanacaklardır. “En yüksek dağları bir adımda aşanlar, bütün tragedyalara gülerler.” Üstün-insanın bu eğitiminde ahlâkın sirkesi olmayacaktır. İstem sıkı bir düzene sokulacaktır, ama beden yerilmeyecektir. “Durmayın, raksedin güzel kızlar! Güzel ayak bilekli kızların düşmanı olarak, kötü gözle bakan oyun bozan yoktur karşınızda.” “Üstün-insan bile ayak bileklerinden hoşlanabilir.”

Böyle doğup büyüyen bir adam, iyi ve kötünün ötesindedir. Amacı gerektiriyorsa, ‘böse’ yani kötü olmaktan çekinmez. İyiden çok, korkusuz olur. “İyi nedir? Kahraman olmak iyidir.” “İyi nedir? İnsandaki iktidar duygusunu, iktidar istemini, iktidarın kendini arttıran şeydir. Schlecht, yani kötü nedir? Zayıflıktan gelen her şey.” Üstün-insan baskın belirtisi, amacı olduğu süre tehlike ve mücadele aşkıdır belki de. Her şeyden önce mutluluğu çoğunluğa bırakacaktır. “Zerdüşt uzun yolculuklara çıkanları, tehlikesiz yaşamayı sevmeyenleri severdi.”

Böylece çağımızda, nedenlerinin bayağı olmasına rağmen her türlü savaş iyidir. “İyi bir savaş her türlü nedeni iyi göğüsler.” Devrim bile iyidir; kendi başına değil ama. Çünkü yığınların hâkimiyeti kadar uğursuz bir şey olamaz. Devrimin iyi olmasının nedeni, mücadele anlarının ve fırsat bulamamış bireylerin gizli büyüklüğünü meydana çıkarmasıdır. Bu karışıklıktan, kendini gösterecek olan yıldız doğar. Fransız devriminin karmaşa ve saçmalığından Napolyon çıkmıştır. Rönesansın şiddet ve düzensizliğinden, Avrupa’nın o ana kadar görmediği sayısız güçlü birey çıkmıştır.

Enerji, akıl ve gurur… Bunlardır, üstün-insanı yapan. Ama bunların uyumlu hâle getirilmeleri gerekir. Tutkular; isteklerin karmaşasını, kişiliğin gücüne uyduran büyük bir amaç uğruna seçilip birleştirildiklerinde, büyük güçler hâline gelirler. “Bitkilerinin bahçıvanı olmayıp, toprağı olan düşünürlerin vay hallerine!” Dürtüleriyle hareket edenler kimlerdir? Zayıflar; dizginleme gücü nedir bilmezler çünkü. Hayır diyebilecek güç yoktur onlarda. Sürekli çatışma durumunda rûhu bozuk kişilerdir. İnsanın kendini disipline sokması budur işte. Ve en büyük şeydir. “Yığınlar içinde herhangi biri olmak istemeyen adam, kendine karşı rahat davranmayı bıraksın. Kişi, amacı için başkalarına, özellikle de kendine sert davranmalıdır: Dosta ihânet dışında, uğruna her şeyin yapılabileceği bir amaç gerek. Soyluluğun son örneği, üstün-insanın son formülü budur.”

Ancak böyle bir insanı emeklerimizin hedefi ve ödülü olarak görerek, hayatı sevebilir ve yükseğe tırmanabilir, derinine yaşayabiliriz. “Öyle bir amacımız olmalı ki, onun uğruna birbirimizi sevelim.” Ya kendimiz büyük olalım ya da büyük olanın uşağı ve âleti olalım. Ne hoş bir görünümdü o milyonlarca Avrupalı, Bonaparte’ın amacına araç olup, onun adını seve seve anarak düşüp öldüklerinde! Belki aramızda anlayanlar, seviyesine ulaşamadığımız o kişinin, peygamberleri olabilir ve gelmesi için yolunu hazırlayabilir. Bizler, ülkeler ve zamanlarla ilgimiz olmadan, birbirimizden nice farklı olsak da, bu amaç için birleşebiliriz. Zerdüşt bu gizli yardımcıların, bu üstün-insanı sevenlerin seslerini duyabilse, acı da çekiyor olsa, kendi türküsünü söyler. “Siz bugünün yalnızları! Siz ayrı duranlar! Bir gün gelecek, birleşip bir ulus meydana getireceksiniz. Kendi kendinizi seçtiğiniz sizlerden seçkin bir ulus doğacaktır. Bu ulustan da üstün-insan çıkacak.”

VII. Rûhsal Bozuluş

Böylece, üstün-insana giden yol, aristokrasiden geçmektedir. Demokrasi çok geçmeden ortadan kaldırılmalıdır. Burada ilk adım, yüksek insanlar sözkonusu olduğunda, Hıristiyanlığı ortadan kaldırmaktır. İsa’nın zaferi demokrasinin başlangıcıydı. “İlk Hıristiyan, bütün ayrıcalıklı şeylere karşı, tâ en derindeki içgüdülerinden baş kaldırandı.” ‘Eşit haklar’ için yorulmadan didindi durdu. Çağımızda olsaydı, Sibirya’ya sürülmüştü şimdi. “Aranızda en büyük olan, uşağınız olsun.” Bu bütün siyâsal bilgeliğin, akıl sağlamlığının tersine dönüşüdür. İnsan İncil’i okurken bir Rus romanının havasını soluyormuş gibi oluyor. İnciller Dostoyevski’den çalma gibidir. Ancak aşağı kimselerde bu gibi kavramlar kök salabilirdi ve bu da ancak hakanları bozulmuş, hükmetmeyi bırakmış olan bir çağda geçebilirdi. “Neron ile Caracalla tahttayken, en basit adam, en yüksektekinden daha değerliymiş gibi bir çelişme çıkmıştı ortaya.”

Avrupa’nın Hıristiyanlık tarafından fethi, eski aristokrasinin sonuydu. Avrupa’nın Töton savaşçı baronları tarafından istilâsı da, eski erkeksi erdemlerin yeniden ortaya çıkmasına ve çağdaş aristokrasilerin köklerinin atılmasına yol açmıştı. Bu adamların sırtında “ahlâk” denen şeyin ağırlığı yoktur. Her türlü toplumsal sınırlamadan uzaktılar. “Adam öldürme, kundakçılık, ırza geçme ve işkenceden elde ettiği zaferle coşan devlet gibi.” Almanya, İskandinavya, Fransa, İngiltere ve Rusya için hükmedici sınıfları meydana getiren bu adamlardı.

“Korkunç pençelerini, sayıca belki de çok daha üstün olan halk topluluklarına kılını kıpırdatmadan batıran, örgütlenme gücüne sahip sarışın av hayvanları sürüsü, fatihler ve hükümdarlar soyu… Devleti kuran işte bu sürüydü. Devleti sözleşmeyle başlatan hayâl yok edilmiş oldu. Buyurabilen, yaratılıştan hâkim olan, hareketinde ve davranışında şiddetle sahneye çıkanın söyleşmeyle işi ne?”

Bu muhteşem hükümdar soyu, ilkin Katoliklerin kadınsı erdemleri övüşüyle, sonra da sofuların ve aşağı seviyedeki halkın reform idealleriyle ve aşağı soylarla yüksek soyların, aralarında kız alıp vermeleriyle bozuldu. Katoliklik, Rönesansın aristokratik ve ahlâka aykırı kültürüyle yumuşarken, reform, Mûsevî disiplini ve ciddîliğinin canlanışıyle onu ezdi.

Protestanlık ve bira, Alman zihnini bulandırmıştı. Şimdi Wagner operasını ekleyin bir de. “Almanya’nın Napolyon’u yendiğinde kültüre yaptığı kötülük, Luther’in kiliseyi yendiği çapta olmuştur. O günden sonra Almanya, Goethe’lerini, Schopenhauer’lerini ve Beethowen’lerini bir yana bırakıp “yurttaşlara” tapmaya başlamıştı. Bu, Alman felsefesinin sonudur yazık ki.”

Yine de Almanlarda yaratılıştan gelme bir ciddîlik, bir derinlik var. Buysa her şeye rağmen Avrupa’yı kurtaracakları umudunu veriyor insana. Almanya, Fransızlardan da İngilizlerden de daha çok erkeksi erdemlere sahip. Sebat, sabır ve çalışkanlıkları var. Bilginleri, bilim adamları ve askerî disiplini bu yüzden ön plânda gelmektedir. Bütün Avrupa’nın, Alman ordusundan çekinmesini görmek hoş bir şey. Almanların örgüt gücü, malzeme ve insan bakımından, Rusya’nın gerçekleşmek üzere bekleyen kaynaklarıyle işbirliği yapacak olursa, o zaman büyük siyâset çağı gelecektir. “Alman ve Slav soyları karışarak gelişmelidir. Aynı zamanda, dünyanın hâkimi olabilmemiz için en usta mâliyeciler ve Yahûdiler de gerek bize. Kayıtsız şartsız Rusya ile birleşmeliyiz. Yoksa, abluka içinde yok olabiliriz.”

Almanya’nın kusurlu yanı, zihninin biraz vurdumduymaz oluşudur. Ki bu da karakterinin vurdumduymazlığını meydana getirmektedir. Fransızları, Avrupa’daki bütün uluslar arasında en incelmiş ulus yapan, o uzun kültür geleneği yok Almanlarda. Yalnızca Fransız kültürüne inanıyorum ben ve Avrupa’da kendisine kültür dedirten her şeye bir yanlış anlama olarak bakıyorum. “İnsan Montaigne’i, La Rochefoucauld’yu, Vauvenargues’ı, Chamfort’u okuyunca, başka herhangi bir ulustaki yazarlardan çok, Antikite çağına yakın duyuyor kendini”; Voltaire “büyük bir zihin derebeyidir.” Taine de “yaşayan tarihçilerin ilki.” Daha sonraki Fransız yazarları Flaubert, Bourget, Anatole France, vb. düşünce ve dil açıklığı bakımından öteki Avrupalıların çok üstündedir. “Şu Fransızlarda ne büyük duruluk ve ince bir dakiklik var!” Avrupa’nın tat, zevk ve görgüsündeki soyluluk, Fransa’nın eseridir. Ama eski Fransa’nın XVI. Ve XVII. yüzyılın eseri Devrim, aristokrasiyi yıkarak, kültürün taşıt aracını ve dadısını yok etmiştir. Şimdiki Fransız rûhu, eskisinin yanında pek cılız ve soluk kalıyor. Bununla birlikte yine de bazı incelikler var. “Fransa’da hemen hemen bütün psikoloji ve sanat sorunları Almanya’dakinden çok daha incelikle ve tamlıkla ele alınıyor. Almanya, dünya siyâsetinde büyük bir güç olarak ortaya çıktığı an, Fransa, kültür dünyasında yeniden önem kazandı.” Rusya, Avrupa’nın sarışın hayvanı. Halkında “inatçı bir, kadere katlanmışlık var. Ki bu onları günümüzde, biz Batılılardan daha üstün kılıyor.” Rusya’da “parlamento budalalığı” olmayan güçlü bir hükümet var. İstem kuvveti nicedir birikmekte orada. Şimdi de açığa çıkmak için tehdit ediyor. Rusya, Avrupa’nın hâkimi olursa hiç şaşmamalı. “Gönlünde Avrupa’nın geleceği olan bir düşünür, gelecekle ilgili bütün görüşlerinde, kuvvetlerin büyük oyunu ve savaşında en güvenilir ve en iyi öğe olarak Yahûdileri ve Rusları hesaba katar. Ama İtalyanlar her bakımdan, bugünkü uluslar içinde en iyisi ve güçlüsüdür. En aşağılık İtalyanda bile, bir erkeksi davranış, aristokratik bir gurur var.” “Yoksul bir Venedik gondolcusu, Berlinli bir milletvekilinden daimâ daha iyi bir figürdür. Aslına bakacak olursanız, daha iyi adamdır da.”

İngilizler hepsinin beteri. Demokratik hayâllerle Fransızların zihnini bozan onlar olmuştur. “Dükkâncılar, Hıristiyanlar, inekler, kadınlar, İngilizler ve başka demokratlar hep bir sıradandır.” İngiliz faydacılığı ile düşkünlüğü, Avrupa kültürünün en aşağı evresidir. Biribirini boğazlayan rakipler ülkesinde, insan hayatı, ancak sırf var oluş için bir mücadele olarak kavranabilir. Aristokrasiye üstün gelecek sayıda dükkâncılarla gemicilerin çoğaldığı bir ülkede, ancak demokrasi üretilebilir. İngiltere’nin çağdaş dünyaya vermiş olduğu armağan, Yunan armağanı budur. Avrupa’yı İngiltere’den, İngiltere’yi de demokrasiden kim kurtaracak?

VIII. Aristokrasi

Demokrasi, sürüklenmek demektir. Dilediğini yapsın diye, bir organizmanın herhangi bir bölümüne verilen izin demektir. Uyumluluk ve biribirine dayanırlığın yokluğu, özgürlük ve karmaşanın tahta çıkarılması demektir. Bayağılığa tapınmak, mükemmellikten nefret etmek demektir. Büyük adamların imkânsızlığı demektir. Büyük adamlar seçimin aşağılıklarına, bayağılıklarına nasıl boyun eğer?

Fırsat tanınır mı onlara? Halk, her türlü engelin düşmanı. Tapınmayan kişi özgür rûhtan ve normal parti üyesi olmayan adamdan, köpeklerin kurttan nefret ettiği kadar nefret eder. Böyle bir toprakta üstün-insan nasıl çıkar? En büyük adamlarından yararlanmayan, onları desteklemeyen, belki de tanımayan bir ulus, nasıl büyük olabilir. Böyle bir toplum, karakterini kaybeder. Örnek alma, boyuna doğru değil, eninedir. Üstün-insan değil, doğunluk adamı ideal ve örnek olur. Herkes herkese benzemeye başlar. Cinsiyetler bile yaklaşır birbirine. Erkekler kadınlaşır, kadınlar erkekleşir.

Bu bakımdan kadın hakları, demokrasi Hıristiyanlığın yaratılışında vardır. “Erkekten bir şey kalmamıştır; bu yüzden kadınlar kendilerini erkekleştirmeye çalışırlar. Ancak yeterince erkek olan, kadındaki kadınlığı kurtarabilir.” “Kadın haklarını kazanan” kadını İbsen, “şu tipik evde kalmış kız” yaratmıştı. “Kadın, erkeğin kaburgasından mı yaratılmıştı? ‘Hârika yoksulluğu kaburgalarımın,’ diyor erkek.” Kadın, “hak kazanarak” gücünü de itibârını da yitirmiştir. Bourbon sülâlesi zamanındaki kadınların mevkîi neydi, şimdiki ne? Erkekle kadın arasında eşitlik imkânsızdır. Çünkü aralarındaki savaş sonrasızdır. Zafersiz barış olmaz. Barış ancak, aralarından biri, ötekine üstün gelince gerçekleşir. Kadınla eşitliğe kalkışmak tehlikelidir. Eşitlikten hoşlanmaz o. Erkek gerçekten erkekse, ona boyun eğmekten zevk duyar. Mükemmelliği ve mutluluğu, her şeyden önce analığındadır. “Kadında her şey muammadır ve kadındaki her şeyin de bir tek karşılığı vardır: Çocuk doğurmak!” “Erkek, kadın için bir araçtır sadece, Sonuç, hep çocuktur. Peki, kadın nedir erkek için?. Tehlikeli bir oyuncak!” “Erkek savaş için yetiştirilmeli, kadın da savaşçının eğlencesi olmalıdır, gerisi budalalıktır.” Bununla birlikte “mükemmel kadın, mükemmel erkeğe göre daha yüksek bir insanlık tipidir. Aynı zamanda daha da az bulunur… İnsan kadınlara ne kadar nazik davransa yine de azdır.”

Evlilikteki gerilimin bir kısmı, kadını tamamlaması, erkeğiyse sınırlaması ve boşaltmasıdır. Erkek, kadını tavlarken, ona bütün dünyayı vermeyi teklif eder. Evlenince de verir. Çocuk gelir gelmez, erkeğin dünyayı unutması gerekir. Aşkta başkasını düşünme, ailede bencillik durumuna gelir. Doğru sözlülük ve yenilik, bekârlığın lüksüdür. “En yüksek felsefî düşünce çevresi içinde, bütün evli adamlardan kuşkulanmak gerekir… Var oluşun bir bütün olarak değerlendirilmesi konusunu seçmiş birinin, aile kaygılarıyle uğraşması, ekmek parası kazanmak, karısı, çoluğu çocuğu için güvenlik ve sosyal mevkî sağlamak gibi uğraşlarla uğraşması saçma geliyor bana.”

Feminizm ile, sosyalizm ve anarşizm gelmiştir. Bunların hepsi de demokrasinin yarattığı kargaşalardır. Eşit siyâsal iktidar doğruysa, iktisadî güç niye eşit olmasın? Hiçbir yerde lidere ihtiyaç olmayacaktır her hâlde. ‘Zerdüşt’ kitabına hayran kalacak sosyalistler vardır. Ama onların hayranlığı eksik olsun. “Benim hayat öğretimi vazedenler, eşitliği de vazediyorlar aynı zamanda. Bu eşitlik vaizleri tarafından kahrolmak istemiyorum.” Çünkü bendeki adâlet duygusu, “insanlar eşit değildir” diyor. “Hiçbir şeye ortaklaşa sahip olmak istemeyiz.” “Siz, ey eşitlik vaızcıları! Ademi iktidarın zorbaca cinneti içlerinizden eşitlik için bağırıyor.” Doğa ise, eşitlikten nefret eder. Bireyler, sınıflar ve türlerin farklılaşmasını sever. Sosyalizm biyolojiye aykırıdır: Evrim süreci, aşağı türlerin, soyun, sınıfın ya da bireyin, üstün olan tarafından kullanılması demektir. Hayat baştan başa sömürüdür. Sonunda öteki hayattan geçinir. Büyük balık, küçük balığı yutar, bütün hikâye bundan ibarettir. Sosyalizm, gıpta etmek demektir: “Bizim olan bir şeyi isterler.” Bununla birlikte kolay yönetilen bir harekettir bu. Kontrol için gereken bütün şey, efendilerle köleler arasındaki kapağı açıvermek ve hoşnut olmayanları cennete buyur etmek demektir. Korkulması gerekenler, liderler değildir, çok daha aşağıdakilerdir. Yetersizliklerinin ve tembelliklerinin tabiî sonucu olan boyunduruktan, bir devrim yaparak kurtulacaklarını sananlardır. Bununla birlikte köle, ancak baş kaldırdığında soyludur.

Evet, köle, çağdaş efendileri olan burjuvaziden daha soyludur. Paralı kimselere gıpta edilmesi ve tapılması, XIX. yüzyıl kültürünün aşağılığının bir belirtisidir. Ama bu işadamları da köledir, günlük işlerin kuklalarıdır, uğraşlarının ve işlerinin kurbanlarıdırlar. Yeni fikirler düşünecek vakitleri yoktur. Düşünmek yasaktır onlar için. Zihin zevkleriyse, uzanamayacakları kadar ötededir. Tedirginliklerinin, durmadan “mutluluk” aramalarının nedeni budur. Koca konakları ev ocağı olmaktan uzaktır, âdî lüksleri yavandır. “Orijinal” tablolardan meydana gelen galerileri, paralı olduklarını göstermek içindir. Duyusal eğlenceleri zihni uyarıp tazelemez, yalnızca sersemletir. “Şu gereksiz insanlara bakın hele! Servet elde ederek daha da yoksullaşırlar.” Aristokrasinin bütün sınırlamalarını kabul ederler de, zihin ülkesine götüren yolda ilerlemek istemezler. “Bakın hele, nasıl tırmanıyor şu çevik maymunlar! Birbirleri üstünden atlayarak, kendilerini çamura ve derinlere sürüklüyorlar. Dükkâncıların pis kokusu, tutkunun solucan gibi kıvrılması, kötü soluk.” Bunların servet sahibi olmasının anlamı yok. Çünkü soyluca kullanarak, sanat ve edebiyatı koruyarak, servetlerini saygıdeğer bir duruma getirmemektedirler. “Ancak zihin adamının olmalıdır servet.” Ötekiler malı mülkü tek başına bir amaç gibi görürler ve gittikçe daha bir tutkuyla ardından giderler. Bakın, “elinden geldiğince üretmek ve zengin olmak isteyen ulusların şimdiki çılgınlığına.” İnsanlar sonunda birer av hayvanı olurlar. “Biribirlerine tuzak kurarlar; biribirlerinin mallarını ele geçirmek için pusuda beklerler. Buna da iyi komşuluk derler… Sinekten yağ çıkarmaya uğraşırlar.” “Bugün tüccar ahlâkı, incelmiş bir korsan ahlâkından başka şey değildir. En ucuz pazardan alıp, en pahalısından satmak isterler.” Ve bu adamlar ‘laissez-faire = bırakın yapsın’ diye, rahat bırakılsın diye bağırıp dururlar. Aslında gözetlenmesi, kontrol edilmesi gereken, bu adamlardır.

Tehlikeli de olsa, belki sosyalizm bile, bu durumda bir derece haklı çıkarılabilir: “Büyük servetlerin birikimini destekleyen bütün taşıt ve ticaret dallarını –özellikle ve dolayısıyle para piyasasını- özel kişilerin ellerinden, özel şirketlerden almalıyız ve varlığı fazla olanlara, hiç olmayanlar gibi, topluluk için tehlikeli tipler olarak bakmalıyız.”

Burjuvanın üzerinde, aristokratın aşağısında asker vardır. Şeref ve şânın uyuşturucu etkisi altında zevkle can veren, savaş alanındaki erleri tüketen bir general, kâr makinesinde insanları tüketen işverenden daha soyludur. Dikkat edin, boğazlama alanına gidenlerin, fabrikadan ne büyük bir rahatlık duyarak ayrıldığına bakın. Napolyon kasap değildi, iyilik yapıcıydı. İnsanları iktisadî aşınma sonucu öldürmüyor, madalyalar vererek öldürüyordu. Sürü sürü insan, öldürücü sancağı altında toplanıyordu. Çünkü savaşın tehlikelerini, bir milyon daha yaka düğmesi yapmaya tercih ediyordu. “İçinde, savaşçının tüccara ve sıradan kişiye bir süre ağır bastığı, bir dünya meydana getirdi diye, Napolyon övülecekti. Savaş, zayıflayan, rahata kavuşan ve hor görülen uluslar için hârika ilâçtır. Savaş ve genel askerlik görevi, demokratik kadınsılığın gerekli panzehirleridir.” “Bir toplumun içgüdüleri, onu savaştan ve fetihlerden vazgeçirirse, o toplum bozuluyor demektir. Demokrasi ve dükkâncıların hâkimiyeti için zaman gelmiş demektir.” Bununla birlikte, çağdaş savaşın nedenleri soylu olmaktan çok uzaktır. Sülâle ve din savaşları, ticaret kavgalarını toplarla çözümlemekten biraz daha iyiydi. “Elli yıl içinde, şu Babil hükümetleri” (Avrupa demokrasileri), “dünya piyasalarını ele geçirmek için, bir dev savaşa girişecekler.” Ama belki de bu çılgınlıktan Avrupa’nın birliği doğacaktır: Öyle bir sonuçtur ki bu, uğruna bir ticaret savaşı bile, büyük bir bedel sayılmayabilir. Ancak birleşik bir Avrupa’dan, Avrupa’yı kurtarabilecek olan yüksek aristokrasi doğabilir.

Siyâsetteki mesele, işadamını, yönetmekten alıkoymaktır. Çünkü işadamının, siyâsetçi olarak görüşü kısa, anlayışı kıttır. Devlet adamı olmak üzere eğitilmiş olan, aristokratın ileri görüşlülüğüne ve geniş zihnine sahip değildir. Üstün adamın Tanrısal bir yönetme hakkı vardır. Yani üstün yetenek hakkı. Yalın adamın da yeri vardır, ama tahtta değil. Yerindeyken, yalın adam mutludur. Erdemleri de, liderinki kadar toplum için gereklidir. Vasat olmayı bir engel gibi görmek, derin zihne yakışmaz. Çalışkanlık, tutumluluk, düzenlilik, ılımlılık, güçlü inanç gibi erdemlerle sıradan adam da mükemmel olur. Ama yalnızca mükemmel bir âlet gibi, yüksek uygarlık piramitinin bir bölümüdür. Ancak geniş bir temel üzerine oturabilir. Güçlü şeylerden sağlam olarak pekişmiş bir ortam şarttır. Daimâ ve her yerde, bazı kimseler lider, bazılarıysa onların izleyicileri olur. Çoğunluksa, yüksek adamların zihinsel yönetimi altında çalışmaktan mutlu olacaktır.

“Canlı şeyler bulduğum her yerde, buyruk dinleme vardı. Bütün canlı şeyler, buyruk dinleyen nesnelerdir. Bir de şunu unutmamak gerekir: Kendi kendine söz geçiremeyene, başkası söz geçirir. Canlı nesnelerin durumu budur. Üçüncü olarak da, buyurmak buyrulmaktan daha güçtür. Bu, yalnızca buyuranın, bütün buyruk dinleyenlerin sorumluluğunu üzerine aldığı, bu ağırlığın altında kolayca ezildiği için değil: Her buyurmada bir çaba, bir tehlike var gibi gelmiştir bana. Canlı nesneler buyurdu mu, kendilerini tehlikeye atmış olurlar.”

Demekki ideal toplum üç sınıfa ayrılacaktır: Üreticiler (çiftçiler, işçi sınıfı ve işadamları), memurlar (asker ve devlet memurları), yöneticiler. Yöneticiler sınıfı, adı üstünde, yönetecektir ama, hükümette resmî görevleri olmayacaktır. Hükümetin günlük işi süflî bir iştir. Yöneticiler mevkî sahibi olmaktan çok filozof-devlet adamları olacaktır. Yetkileri kredi kontrolu ve ordu üzerinde olacaktır. Ama kendileri bir mâliyeci gibi değil, asker gibi yaşayacaklardır. Yine Eflâtun’un bekçileri gibi olacaktır. Eflâtun haklıydı, filozoflar en üstün insanlardır. Bunlar hem kültürlü, hem de cesâretli ve kuvvetli olacaklardır. Bilginlerle generaller bir tek adamda toplanacaktır. Birbirlerine karşı kibarlıkla ve birlik duygusuyla davranarak birliği meydana getireceklerdir: “Bu adamlar ahlâk, saygı, töre, teşekkür duygusu, karşılıklı birbirini gözetmeyle sımsıkı dizginleneceklerdir. Öte yandan birbirlerine karşı saygılı, kendi kendilerine hâkim, kibar, vakûr ve dostça davranacaklardır.”

Avrupa’yı bir ulus hâline getirmek, bu budalaca milliyetçiliğe son vermek için, ancak böyle bir aristokrasi yeterli cesârete ve görüşe sahiptir. Napolyon, Goethe, Beethowen, Schopenhauer, Stendhal ve Heine gibi, biz de “iyi Avrupalı” olalım. Nicedir parçalar hâlindeydik, bir bütün olabilecek şeyin parçalarıydık. Büyük kültür, bu vatanseverlik önyargısı ve sınırlayıcı kendi eyâletine bağlılık havası içinde, nasıl gelişebilir? Aşağılık ucuz politika zamanı geçmiştir. Büyük çapta siyâset zorunlu olmuştur. Yeni soy, yeni liderlerin ne zaman gelecek? Avrupa ne zaman doğacaktır?

IX. Son

“Kendinden öte bir şeyi yaratmak isterken, ölenleri severim,” demişti Zerdüşt. Nietzsche’nin düşünce yoğunluğu, onu vakitsiz tüketip bitirmişti. Çağına karşı savaşı, zihninin dengesini bozmuştu. “Kişinin çağındaki ahlâk sistemiyle savaşmak korkunç bir şey olmuştur daimâ. Öcünü alacaktır, içten de, dıştan da.” Sonuna doğru, Nietzsche’nin eserindeki acılık artmıştır. Fikirlere saldırdığı gibi insanlara da saldırmaya başlamıştır. Wagner’e, İsa’ya vb… “Bilgelikteki gelişim, acılıktaki azalmayla kesin olarak ölçülür,” diyordu. Ama kendi kalemine söz geçiremiyordu. Onu yiyip bitiren zehri en iyi şu söz ifâde eder: “İnsanın, gülen tek hayvan oluşunun nedenini en iyi ben anladım galiba: Büyük işkenceyi en çok o çekiyor, o yüzden kahkahayı îcât etmek zorunda kalmış!” Hastalık ve gittikçe artan körlük, sinir bozukluğunun fizyolojik yanıdır. Paranoyak izlenme korkusu ve büyüklük duygularına kapıldı.

Başkalarınca biraz beğenilecek olsaydı, bu eksiklik dolduran kendini övme önlenmiş olurdu ve Nietzsche’nin görüşünü ve sağlığını daha iyi etkilerdi. Ama beğeni geç geldi. Hemen hemen herkes onu aşağılamış ve görmezlikten gelmişken, Taine gönül alıcı birkaç satır yazmıştı. Brandes, Kopenhag Üniversitesinde, Nietzsche’nin aristokratik radikalizmi üzerine ders verdiğini söylüyordu. Strindberg, Nietzsche’nin fikirlerini oyuna uyguladığından söz ediyordu. Belki de hepsinden iyisi, adı bilinmeyen bir hayranının ona 400 dolarlık bir çek göndermiş olmasıdır. Ama ışık geldiğinde, Nietzsche’nin gözü de, rûhu da görmez olmuştu. Umudunu yitirmiş bulunuyor, yine de “Vaktim henüz gelmemiş,” diye yazıyordu, “Ancak yarından sonraki gün benim.”

1889 ocağında Torino’da inme indi. Sallana sallana tavan arasındaki odasına çıkıp, çılgınca mektuplar yazmaya başladı: Cosima Wagner’e üç kelime: “Ariadne, seni seviyorum,” Brandes’a, altına “Çarmıha Gerilen” diye imzaladığı daha uzun bir mektup yazdı. Burckhardt ile Overbeck’e öyle garip mektuplar gönderdi ki, Overbeck koşa koşa yardımına geldi. Bir de baktı ki, Nietzsche piyanosu başında tuşlara dirsekleriyle vuruyor ve bir Diyonizos sarhoşluğu içinde kendinden geçmiş, şarkı söylüyor, ağlıyordu.

İlkin akıl hastanesine kaldırdılar. Ama çok geçmeden annesi gelip onu çıkarmak istedi. Bağışlar bir davranışla, oğluna kendisinin bakacağını söyledi. Ne sahne! Çocuğunun, kendi inançlarından ayrılmasına kırgın, ama sabırlı bir biçimde dayanmış olan sofu kadın, oğluna karşı sevgisini yitirmemiş. Kadın 1897’de öldü. Bu defa kız kardeşi Nietzsche’yi yanına alıp Weimar’a götürdü. Orada Kramer onun heykelini yaptı. Bir zamanın o güçlü zihnini bitkin, çaresiz, alın yazısına katlanmış bir biçimde gösteren acıklı bir heykel. Genellikle mutsuz değildi yine de. Aklı yerindeyken görmediği rahata ve sükûnete kavuşmuştu. Doğa ona acımış, cinneti göndermişti. Kız kardeşinin kendisine bakarken ağladığını görmüştü bir ara ve göz yaşlarının nedenini anlamamıştı: “Lisbeth!” dedi, “niçin” ağlıyorsun? “Mutlu değil misin?” Ve bir ara kitaplardan söz edildiğini duymuştu. Yüzü aydınlandı bir an. “Yaa!” diye bağırdı, “Ben de birkaç güzel kitap yazmıştım,” derken o aydınlık an kayboluverdi.

1900 yılında öldü. Dehâsı için onun kadar bedel ödeyen olmamıştır.

Will Durant,
Felsefenin Öyküsü
Çevirmen: Ender Gürol
İZ YAYINCILIK