Gazze’nin Tarihsel ve Etik Sorgusu: Babil Sürgünü’nden Filistin’e Kurban Narratifleri

Babil Sürgünü’nün Anlamı

Babil Sürgünü (MÖ 587-538), Yahudi halkının Kudüs’ten sürülmesi, tapınaklarının yıkılması ve Babil’de esaretle geçirdiği yıllarla tarihe kazınmıştır. Bu dönem, Yahudi kimliğinde derin bir yara açmış, sürgün, kayıp ve yeniden doğuş temalarını kolektif bilinçlerine işlemiştir. Sosyolojik açıdan, bu travma, bir topluluğun kendini “mağdur” olarak tanımlamasının ilk taşlarını döşemiştir. Antropolojik olarak ise, sürgün, Yahudi diasporasının başlangıcıdır; kimliklerini koruma mücadelesi, dinsel metinler ve ritüeller aracılığıyla güçlenmiştir. Tevrat’taki Yeşaya ve Yeremya gibi peygamberlerin yazıları, bu dönemi hem bir ceza hem de bir arınma süreci olarak alegorik bir şekilde resmetmiştir. Ancak, tarihsel bir olayın modern politik bağlamda nasıl bir araç haline geldiği sorusu, etik bir tartışmayı zorunlu kılar. Babil’deki mağduriyet, İsrail’in Filistinlilere yönelik politikalarını meşrulaştırmak için bir “kurban kartı” olarak mı kullanılmaktadır? Bu, tarihin sembolik bir yeniden inşası mıdır, yoksa etik bir manipülasyon mu?

Kurban Kimliğinin İnşası: Psikopolitik Bir Okuma

Kurban narratifi, psikopolitik bir araç olarak güçlüdür. Freud’dan Lacan’a uzanan psikanalitik gelenek, bireylerin ve toplumların travmalarını kimliklerinin merkezine yerleştirebileceğini gösterir. Yahudi halkı için Babil Sürgünü, Holokost ile birlikte, kolektif bir “kurban” imgesinin temel taşlarından biridir. Bu imge, İsrail’in kuruluşunda ve uluslararası meşruiyet arayışında sembolik bir sermaye olarak kullanılmıştır. Ancak, bu narratifin Filistinlilere yönelik politikalarda bir gerekçe olarak sunulması, etik bir ikilem yaratır. Filistinliler, özellikle Gazze’de, abluka, yerinden edilme ve çatışmalarla kendi mağduriyetlerini yaşamaktadır. Bir topluluğun tarihsel acısını, başka bir topluluğun acısına karşı kullanmak, psikopolitik bir güç oyunu mudur? Sosyolojik olarak, bu durum, “rekabetçi mağduriyet” kavramını akla getirir: Her iki taraf da kendi acısını diğerininkinden üstün tutarak ahlaki üstünlük iddia eder. Bu, etik olarak ne kadar sürdürülebilir?

Mağduriyetin Silahlaşması

Felsefi açıdan, Levinas’ın “ötekinin yüzü” kavramı, etik sorumluluğun başkasına yönelmesi gerektiğini vurgular. Yahudi mağduriyetinin, Filistinlilerin haklarını kısıtlamak için bir araç haline gelmesi, bu sorumluluğu ihlal eder mi? Kant’ın kategorik imperatifi, bir eylemin evrensel bir yasa olarak genelleştirilip genelleştirilemeyeceğini sorar. Eğer bir topluluğun tarihsel acısı, başka bir topluluğun ezilmesini meşrulaştırmak için kullanılıyorsa, bu evrensel bir ilke olabilir mi? Ahlaki olarak, mağduriyetin silahlaşması, adalet arayışını baltalar. Gazze’deki abluka, yerleşim politikaları ve çatışmalar, İsrail’in güvenlik kaygılarına dayandırılırken, tarihsel kurban narratifi bu politikaları destekleyen bir ideolojik zemin sunar. Ancak, bu narratifin etik savunusu, Filistinlilerin yaşadığı somut acılar karşısında zayıf kalır. Tarihsel bir mağduriyet, güncel bir adaletsizliği örtbas edebilir mi?

Narratifin Yeniden Yazımı

Dilbilimsel açıdan, “kurban” kelimesi, hem dinsel hem politik bir yüke sahiptir. Yahudi geleneğinde, kurban (korban), Tanrı’ya adanmış bir sunudur; Babil Sürgünü’nde ise halkın kendisi bir tür “kurban” olmuştur. Modern İsrail’in söyleminde, bu sembolik dil, Filistin meselesinde bir savunma mekanizması olarak yeniden üretilir. Gazze, bu bağlamda, sadece bir coğrafya değil, aynı zamanda bir simgedir: İsrail için “tehdit”, Filistinliler için “direniş”. Bu simgesel savaş, her iki tarafın da dilde ve anlatıda üstünlük kurma çabasını yansıtır. Antropolojik olarak, bu tür narratifler, toplulukların kendilerini “biz” ve “onlar” olarak ayırmasına hizmet eder. Ancak, bu dilin provokatif doğası, uzlaşmayı zorlaştırır. Gazze’nin sokaklarında yankılanan sirenler, tarihsel bir anlatının gölgesinde mi kalmaktadır?

Adalet Arayışı

Tarih, adalet arayışının döngüsel olduğunu gösterir. Babil Sürgünü’nden dönen Yahudiler, Kudüs’ü yeniden inşa ederken, kendi özgürlüklerini kutlamışlardır. Ancak, modern İsrail’in Filistinlilere yönelik politikaları, başka bir halkın özgürlük arayışını bastırıyor gibi görünmektedir. Sosyolojik olarak, bu, güç dinamiklerinin tarih boyunca nasıl değiştiğini gösterir. Güçlü olan, kendi narratifini dayatma eğilimindedir. Felsefi olarak, bu durum, Hegel’in “tarihin diyalektiği” kavramını akla getirir: Tez (Yahudi mağduriyeti), antitez (Filistinli mağduriyet) ve sentez (henüz ulaşılamamış bir adalet). Gazze, bu diyalektiğin somut bir sahasıdır. Tarihsel acılar, bir toplumu diğerine üstün kılmak için mi vardır, yoksa ortak bir insanlık zemininde buluşmak için mi?

Ortak Bir Gelecek Mümkün mü?

Gazze’nin dar sokakları, Babil’in eski harabeleriyle konuşur mu? Her iki coğrafya da, insanlığın acı, direniş ve umutla dolu hikayesini anlatır. Etik olarak, bir topluluğun tarihsel mağduriyetini, başka bir topluluğun haklarını gasp etmek için kullanmak, insanlığın ortak değerlerine aykırıdır. Antropolojik olarak, tüm toplumlar, kendi hikayelerini anlatma hakkına sahiptir; ancak bu hikayeler, diğerlerini susturmamalıdır. Filistinlilerin ve Yahudilerin acıları, rekabet eden değil, birbirini tamamlayan anlatılar olabilir mi? Tarihsel döngüleri kırmak, ancak empati ve adaletle mümkün görünüyor. Gazze, sadece bir çatışma alanı değil, aynı zamanda insanlığın etik sınavıdır. Bu sınavda, tarihsel narratifler bir silah mı olacak, yoksa bir köprü mü?