Göçmen Tehdidi ve Toplumsal Paranoya
Yabancının Gölgesi
Göçmenlerin “tehdit” olarak çerçevelenmesi, toplumsal bilinçaltında derin bir yabancılık korkusunu uyandırır. Bu korku, yalnızca fiziksel bir ötekilikten değil, aynı zamanda kültürel, ideolojik ve ahlaki bir “yıkım” algısından beslenir. Göçmen, tarih boyunca mitolojik bir figür olarak hem kurtarıcı hem de yok edici rollerle yüklenmiştir: Medea’nın intikamcı öfkesi ya da Odysseus’un eve dönüş özlemi gibi. Toplumlar, bilinmeyeni kontrol etme arzusuyla göçmeni bir düşman prototipine dönüştürür. Bu, psiko-politik bir manevradır; zira bireysel kaygılar kolektif bir anlatıya çevrilerek toplumsal birlik yanılsaması yaratılır. Ancak bu birlik, ötekinin sürekli varlığına ihtiyaç duyar. Göçmen olmadan düşman kim olurdu?
Kolektif Korkunun Mekanizması
Paranoya, bireysel bir patoloji olmaktan çıkıp toplumsal bir bağlayıcı haline gelir. Göçmen tehdidi, medyanın, politikacıların ve ideolojik aygıtların elinde bir aynaya dönüşür; toplum kendi korkularını bu aynada seyreder. Kuramsal olarak, bu süreç Freud’un “narsisistik yara” kavramıyla ilişkilendirilebilir: Toplum, kendi mükemmeliyet imgesini tehdit eden her unsuru reddeder. Göçmen, bu bağlamda, toplumsal benliğin kırılganlığını hatırlatan bir simge olur. Carl Schmitt’in “dost-düşman” ayrımı burada devreye girer; siyasal olan, ötekinin düşmanlaştırılmasıyla tanımlanır. Bu dinamik, tarihsel olarak Haçlı Seferleri’nden modern ulus-devlet krizlerine kadar uzanır. Peki, bu korku gerçekten göçmenden mi kaynaklanır, yoksa toplumun kendi iç çelişkilerinin bir yansıması mıdır?
İdeolojik Dokumanın İpleri
Göçmen tehdidi, ideolojik bir dokuma tezgâhında işlenir. Sağ popülizm, göçmeni ekonomik ve kültürel bir “istilacı” olarak resmederken, sol söylemler bile bazen paternalist bir kurtarıcı rolüyle göçmeni nesneleştirir. Her iki durumda da göçmen, kendi hikâyesini anlatma hakkından mahrum bırakılır. Felsefi açıdan, Levinas’ın “ötekinin yüzü” etiği burada bir kırılma noktası sunar: Öteki, ahlaki sorumluluğumuzun başlangıcıdır, ancak bu sorumluluk genellikle politik pragmatizmle bastırılır. Göçmen, ideolojik anlatılarda ya bir kurban ya da bir suçlu olarak sabitlenir; insanlığı ise görünmez olur. Bu, distopik bir gerçekliktir: İnsan, insan olmaktan çıkar ve bir sembole indirgenir.
Tarihsel Yankılar
Göçmenlerin şeytanlaştırılması, tarihin tekrar eden bir nakaratıdır. Antik Roma’da barbar korkusu, Orta Çağ’da Yahudi pogromları, 20. yüzyılda sömürgecilik sonrası göç dalgaları… Her dönemde öteki, toplumsal krizlerin günah keçisi olmuştur. Sanatsal ifadelerde bu yankılar, Goya’nın karanlık gravürlerinden Banksy’nin duvar resimlerine kadar uzanır. Göçmen, hem trajik bir kahraman hem de istenmeyen bir misafir olarak resmedilir. Mitolojik olarak, Theseus’un Minotaur’u öldürmesi gibi, toplumlar kendi korkularını yok etmek için bir canavar yaratır. Ancak bu canavar, toplumun kendi içindeki kaosu gizler. Göçmen tehdidi, belki de modernitenin en güçlü alegorisidir: Birlik arayışı, ayrımcılıkla sonuçlanır.
Toplumsal Bağların Çözülüşü
Paranoya, toplumsal bağları hem güçlendirir hem de zayıflatır. Göçmen tehdidi, bir toplumu ortak bir düşmana karşı birleştirirken, aynı zamanda güvensizlik ve bölünme tohumları eker. Bu, psiko-politik bir ikilemdir: Toplum, kendi varlığını sürdürmek için ötekine ihtiyaç duyar, ancak bu ihtiyaç, kendi yıkımını da hızlandırır. Hannah Arendt’in “totaliterliğin kökenleri”nde işaret ettiği gibi, ötekinin sürekli demonizasyonu, ahlaki ve politik çöküşü beraberinde getirir. Göçmen, bu bağlamda, yalnızca bir tehdit değil, aynı zamanda toplumun kendi ahlaki sınırlarını test eden bir aynadır. Bu aynaya bakmaya cesaretimiz var mı?
Yeni Bir Anlatı Mümkün mü?
Göçmen tehdidi anlatısı, yalnızca korkuya değil, aynı zamanda umuda da kapı aralar. Ütopik bir vizyon, göçmenin insanlığını merkeze alarak yeni bir toplumsal sözleşme önerir. Ancak bu, ideolojik kalıpları kırmayı ve tarihsel yaraları onarmayı gerektirir. Sanatsal ve felsefi müdahaleler, bu süreçte katalizör olabilir: Bir şiir, bir film ya da bir sokak performansı, ötekinin hikâyesini duyulabilir kılabilir. Göçmen, bir tehdit değil, insanlık tarihinin ortak bir yazarı olarak yeniden çerçevelenebilir mi? Bu soru, yalnızca politik değil, aynı zamanda varoluşsal bir meydan okumadır.