H. J. Ausmus: Schopenhauer’a göre bir tarih bilgisi olmaksızın insan bir hayvan kadar aptal ve düşüncesizdir; bu bilgi sayesinde insan kendisinin dünyanın tümünün bir parçası olduğunun farkına varabilir.

SCHOPENHAUER’İN TARİH GÖRÜŞÜ

H. J. Ausmus

Schopenhauer’in tarih görüşünün zaman zaman Hegel’in tarih felsefesinin eriştiği şöhrete karşı duyulan mesleki kıskançlığın bir sonucu olarak şekillendiği ileri sürülür.[571] Paul Gottfried Hegel’e karşı savaşı nedeniyle Schopenhauer’in, Die Welt als Wille und Vorstellung’un 1817’de I. cildinin yazımıyla neredeyse yirmi yıl sonra II. cildinin yazımı arasında, tarihin doğası üzerine görüş ve fikirlerini değiştirdiğini iddia etti. I. ciltte Schopenhauer’in tarihçileri matematikçilerle aynı derecede bilim emekçileri olarak tanımladığı söylenir; halbuki II. ciltte tarih “bilim” statüsünden salt “bilme” (Wissen) düzeyine indirilmiştir. Böylece Gottfried Schopenhauer’in “oklarını nefret edilen bir rakibe, ardından rakip düşünce sistemine ve son olarak bu sistemin temelini oluşturan ana varsayımlara, yani tarihsel ilerleme düşüncelerine ve gerçekliğin akli doğasına”[572] yönelttiği sonucuna varmıştır. Bu tür yorumların yanlış olduğunu ve Schopenhauer’in tarih anlayışının bazı müspet yönler içerdiğini düşünüyorum.

Elbette Schopenhauer bir “şarlatan” olduğunu düşündüğü Hegel’e karşı sövgü ve hakaret içeren saldırılarda bulunmuştur. Schopenhauer yaşlandıkça ve Hegelcilik daha popüler hale geldikçe Schopenhauer’in Hegel felsefesine saldırısının şiddeti kesinlikle artmıştır. Ne var ki Schopenhauer’in tarihin doğasıyla ilgili görüşünü Hegelci düzmeciliğe karşı artan suçlamalarıyla eşzamanlı olarak değiştirdiği sonucuna varılamaz. I. Ciltte Schopenhauer matematik ne kadar bilimse tarih de o kadar bilimdir demez.

Yeter Neden İlkesi Üzerine başlıklı denemede, farklı bilimlerde ana kılavuz çizgisinin bu ilkenin şu ya da bu biçimi olduğunu göstermiştim; aslında bilimlerin en uygun tasnifi belki de buna göre yapılabilir. Fakat, daha önce söylediğim gibi, bu kılavuz çizgiye göre yapılan her açıklama sadece izafidir. Bu şeyleri birbirine göre açıklar, fakat peşinen varsaydığı şeyi her zaman açıklanmamış olarak bırakır. Sözgelimi bu matematikte mekân ve zamandır; mekanikte, fizikte, kimyada bu madde, nitelikler, asli güçler, doğa yasalarıdır; bitki ve hayvanbilimde bu türlerin farklılığı ve hayatın kendisidir; tarihte düşünce ve irade karakteristiklerinin tümüyle birlikte insan soyudur. Bu hepsinde her bir durumda uygulama için uygun form içinde Yeter Neden İlkesidir.[573]

Kısaca tarih ve matematik disiplinleri, her ikisi de Yeter Neden İlkesine dayandığı kadarıyla bilimdir (Wissenschaft). Ama bu tarihin matematik “kadar” bilim olduğu anlamına gelmez. Daha sonra Schopenhauer “Tarih olayların silsilesini takip eder; onları [Yeter Neden İlkesinin dördüncü biçimi olan] güdülenme yasasına göre çıkardığı kadarıyla pragmatiktir”[574] der. O zaman soru: Schopenhauer’e göre Yeter Neden İlkesiyle açıklanamaz olan nedir? olur. Ve cevap gayet basittir: iradenin kendisi dışında, her şey açıklanabilir.

Ortaya çıkan ikinci soru Schopenhauer’in bilimle (Wissenschaft) kastettiği şeydir. Bunu da I. ciltte açığa kavuşturur:

Ancak bir objeler türü hakkında soyut olarak tam bir bilgi edinmeyi kendine iş edinen kimse bilimi önüne yüksek bir gaye olarak koyar. O bu türü ancak bir kavramla seçebilir; dolayısıyla her bilimin başında şeylerin toplamından bir parçasının aracılığıyla düşünüldüğü ve bu bilimin kendisi hakkında soyut olarak tam bir bilgi vaat ettiği bir kavram vardır. […] Onun [yani bilimin] takip ettiği, genelden özele [tümelden tikele], bu bilgi yolu onu sıradan akli bilgiden [Wissen] ayırır. Dolayısıyla bilimin temel ve karakteristik özelliği sistematik biçimdir.[575]

Dolayısıyla tarih sadece tikellerle uğraşır ve bu bakımdan Yeter Neden İlkesini ve güdülenme ilkesini varsayar. Ancak Rönesans veya Aydınlanma gibi belli tarih dönemlerini keyfi biçimde verilmiş isimlerle oluşturduğu kadarıyla tümellerle uğraşır. Ya da Schopenhauer’in yazdığı gibi: “Tarih… aslında [tümellere] sahip değildir, çünkü ondaki tümeller sadece ana dönemlerin ana hatlarıyla incelenmesine dayanır. Ne var ki bunlardan münferit hadiseler çıkarılamaz; bunlar ötekilere ancak zamana göre tabi olurlar ve kavrama göre onlarla eşgüdüm içerisindedirler.”[576] Schopenhauer, şaşırtıcı olmasa gerektir, Gottfried’in neredeyse ikinci ciltten aktardığı aynı sözcükleri I. ciltte kullanır: “Dolayısıyla tarih, kurallara sıkı sıkıya bağlı kalındığında, akli bir bilgidir [Wissen] fakat bir bilim [Wissenschaft] değildir.”[577] Buna karşılık, ve aynı sayfada, Schopenhauer “matematiğin her bakımdan bir bilim olduğunu”[578] söyler. Tarih Yeter Neden İlkesini öngördüğü için bu bakımdan bir bilimdir; fakat tikelleri tümellere bağlamadığı için yöntembilimsel olarak bir bilim değildir.

Bu çözümlemeden çıkan sonuç gayet açıktır: Schopenhauer’in tarih fikri Hegel ile rekabeti neticesinde doğmamış fakat—her ne kadar bu tarih anlayışının şekillenmesine açıkça katkıda bulunmuşsa da—daha başından itibaren felsefesinin içinde bir şube olarak var olmuştur. Ayrıca Schopenhauer tarih araştırmasını bütünüyle karalamamıştır. Tarihte hem bir metodoloji hem de bir ontoloji olarak kusur bulmaya eğilimli olduğu doğrudur ve ilerleme düşüncesinin savunucularını “kötü Hıristiyanlar” ve “çağdaş Pelagiusçular” diye eleştirmiştir. Ancak tarih disiplininden elde edilebilecek müspet bir değerin olduğuna yine de inanıyordu. Sözgelimi tarihin görevinin geçmişi “dünyanın genel enkazından” kurtarmak olduğunu savunur.[579] Bu hüviyetiyle tarih en saygın disiplindir, çünkü akıl melekesi insan teki için ne ise insan soyu için de tarih odur.[580] Tarihçinin görevi insanlığın ortak tecrübelerini canlı tutmaktır ve bunu yaparak tarihçi bize hastalığımızı hatırlatmakta yardımcı olur. Bir tarih bilgisi olmaksızın insan bir hayvan kadar aptal ve düşüncesizdir; bu bilgi sayesinde insan kendisinin dünyanın tümünün bir parçası olduğunun farkına varabilir. Dolayısıyla Hegel için olduğu gibi Schopenhauer için de küçükevren büyükevreni yansıtır ve kendi bilinci içinde insan teki insan soyunun bütün tarihini yansıtır.[581] Her insan tekinin her eylemi ve bu eylemin mukabil güdülenimi tarihsel anlamdan yoksun değildir, çünkü “hepsinde ve hepsiyle insanlık İdeesi kendisini gittikçe daha fazla açar.”[582] Halkların ortak eylemleri ve onların güdülenmeleri—ki genel olarak her yerde aynıdır—milletin tarihini oluşturmak için birleşirler: “Bir millet tamamen kendisinin bilincine ancak tarihle varır.”[583] Dolayısıyla tarihçinin ulusunun ve insan soyunun akli ben-bilincini sürdürmek gibi ahlaki bir sorumluğu vardır. Bu tarihçinin alanının herhangi türden bir ırkçılıkla sınırlandığı anlamına gelmez, çünkü tarihin “sorunu bir bütün olarak insanların geçmişte yapıp ettikleri, ilkeler bütünü de güdülenme yasasıdır”.[584] Ve insan doğasına dair derin bir kavrayışa sahip olan, karakterlerinin güdelenmelerini duygudaşlıkla tasavvur edebilen ve “tarihi sanatçının gözleriyle”[585] kavrayabilen—bütün banları en iyi şekilde yapabilen tarihçiden başkası değildir.

Schopenhauer iki tür tarihin olduğunu savunuyordu. Siyaset ve kurumlar tarihi bir “ıstırap öyküsü”dür, insanların kötü işlerinden, sürekli mücadele ve savaşlardan ibarettir—bir ıstırap, sahtekârlık ve “korkunç en masse kıyım”lar sicilidir. Edebiyat ve sanat tarihi daha hoş ve sakindir—her ne kadar o da sürekli bir yanılgı tarihi ise de. Müzik alanından bir deyim kullanarak Schopenhauer, her iki tarih türünün “temel kalın sesi”nin felsefe tarihi olduğunu iddia eder: “Bu sebepten ötürüdür ki doğru anlaşıldığında felsefe, her ne kadar işleyişi bakımından çok yavaş ise de, en güçlü türden maddi bir kuvvettir. Bir dönemin felsefesi bu yüzden onun tarihinin temel kalın sesidir.”[586] Dolayısıyla iyi bir tarihçi olmanın önşartı felsefe tarihini bilmektir. Bu açıdan bakıldığında tarihçi ortak hafızadaki bağlaç boşluklarını dolduran “tersine dönmüş peygamber”dir.[587] Tarihçi bu görevi yerine getirmek için sadece veri toplayıp onları zaman dizinsel bir sıra içerisine koymakla kalmaz, fakat tarihinde insanın soyundan, inancından, renginden veya coğrafi konumundan bağımsız olarak doğası gereği her zaman ne olduğunu göstererek yazmakta olduğu şeye dair ahlaki bir yargıda da bulunur. Bunu yaparken tarihçi “olan”ın “olması gereken” şey olduğu yolundaki yanlış varsayımdan uzak durur, daha doğru ve uygun olanı, parti, devlet, kilise ve dünyayı sorgulama ve yargılama konumunu benimser; çünkü “dünya olmaması gereken bir yer”dir.

Schopenhauer düşüncesinde felsefe ve tarih ilişkisi ile ilgili doğru bir perspektife ulaşmak için Hegel düşüncesinde olduğu gibi Schopenhauer düşüncesinde de dinin toplumsal bilincin temeli olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir.[588] En temel varsayımlarından birinin, insan bir animal metaphysicumdur önermesinin üzerine, metafiziğin iki aklileşme: Din ve felsefe düzeyinde gerçekleştiği iddiasını oturtur. Din felsefenin sensu proprio söylediği şeyi sensu allegorico söyler: “Düz bir çizginin kendisine yakın muhtelif eğri çizgiler karşısında durumu ne ise, felsefenin de dinler karşısındaki durumu odur: Çünkü o dinlerin farklı kılıklar altında gösterdiği ve dolambaçlı yollardan ulaştığı şeyi sensu proprio dile getirir ve dolayısıyla ona doğrudan ulaşır.”[589] Sözün kısası felsefe mitossuz dindir, din ise her toplumun temelidir: “Şu halde inanç birliğinin her devletin toplumsal düzeniyle ne kadar yakından irtibatlı olduğunu görüyorsunuz. İnanç her yerde yasaların ve devletin esas teşkilat yapısının dayanağı ve dolayısıyla toplumsal dokunun da temelidir. Eğer din hükümet otoritesi ve yöneticinin saygınlık ve şöhreti lehine ağırlığını koymamış olsaydı bunların varlığını sürdürmesi mümkün olmazdı.”[590]

Eğer din toplumun temeliyse, o zaman tarih bu dini temelin çeşitli tezahürlerinden başka bir şey olmayacaktır. İsimler, tarihler ve yerler farklı olabilir, fakat özü itibariyle bütün insan eylemleri değişkenlik göstermez. Schopenhauer’in Herodotos’un okunmasıyla ilgili yorumu sadece bu çerçeve içerisinde anlaşılmalıdır, çünkü Schopenhauer’e göre ve ilerleme fikrinin taraftarlarına karşıt olarak tarihin mottosu: Eadem, sed aliter (aynı, ama başka türlü) olmalıdır.[591] Bu anlamda Schopenhauer “dünyevi” bir süreç olarak değil, fakat “dini” bir hareket olarak anlaşılan ve genellikle tarihin dünyevileşme süreci diye adlandırılan şeye bağlıydı. Bu süreç içerisinde, hem Hegel hem Nietzsche’nin kabul ettiği gibi, biçimsel din dili zaman içinde yavaş yavaş daha az dini olmayan daha yeni bir lügate dönüşmektedir.[592] Bu yüzden Schopenhauer ilerlemeciliğin taraftarlarını “çağdaş Pelagiusçular” ve dolayısıyla “kötü Hıristiyanlar”[593] olmakla suçlayabilir. Schopenhauer her ne kadar “dünyevileşme” sözcüğünü kullanmamışsa da, devletin Ortaçağ kilisesinin yerini aldığı, daha önce teolojinin üstlendiği işi kadim dinlerin büyük hakikatlerinin korunmasını amaç edinen felsefenin devralmasının gerekli olduğu “türdeş olmayan bir çağ”a geçişten söz etmiştir.[594] Bu durumda tarih, aynı cam parçacıklarını içeren fakat farklı biçimlenişte bir kaleydoskop veya renk cümbüşüne benzer.

Hegel ve Schopenhauer arasındaki kimi benzerliklere karşın—Gottfried’in doğru olarak işaret ettiği gibi—Hegel’in ilerleme düşüncesi için sunduğu karmaşık metafizik doğrulamayı Schopenhauer’in nasıl eleştirdiğini ve teolojik temellendirme üzerine oturan Tanrı fikrinin tarihselleştirilmesine neden karşı çıktığını anlamak yine de mümkündür. Schopenhauer’in Hegel’in görüşünü Kierkegaard’ınkini hatırlatan köklü bir varoluşsallık açısından reddettiği vurgulanmalıdır. Schopenhauer’e göre geçmiş ve gelecek, sadece hayalgücünde vardır, “sadece şimdi her zaman varolan, sağlam ve değişmez kalandır”.[595] Dolayısıyla Schopenhauer “bütün bir ebediyetin, bir başka söyleyişle, sonsuz bir zamanın şimdiye dek zaten geçtiği ve bu yüzden olabilecek ya da olması gereken her şeyin zaten olmuş olması gerektiği”[596] gibi gösterilerek Hegel’in tarih felsefesinin kolaylıkla bertaraf edilebileceğine inanıyordu. Bu yüzden Schopenhauer alaycı biçimde, eğer ilerleme düşüncesi doğruysa insan soyunun yoluna daha erken koyulmamış olmasının büyük bir talihsizlik olduğunu ileri sürer.


SCHOPENHAUER
Yayıma Hazırlayan: Ahmet Aydoğan
Say Yayınları