“Her Şeyin Şafağı”
“Her Şeyin Şafağı: İnsanlığın Yeni Tarihi” isimli eserin sağlanan bölümleri, insanlık tarihine dair geleneksel anlatıların sorgulandığı ve çok daha karmaşık, çeşitli ve iyimser bir tablo çizildiği yeni bir tarih bilimine davet niteliğindedir. Kitabın amacı, kimsenin “yapbozun tamamına sahip olmadığının tam bilincinde olarak” bunu ortaya koymaktır. Yazarlar, atalarımıza “tam insaniyetlerini” yeniden kazandıran bir tarih bilimi önermektedir. Geleneksel olarak “eşitlikçi” diye tanımlanan ilkel toplumların dahi yöneticilerden, hükümetlerden ve bürokrasilerden bağımsız olmalarının hayal gücü eksikliğinden değil, aksine bizden daha yaratıcı olmalarından kaynaklanabileceği fikri ele alınmaktadır. Gerçekten özgür bir toplumun nasıl olacağını hayal etmekte zorlandığımızı ancak onların keyfi gücün ve tahakkümün nasıl bir şey olacağını hayal etmekle ilgili benzer bir dertlerinin olmadığını ve bilinçli olarak toplumlarını bundan kaçınacak şekilde düzenlediklerini öne sürerler.
Kitap, özellikle “toplumsal eşitsizliğin kökenleri” gibi geleneksel sorular yerine, “eşitsizliğin” nasıl bu kadar büyük bir sorun haline geldiğini sormakla başlar. İnsan tarihini, insanlığın bir zamanlar mükemmel bir durumda var olduğu ve her şeyin ters gitmeye başladığı belirli bir noktanın belirlenebileceği şekilde çerçevelemenin, gerçekten ilginç soruları sormayı neredeyse imkansız hale getirdiğini belirtir. Bu geleneksel yaklaşım, insan doğasının temelde iyi mi yoksa kötü mü olduğunu tartışmak gibi sonuçsuz tartışmalara yol açar, ki yazarlar bunu insanın temelde şişman mı yoksa zayıf mı olduğunu tartışmaya benzetir. Pinker gibi yazarların modern yaşamı hemen her yönden kendinden önce gelenden üstün görmesini eleştirerek, modern yaşamın “muazzam bir gelişme” olduğunu iddia eden bu bakış açısının, özellikle siyahiler veya Suriye’de yaşayanlar gibi acı çekenler için geçerli olmadığını vurgular. Pinker’ın haklı olması durumunda, şiddetli kaos ve sefil yoksulluk içindeki “kabile” aşaması ile modern Batı medeniyetinin göreceli güvenliği ve refahı arasında seçim yapma şansı verilen herkesin güvenliğe atlayacağı fikri, insanların gerçekten ne yaptığını gözlemlemekle çelişir. Metinler, Avrupalı ortamlarına geri dönen yerli esirlerin Avrupa yaşam tarzından iğrendiğini ve ilk fırsatta tekrar kaçtığını gösteren örnekler sunar. Geleneksel anlatının sadece yanlış değil, aynı zamanda “gereksiz yere sıkıcı” olduğu öne sürülür.
Kitabın temel argümanlarından biri, ilk tarım topluluklarının çoğunun nispeten makam ve hiyerarşilerden bağımsız olduğudur. Dünyanın en eski şehirlerinin şaşırtıcı derecede büyük bir kısmının, otoriter hükümdarlara, hırslı savaşçı-siyasetçilere veya buyurgan yöneticilere gerek duyulmadan güçlü bir şekilde eşitlikçi ilkelere göre düzenlendiği belirtilir. Geleneksel görüşün aksine, tarımın icadının eşitsizliğe doğru geri dönülemez bir adım anlamına gelmediği savunulur. Bereketli Hilal’deki bitki evcilleştirme sürecinin, yabani tahıl ekiminin başlamasından yaklaşık 3000 yıl sonrasına kadar tam olarak tamamlanmadığına dair son araştırmalar sunulur. Bu durum, tarıma geçişin beklendiği gibi hızlı veya zorunlu bir dönüşüm olmadığını düşündürür. Erken çiftçilerin, tarımın lojistik sonuçlarını anlamış gibi görünen ve ona büyük bir bağlılık göstermekten kaçınan “gönülsüz çiftçiler” olduğu öne sürülür.
“Eşitsizlik” terimi, kitapta kaygan ve muğlak bir kavram olarak tanımlanır. Gerçek bir toplumsal dönüşüm vizyonunun masada bile olmadığını varsayan teknokrat reformcular çağına uygun toplumsal sorunları ifade etmenin bir yolu olarak kullanılır. Sayılarla oynamaya, Gini katsayıları hakkında tartışmaya olanak tanır ancak soruna anlamlı bir çözüm bulunamayacağına işaret edebilir. “Eşitlikçi” toplum teriminin ne anlama geldiğinin bile tam net olmadığı, genellikle olumsuz olarak tanımlandığı (hiyerarşi veya tahakkümün yokluğu olarak) veya muğlak olduğu belirtilir. Eşitlik, bireyin silinmesi mi yoksa kutsanması mı anlamına gelir gibi sorular sorulur. Bir toplumun dışarıdan bir gözlemciye tamamen aynı veya tamamen farklı görünmesinin eşit derecede “eşitlikçi” görünebileceği belirtilir. Yetişkin erkekler arasında eşitlikçi olan birçok toplumda kadın-erkek ilişkilerinin eşitlik hariç her şeye benzeyebileceği örnekleri verilir. Sparta vatandaşlarının kendilerine “Eşitler” veya “Hepsi Aynı Olanlar” demeleri ya da İnka toplumunda Ayllu’ların üyelerinin kelimenin tam anlamıyla her vadinin kendi geleneksel kumaş tasarımına sahip üniformalar giymesi gibi örnekler, eşitliğin farklı tezahürlerini gösterir. Ayllu’ların toprakları yeniden dağıtarak kimsenin diğerinden daha zengin olmamasını sağlamayı amaçladığı belirtilir.
Önemli bir tema, “vahşi” veya “ilkel” olarak sınıflandırılan halkların, Avrupalıların kendi toplumları hakkındaki varsayımlarına karşı güçlü ve bilinçli eleştiriler getirmesi olmuştur. Lahontan’ın aktardığı Kandiaronk’un (bir Wendat lideri) eleştirileri buna örnektir. Kandiaronk, Avrupalı toplumundaki aksaklık ve düzensizliklerin para yüzünden olduğunu söyler. Mülkiyet ayrımının yararlılığına dair argümanlarla dalga geçer. Onların toplumunda ne tartışma, ne kavga, ne iftira olduğunu; sanat ve bilimle alay ettiklerini, rütbe farklılığına güldüklerini aktarır. Avrupalıların kendilerini krala tabi kılarak “köle olarak damgaladıklarını” ve “hayatı yaşanmaya değmeyen sefil ruhlar” olarak adlandırdıklarını söyler. Bir insanın diğerinden daha fazlasına sahip olmasının ve zenginin fakirden daha fazla saygı görmesinin “açıklanamaz” olduğunu düşünürler. “Vahşi” adının aslında Avrupalılara daha çok yakıştığını, çünkü eylemlerinde bilgelik izlenimi taşıyan hiçbir şeyin olmadığını belirtir. Kandiaronk, hakimlerin olmamasının nedeninin para kabul etmemek ve kullanmamak olduğunu söyler. Paranın topluluklarına girmesine izin vermeyi reddetmelerinin nedeninin kanunlara sahip olmamakta kararlı olmaları olduğunu belirtir. Altı yılını Avrupa toplumu üzerine düşünerek geçirdiğini ve insanlık dışı olmayan tek bir davranış şekli düşünemediğini söyler. “Benim” ve “senin” kavramlarını terk etmeleri halinde eşitliğin yerini alacağını savunur.
Bu yerli eleştirilerinin, özellikle 17. yüzyıl doğal hukuk kuramcılarının düşüncelerini etkilediği ve “Aydınlanma Çağı”nın ortaya çıkışına katkıda bulunduğu öne sürülür. Avrupalı yazarların yerli düşünürlerden fikirler, kavramlar ve argümanlar aldığı, ancak tarihçilerin büyük çoğunluğunun bunları “yanlış anlama” veya “naif bir yansıma” olarak değerlendirme eğiliminde olduğu eleştirisi getirilir. “Soylu vahşi efsanesi”nin aslında Rousseau’dan yaklaşık bir asır sonra, bir alay ve taciz terimi olarak meşhur olduğu ve bu terimin kendisinin bir efsane olduğu iddia edilir (“soylu vahşi efsanesinin efsanesi”). Bu tür etiketlerin, anlamlı bir konuşmayı engellemek için tasarlandığı düşünülür.
Kitap, insan toplumlarının sanılandan çok daha çeşitli ve dinamik olduğunu göstermek için arkeolojik ve etnografik kanıtlar sunar. Buzul Çağı sonlarından itibaren avcı-toplayıcılar arasında dahi karmaşık sosyal yapılar ve anıtsal yapılar (Göbeklitepe gibi) olduğuna dair kanıtlar tartışılır. Göbeklitepe’yi inşa edenlerin o sırada çiftçilik yapmadığı belirtilir. Çatalhöyük gibi büyük yerleşim yerlerinde merkezi otoriteye dair kanıt bulunmadığı, hane düzeninin toplumsal hayatın merkezinde olduğu ve toplumsal yapının mevsimsel değişimler gösterdiği (tarım işçiliğinin yoğun olduğu dönemlerdeki örgütlenme ile kış aylarındaki eve çekilme arasındaki fark gibi) vurgulanır. Çatalhöyük’te evcil sığır veya domuzun benimsenmemesi, bunun çevresel bir engelden ziyade kültürel bir ret olabileceğini düşündürür. Yaban sığır ve domuz avının prestijli olduğu ve bu hayvanların vahşi kalmasına izin vermenin belirli bir insan toplumunu sağlam tutmak anlamına geldiği yorumu yapılır.
Farklı toplumsal örgütlenme biçimleri incelenir:
- Temel Komünizm: Birinin ihtiyacı yeterince büyükse ve bunu karşılamanın maliyeti mütevazıysa (boğulan birine ip atmak gibi), herhangi bir iyi kalpli insanın bunu yapacağı fikri. Bu, insan sosyalliğinin temel dayanağı olarak görülebilir ve farklı toplumlarda farklı alanları kapsayabilir.
- Özel Mülkiyet: Gerçek hukuki mülkiyetin belirleyici özelliğinin, kişinin ona bakmama ve hatta istediği zaman onu yok etme seçeneğine sahip olması olduğu öne sürülür. Bu, kullanım hakkından (intifa hakkı) farklıdır. Bazı toplumlarda (Avustralya Batı Çölü’ndeki katılım ayinleri örneği gibi), özel mülkiyet biçimlerinin ve katı, yukarıdan aşağı hiyerarşilerin yalnızca kutsal bağlamlarda var olduğu gösterilir. Bu durum, günlük hayatta hüküm süren özgür ve eşit ilişkilerin tam tersi bir şekil alması açısından önemlidir.
- Yönetim Biçimleri: Bazı erken şehirlerin veya krallıkların (Sümer, Mısır gibi) tapınak etrafında örgütlendiği, buralarda muhtaç kimselerin barınak bulduğu ve iş gücü sağladığı belirtilir. İnka toplumundaki Ayllu’lar gibi, toplumsal düzenlemelerde muhasebe ve kayıt tutmanın potansiyel olarak farklı amaçlara yönlendirilebileceği, hatta keyfi şiddet (fetih) üzerine kurulu olanlara bile tarafsızlık ve eşitlik havası sağlayabileceği vurgulanır. Egemenlik ve yönetimin bu potansiyel olarak ölümcül birliği, ikincisinin eşitleyici etkilerini alıp toplumsal tahakkümün veya zorbalığın araçlarına dönüştürebilir.
- Sovereign Power: Natchez gibi toplumlarda “İlahi kralların” keyfi şiddet uygulayarak veya kanunları ihlal ederek üstün konumlarını kanıtladığı ancak aynı zamanda çeşitli kısıtlamalarla çevrelendiği (“dünyaya dokunmamak” gibi) gösterilir. Bu tür gücün kişisel olma eğiliminde olduğu ve başkasına yetki vermenin zor olduğu belirtilir.
- Rekabetçi Siyaset: Klasik Maya siyasetinin, toprak veya ticaretin kontrolünden ziyade, lordlar ve daha az soylular arasındaki evlilik ve kişisel bağlar yoluyla insan akışını ve sadakati doğrudan kontrol etme becerisine dayandığı öne sürülür. Savaştaki yüksek konumlu rakipleri ele geçirmeye odaklanması, bir tür “insan sermayesi” olarak görülebilir.
- Devlet Olmayan Karmaşık Toplumlar: Maya toplumlarının çöküşünden sonra merkezi otoriteden yoksun, çeşitli kasaba ve prensliklere bölündüğü ve baskıcı yöneticilerin düzenli olarak ortadan kaldırıldığı isyan ruhunun yüzyıllarca izinin sürülebileceği belirtilir. Bu, karmaşık toplumların ille de bir devlete ihtiyaç duymadığı varsayımını sorgular. Geçmişte “devlet” olarak görülmeyen (kabile konfederasyonları gibi) ancak karmaşık olan birçok toplumsal biçimin var olduğu vurgulanır.
- Sezonsal Esneklik: Çatalhöyük örneğinde görülen mevsimsel değişimler veya modern Hristiyan dünyasındaki kış tatili gibi değerlerin ve örgütlenme biçimlerinin sınırlı bir dereceye kadar tersine döndüğü durumlar, toplumsal yapının tamamen katı olmadığını gösterir. Bu siyasi öz-bilinç potansiyelinin tamamen kaybolmadığı ima edilir.
Yazarlar, “ilkel” halkların bilinçli düşünme yeteneğinden yoksun olduğuna dair süregelen varsayımları da reddeder. Bu tür teorilerin, Avrupa toplumunun yerli eleştirisine karşı bir tepki olduğu düşünülür. İnsan toplumlarının hepsinde şüphecilerin ve uyum karşıtlarının var olduğuna inanmak için nedenler olduğu, farklılık yaratanın başkalarının onlara nasıl tepki verdiği olduğu belirtilir. Nuerler arasındaki “operator tipleri” veya kahinler gibi figürler, alışılmadık veya aykırı olana yer verildiğini gösterir. Kahinlerin hastalıklarının “Tanrı’nın dokunuşunun doğrudan bir sonucu” olarak görüldüğü ve felaket zamanlarında karizmatik liderler olarak ortaya çıkabildiği belirtilir.
Kitabın ana sorularından biri şudur: İnsanlar, bir zamanlar toplumsal düzenlemelerimizi şekillendiriyor gibi görünen esneklik ve özgürlüğü nasıl büyük ölçüde kaybetti ve sonunda daimi tahakküm ve boyun eğme ilişkilerinde takılıp kaldı? Bu, bir tür toplumsal gerçeklik biçimine nasıl sıkışıp kaldığımız ve şiddete dayanan ilişkilerin bu biçim içinde nasıl normalleştiği sorusudur. Geleneksel varsayımlardan (örneğin, insan toplumunun bazı “asil” biçimleri olduğu, eşitsizlikten önce bir dönem olduğu, “medeniyet” ve “karmaşıklığın” her zaman insan özgürlükleri pahasına gerçekleştiği vb.) yola çıkıldığında nelerin gözden kaçtığı artık daha net görülebilir.
Bu kapsamlı analiz, insanlık tarihine dair çok daha dinamik, çeşitli ve insanların kendi toplumsal düzenlemeleri üzerinde bilinçli bir ajansa sahip olduğu bir tablo sunar. Mevcut yönetim biçimlerinin ne kadar kaçınılmaz olduğu sorusunu gündeme getirir.
Sağlanan metinler ışığında, bir sonraki adım olarak, bu farklı toplumsal örgütlenme biçimlerinin (mevsimsel, esnek yapılar, komünizm biçimleri, farklı mülkiyet anlayışları, sınırlı veya ritualize edilmiş egemenlik, vb.) modern organizasyonel veya yönetimsel yapılar için ne gibi dersler veya alternatif düşünce yolları sunabileceğini inceleyebiliriz. Bu, stratejik önerileriniz için farklı bir bakış açısı sağlayabilir.
Kaynak : Her Şeyin Şafağı: İnsanlığın Yeni Tarihi