İnsanın Ölümle Yüzleşmesi ve Anlam Arayışı: Gılgamış Destanı Üzerine Felsefi Bir İnceleme – Rüya Topçu
Gılgamış’ın Yolculuğu: Güç Arayışından Ölümlülüğe
Gılgamış Destanı, insan varoluşunun en temel meselelerinden biri olan ölüm ve ölümlülük üzerine derin bir felsefi tartışma sunar. Destanın ana kahramanı Gılgamış, yarı tanrı olmasına rağmen insani zaaflara sahip, kibirli ve otoriter bir hükümdardır. Gılgamış’ın başlangıçtaki bu karakteri, bireyin kendi ölümlülüğünün farkında olmadığı, dünyevi hırslar ve güç arayışıyla sınırlı bir yaşamı temsil eder. Bu, varoluşsal anlamda kaygısız, sadece güç ve zafer peşinde koşan bir insan portresi sunar.
Bu bağlamda Gılgamış, Nietzsche’nin “Güç İstenci” (der Wille zur Macht) kavramını anımsatır. Nietzsche’ye göre, hayatın temel amacı, bireyin varoluşunu sürekli güç elde ederek pekiştirme çabasıdır. Ancak Nietzsche’nin felsefesi, bu güç arayışının ölüm gerçeği karşısında nasıl şekil değiştireceğine dair derin sorular sorar. Gılgamış’ın hikayesi, bu güç arayışının sınırlılığını ve ölüm karşısında geçiciliğini gözler önüne serer. Başlangıçta ölümsüzlük düşüncesine yer vermeyen Gılgamış, Enkidu’nun ölümünden sonra bu sınırlılığı kabul etmek zorunda kalır. Nietzsche’nin gözünde “güç istenci”, insanın hayatı anlamlandırma girişimidir; fakat Gılgamış, ölüm gerçeğiyle karşı karşıya kaldığında bu girişimin kendi sınırlarını sorgulamaya başlar. Güç istencine dayalı anlam arayışı, ölüm karşısında nasıl sürdürülebilir? Gılgamış’ın yolculuğu bu soruyu derinlemesine inceler.
Enkidu’nun Gelişi: İnsan Doğasının Medeniyetle Çatışması
Enkidu’nun hikâyeye girişi, insanın doğa ve medeniyet arasında sıkışmış konumunu temsil eder. Doğanın saf bir çocuğu olarak Enkidu, özgür ve içgüdüsel bir yaşam sürmektedir. Ancak fahişe ile karşılaştıktan sonra cinsel farkındalık kazanır ve medeniyetle tanışır. Bu olay, insanın doğadan topluma ve kültüre geçişini simgeler. Enkidu’nun vahşi yaşamı bırakıp topluma katılması, doğanın özgürlüğünden uzaklaşmanın bir bedeli olarak değerlendirilebilir. Bu, insanın bilinç ve toplumsal normlarla şekillenmesi sürecini, felsefi bir düzlemde doğallığın kaybı olarak tasvir eder.
Jean-Jacques Rousseau’nun “Doğal İnsan” kavramı bu süreci aydınlatmak için önemli bir referans noktasıdır. Rousseau, medeniyetin insanı yozlaştırdığını ve bireyin doğal hâlinde özgür olduğunu savunur. Enkidu’nun toplumla tanışması, onun doğal özgürlüğünden vazgeçmesi anlamına gelir. Rousseau’nun perspektifinde bu, insanın doğuştan sahip olduğu saflığın, medeniyetle birlikte kaybolduğu bir süreci yansıtır. Enkidu, medeniyetin bir parçası haline geldikçe, doğallığını kaybeder ve ahlaki bir varlık olmaya başlar. Burada ahlaki olma süreci, insanın içgüdülerini ve özgürlüğünü toplumsal düzen uğruna feda ettiği bir noktaya işaret eder. Medeniyet, Enkidu’nun doğa ile olan ilişkisini değiştirir ve insan olmanın bedelini ödetir.
Gılgamış ve Enkidu’nun Dostluğu: Kendini Tanımanın Derinliği
Gılgamış ve Enkidu arasındaki dostluk, insanın kendi içsel doğasıyla olan mücadelesini ve sınırlarını tanımasını temsil eder. Enkidu, Gılgamış’a meydan okuduğunda, bu sadece fiziksel bir güç mücadelesi değil, aynı zamanda Gılgamış’ın içsel bir hesaplaşmasına da dönüşür. Enkidu’nun varlığı, Gılgamış’a gücün ötesinde daha derin bir anlam arayışı olduğunu gösterir. Bu mücadele, felsefi anlamda Platon’un “İdealar Dünyası” kavramıyla ilişkilendirilebilir. Platon’a göre fiziksel dünya, gölgeler dünyasıdır ve gerçek bilgiye ancak bu gölgelerin ötesine geçerek ulaşılabilir. Enkidu, Gılgamış’ı bu gölgeler dünyasından çıkmaya zorlar ve ona daha derin, manevi bir bilgelik sunar.
Bu dostluk, bireyin öz-bilincine ulaşma sürecinde önemli bir rol oynar. Gılgamış, Enkidu sayesinde kendi insanlığını ve ölüm gerçeğini daha derinlemesine anlamaya başlar. İkili arasındaki bağ, aslında insanın kendi sınırlarıyla ve zaaflarıyla yüzleşmesini sağlar. Enkidu, Gılgamış’ın içsel dönüşümünde bir katalizör görevi görür ve bu süreç, bireyin varoluşsal krizini aşma yolunda attığı ilk adımdır.
Ölümle Yüzleşme: Enkidu’nun Ölümü ve Varoluşsal Anksiyete
Enkidu’nun ölümü, Gılgamış’ı derin bir varoluşsal krize sürükler. Dostunun ölümüne tanıklık eden Gılgamış, ilk kez kendi ölümlülüğünün farkına varır. Bu farkındalık, onun yaşam ve ölüm üzerine radikal bir sorgulama sürecine girmesine neden olur. Heidegger’in “varoluşsal anksiyete” (Angst) kavramı, bu noktada Gılgamış’ın yaşadığı krizle doğrudan ilişkilidir. Heidegger’e göre, insan ölümle karşılaştığında varoluşunun sınırlılığını idrak eder ve bu farkındalık, bireyin yaşamına yönelik yeni bir bakış açısı geliştirmesini zorunlu kılar.
Gılgamış’ın Enkidu’nun ölümüne verdiği tepki, varoluşsal anksiyetenin tipik bir örneğidir. Bu anksiyete, insanın kendi faniliğiyle yüzleşmesi ve yaşamının sınırlı olduğunun farkına varmasıyla ortaya çıkar. Heidegger’e göre, bu anksiyete bireyi otantik bir yaşam sürmeye yöneltir; yani birey, ölüm gerçeğiyle yüzleştiğinde, hayatını kendi anlamlandırması doğrultusunda yeniden düzenlemeye başlar. Gılgamış da bu süreçte yaşamına yeni bir yön vermek zorunda kalır ve bu, onun ölümsüzlük arayışına başlamasının temelini oluşturur.
Ölümsüzlük Arayışı: İnsanın Sonsuzluk Tutkusu ve “Ölümün İnkârı”
Enkidu’nun ölümünden sonra Gılgamış, ölümsüzlüğü aramaya başlar. Ancak bu arayış, felsefi olarak insanın ölümden kaçış çabasının bir yansımasıdır. Ernest Becker’in Ölümün İnkârı adlı eserinde belirttiği gibi, insanlık tarihinin büyük bir bölümü, ölüm gerçeğini kabullenemeyen bireylerin ölümsüzlük arayışıyla şekillenmiştir. Gılgamış’ın bu bitmek bilmeyen arayışı, ölüm korkusunu bastırma ve bu korkuyu inkâr etme girişimi olarak okunabilir. Becker’e göre, ölümsüzlük arayışı, ölüm korkusunun doğrudan bir sonucudur ve bireyin bu korkuya verdiği tepkilerin en temelini oluşturur.
Gılgamış’ın ölümsüzlük bitkisini arayışı, insanın zamansız bir varoluşa duyduğu arzuya dair felsefi bir anlatı sunar. Ancak bu arayış başarısızlıkla sonuçlanır ve Gılgamış, biyolojik anlamda ölümsüz olamayacağını kabul etmek zorunda kalır. Bu noktada, Gılgamış’ın arayışının sona ermesi, ölümle yüzleşme sürecinin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Gılgamış, ölümsüzlük idealinden vazgeçer ve insanın, geride bıraktığı eserlerle ve değerlerle kalıcı olabileceğini fark eder. Bu, varoluşsal bir kabullenişin göstergesidir.
Anlamlı Bir Yaşam: Ölümle Barışma ve Stoacı Dönüşüm
Gılgamış, ölümsüzlük arayışının başarısızlıkla sonuçlanmasının ardından, ölümün kaçınılmazlığını kabul eder ve ölüm karşısında anlamlı bir yaşam sürme gerekliliğini fark eder. Bu süreç, felsefi olarak Stoacı felsefenin temel ilkeleriyle uyumludur. Stoacılar, ölümün doğanın bir parçası olduğunu ve kaçınılmaz olduğunu savunurlar. İnsanın, ölüm korkusundan ziyade, onu kabul ederek yaşamını erdemli bir şekilde yönlendirmesi gerektiğini vurgularlar. Özellikle Marcus Aurelius’un Kendime Düşünceler adlı eserinde ifade ettiği gibi, ölüm, doğanın işleyişinin bir parçasıdır ve birey için bir kaygı değil, doğal bir olay olarak ele alınmalıdır.
Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışından vazgeçerek Uruk’un surlarına çıkıp şehre bakması, artık ölüm korkusunu aşmış ve geride bıraktığı eserlerle kalıcı olmayı seçmiş bir birey olduğunun göstergesidir. Bu sahne, Gılgamış’ın kişisel bir dönüşüm yaşadığını ve varoluşsal krizini çözdüğünü simgeler. Artık ölümsüzlük peşinde koşmak yerine, ömrü boyunca yarattığı eserler ve yaptığı iyiliklerle bir anlam arayışı içerisindedir. Bu, Stoacı felsefenin bireyin içsel barışa ulaşma yolculuğu ile de paralellik gösterir. Bireyin ölümle barışması, onun ahlaki ve erdemli bir yaşam sürmesinin önünü açar ve bu durum, felsefi olarak insanın yaşamını anlamlandırma çabasında önemli bir noktaya işaret eder.
Bu dönüşüm, sadece bireyin kendi içsel huzuruna ulaşması değil, aynı zamanda topluma olan katkısının kalıcı olma yollarını da aramasıdır. Gılgamış, sonunda, ölümsüzlüğü biyolojik olarak elde edemese de, yaptığı büyük işler ve inşa ettiği surlarla insanlık hafızasında ölümsüz kalacağını fark eder. Bu durum, insanın ölümle yüzleşmesinin ve anlamlı bir yaşam sürme arayışının nihai sonucudur.
Felsefi Yansımalar: Varoluşçuluk ve Anlam Arayışı
Gılgamış’ın yolculuğu, varoluşçu felsefenin temel kavramlarıyla yakından ilişkilidir. Varoluşçuluk, bireyin dünyaya fırlatılmış olduğu ve bu dünyada anlam yaratma sorumluluğuna sahip olduğunu vurgular. Jean-Paul Sartre’ın “varoluş özden önce gelir” önermesi, bireyin özünü kendi seçimleri ve eylemleriyle yaratması gerektiğini savunur. Gılgamış da aynı şekilde, ölümün kaçınılmaz olduğu bir dünyada kendi yaşamına anlam katma sorumluluğuyla karşı karşıya kalır.
Sartre, insanın özgürlüğünü vurgularken, bu özgürlüğün aynı zamanda bir lanet olduğunu belirtir; çünkü insan, bu özgürlüğün yarattığı belirsizlik karşısında sürekli bir seçim yapma zorunluluğuyla karşı karşıyadır. Gılgamış da ölüm karşısında anlam yaratma sürecinde bu belirsizliğin ağırlığını taşır. Ancak sonunda, bu belirsizliği kabul ederek, ölümsüzlük arayışını bırakıp, yaşamın anlamını ve değerini kendi eylemleri ve eserleriyle yaratma yoluna girer.
Varoluşçu filozoflar, özellikle Albert Camus, hayatın nihai bir anlamı olmadığını ve insanın bu anlamsızlık karşısında bir başkaldırı içinde olması gerektiğini savunurlar. Camus’nün ünlü “Sisifos Söyleni” eserinde olduğu gibi, birey, hayatın saçmalığına rağmen bir anlam arayışına girişir. Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı da başlangıçta bu saçmalığa karşı bir başkaldırıdır. Ancak sonunda, tıpkı Sisifos gibi, bu anlamsızlıkla barışmayı öğrenir. Camus’nün Sisifos’u gibi, Gılgamış da bir anlam bulmak için ölümle yüzleşmek zorunda kalır, fakat bu yüzleşme ona nihai bir kabulleniş ve anlam yaratma süreci sunar.
Sonuç: Gılgamış’ın Evrensel Mesajı
Gılgamış Destanı, insanın ölüm ve ölümsüzlük arayışı üzerinden anlam arayışını evrensel bir dille ele alan en eski edebi eserlerden biridir. Gılgamış’ın ölümsüzlüğe ulaşma çabası, insanın ölüm karşısındaki çaresizliğini ve bu çaresizliği aşma isteğini temsil eder. Ancak bu arayışın nihai başarısızlığı, insanın ölüm gerçeğini kabullenmesi gerektiğine işaret eder. Gılgamış, biyolojik ölümsüzlüğe ulaşamasa da, ahlaki ve kültürel bir ölümsüzlük fikrine ulaşır: Geride bıraktığı eserler, şehir ve anılarla kalıcı olma düşüncesi.
Bu süreç, insanın ölüm gerçeğiyle yüzleşirken yaşamını anlamlı kılma çabasıyla uyumlu bir felsefi çerçeve sunar. Felsefi açıdan, insanın ölümle yüzleşmesi, hem varoluşsal kaygıların kaynağı hem de bireyin kendini anlamlandırma sürecinin bir parçasıdır. Gılgamış’ın nihai kabullenişi, ölümün kaçınılmazlığı karşısında insana anlamlı bir yaşam sürme fırsatını gösterir. Bu kabulleniş, aynı zamanda bireyin yaşamına derin bir amaç ve değer kazandırır: Yaşamın sınırlılığı, onun anlamını daha da değerli kılar.
Sonuç olarak, Gılgamış Destanı, felsefi açıdan insanın varoluşsal sorunlarıyla yüzleşmesini ve bu süreçte anlam arayışının ne denli kritik olduğunu gösterir. Gılgamış’ın ölümsüzlük arayışı ve nihai dönüşümü, sadece antik bir kralın hikâyesi değil, insanlığın evrensel bir arayışının simgesidir. Bu destan, insanın ölüme karşı duyduğu kaygıyı ve bu kaygıyla başa çıkma yollarını derinlemesine ele alır ve felsefi bir perspektif sunar.
Kaynak: https://kendimekatilmiyorum.blogspot.com/


