İran-Yahudi İlişkilerinin Toplumsal ve Kimlik Dinamikleri
İran’ın Söylemi ve Fars Toplumunda Yahudi Algısı
İran’ın İsrail karşıtı resmi söylemi, Fars toplumunda Yahudilere yönelik algıyı karmaşık bir şekilde şekillendiriyor. Rejimin anti-Siyonist söylemi, Yahudileri değil, İsrail devletini hedef aldığını iddia etse de, bu söylem toplumsal düzeyde Yahudilere yönelik önyargıları besleyebiliyor. İran’da yaşayan yaklaşık 8.000-10.000 Yahudi, rejimin koruması altında bir azınlık statüsüne sahip; sinagoglar, okullar ve kültürel etkinlikler resmi olarak destekleniyor. Ancak, bu koruma, aynı zamanda bir denetim mekanizması olarak işliyor. Yahudiler, rejim tarafından “sadık vatandaşlar” olarak görülse de, anti-Siyonist söylemin yoğunluğu, sokaktaki algıda bir “iç düşman” şüphesi yaratabiliyor. Özellikle 1979 İslam Devrimi’nden sonra, Yahudilerin rejime bağlılıklarını kanıtlama baskısı altında oldukları gözlemleniyor. Bu durum, Fars toplumunda Yahudilere karşı hem bir uzaklık hem de tarihsel bir ortak yaşamın hatırasına dayalı bir kabul hissi yaratıyor. Örneğin, Yahudilerin İran’daki binlerce yıllık varlığı, Fars toplumunun kolektif hafızasında olumlu bir yer tutarken, modern siyasi söylemler bu hafızayı gölgeliyor. Bu çelişkili dinamik, Yahudilerin toplumsal konumunu hem kırılgan hem de dirençli kılıyor.
Yahudi Diasporasında İran’a Yönelik Algılar
Yahudi diasporasının İran’a bakışı, İsrail’in politikalarının gölgesinde şekilleniyor, ancak tarihsel Fars-Yahudi bağları da bu algıyı derinden etkiliyor. İran, Yahudiler için tarihsel olarak bir sığınak olmuş; Pers İmparatoru Kiros’un Babil sürgünündeki Yahudileri özgürleştirmesi, Yahudi anlatılarında güçlü bir olumlu imge olarak yer alıyor. Ancak, modern dönemde İran’ın İsrail karşıtı politikaları ve nükleer programı, diasporada bir tehdit algısı yaratıyor. Özellikle İsrail’de ve Batı’daki Yahudi topluluklarında, İran genellikle “varoluşsal bir düşman” olarak çerçeveleniyor. Bu algı, İsrail’in güvenlik politikalarıyla güçlendiriliyor ve diasporanın politik duruşunda bir kutuplaşma yaratıyor. Örneğin, muhafazakâr Yahudi gruplar İran’ı birincil tehdit olarak görürken, daha liberal Yahudi toplulukları, İran’ın iç dinamiklerini ve Fars-Yahudi tarihini dikkate alarak daha ılımlı bir yaklaşım sergileyebiliyor. Bu bölünme, diasporanın İran’a yönelik tutumlarında tarihsel bağlar ile güncel siyasi gerilimler arasında bir gerilim yaratıyor. ABD’deki İran kökenli Yahudiler, bu bağlamda, hem İran’ın kültürel mirasına nostaljiyle yaklaşırken hem de rejimin politikalarına karşı temkinli bir duruş sergiliyor.
Nükleer Program ve Yahudi Toplumunda Tehdit Algısı
İran’ın nükleer programı, Yahudi topluluklarında, özellikle İsrail’de, derin bir “varoluşsal tehdit” algısı yaratıyor. Bu algı, Holokost travmasının tarihsel yankılarıyla besleniyor; Yahudi kimliği, tarih boyunca karşılaşılan yok olma tehditleriyle şekillenmiş bir kimlik olarak, İran’ın nükleer kapasitesini bir soykırım potansiyeliyle ilişkilendirebiliyor. Bu durum, Yahudi toplumunda kolektif bir kaygıyı güçlendiriyor ve kimlik bağlarını sıkılaştırıyor. İsrail’in güvenlik söylemi, İran’ı bir “ölüm-kalım meselesi” olarak çerçeveleyerek, Yahudi kimliğini bir savunma pozisyonuna itiyor. Ancak bu algı, aynı zamanda Yahudi toplumunda bir dönüşümü de tetikliyor: Kolektif tehdit algısı, farklı Yahudi grupları arasında dayanışmayı artırırken, aynı zamanda militarist ve milliyetçi eğilimleri güçlendirebiliyor. Örneğin, İsrail’deki genç nesiller, İran tehdidi üzerinden şekillenen bir “biz ve onlar” anlatısıyla büyüyor, bu da kimliklerini daha çok güvenlik ve hayatta kalma ekseninde tanımlamalarına yol açıyor. Öte yandan, bu algı, Yahudi toplumunun içindeki barış yanlısı gruplar tarafından eleştiriliyor; bazıları, İran’ın nükleer programının abartıldığını ve diplomatik yolların denenmesi gerektiğini savunuyor.
İran Yahudilerinin Cemaat Direnci
İran’da yaşayan Yahudilerin, rejimin anti-Siyonist söylemine rağmen cemaatlerini sürdürmeleri, güçlü bir aidiyet ve direnç mekanizması sergiliyor. İran Yahudileri, rejime bağlılıklarını açıkça ifade ederek ve İsrail’e karşı resmi söylemi destekleyerek hayatta kalma stratejisi geliştiriyor. Bu, bir tür “sadakat performansı” olarak görülebilir; Yahudi cemaati, sinagoglarında ve okullarında dini pratiklerini devam ettirirken, rejimin politik duruşuna ters düşmemeye özen gösteriyor. Bu strateji, sosyolojik olarak bir “çift kimlik” dinamiği yaratıyor: Yahudiler, hem İran vatandaşı olarak Fars toplumuna entegre olmaya çalışıyor hem de Yahudi kimliklerini korumak için kültürel ve dini pratiklere sarılıyor. Örneğin, İran’daki Yahudi cemaati, Purim ve Pesah gibi bayramları kutlamaya devam ediyor, ancak bu etkinlikler rejimin gözetimi altında gerçekleşiyor. Bu durum, cemaatin hem bir azınlık olarak varlığını sürdürme azmini hem de rejimin baskısı altında şekillenen bir kırılganlığı yansıtıyor. İran Yahudilerinin bu direnci, tarihsel olarak Fars topraklarında kök salmış bir topluluğun, modern siyasi çalkantılara karşı geliştirdiği bir hayatta kalma biçimini temsil ediyor.
Fars ve Yahudi Toplumlarında Öteki Algısı
Fars ve Yahudi topluluklarında “öteki”ne dair korkular ve önyargılar, tarihsel anlatılar ve travmalar üzerinden inşa ediliyor. Fars toplumunda, Yahudilere yönelik algılar, kısmen İslam Devrimi’nin anti-Siyonist söylemiyle, kısmen de tarihsel olarak “yabancı” unsurlara duyulan güvensizlikle şekilleniyor. Örneğin, İran’ın Şah dönemi öncesinde Yahudilerle Farslar arasında nispeten uyumlu bir ilişki olsa da, devrimin ardından “Batı yanlısı” veya “İsrail yanlısı” olma şüphesi, Yahudilere yönelik toplumsal mesafeyi artırdı. Öte yandan, Yahudi topluluklarında İran’a yönelik korkular, Holokost’un kolektif hafızası ve İran’ın nükleer programı gibi modern tehditlerle besleniyor. Her iki toplumda da “öteki”, tarihsel travmaların güncel siyasi söylemlerle harmanlanmasıyla şekilleniyor. Farslar için Yahudiler, hem tarihsel bir komşu hem de modern dönemde potansiyel bir tehdit olarak algılanırken; Yahudiler için İran, hem tarihsel bir kurtarıcı hem de günümüzde bir düşman imgesi taşıyor. Bu çelişkili anlatılar, her iki toplumda da önyargıları derinleştiriyor, ancak aynı zamanda tarihsel bağların hatırasıyla diyalog potansiyelini de canlı tutuyor. Bu dinamik, iki toplumu birbirine hem yakınlaştıran hem de uzaklaştıran bir gerilim alanı yaratıyor.