Kadın Bedeni : Susan Rowland’ın Jung: A Feminist Revision
Susan Rowland’ın Jung: A Feminist Revision adlı çalışmasında ele aldığı temalarla doğrudan ilişkilidir. Kadın bedeni, kolektif hafıza, annelik ve adalet arayışı bağlamında Jung’un anima kavramı ve onun feminist revizyonu, bu sorulara hem sembolik hem toplumsal katmanlarda derinlikli yanıtlar sunar. Aşağıda her bir soruya, Rowland’ın metninden yola çıkarak yanıt veriyorum:
1. Kadının bedeni, kolektif hafızanın yükünü nasıl taşır?
Susan Rowland, özellikle Jung’un “anima” figürü üzerinden, kadının bedenini yalnızca biyolojik değil, aynı zamanda kolektif bilinçdışının ve kültürel anlamlandırmanın taşıyıcısı olarak görür. Anima, Jung’un yazınında hem yaratıcı bir bilinçdışı figürüdür hem de zaman zaman kadına dair basmakalıp imgelerin yansıtıldığı bir gölge alanına dönüşür. Bu çelişki, kadının bedenine yüklenen anlamların da nasıl çok katmanlı, çatışmalı ve çoğu zaman kolektif hafızanın bastırılmış yönlerini taşıdığını gösterir.
Kadın bedeni, modernitenin dışladığı doğayla ve dişil ilkeyle bağ kurma ihtiyacının taşıyıcısı haline gelir. Rowland’ın ifadesiyle, kadının bedeni Jung’un metinlerinde bazen “Eros’un ilksel kaynağı” olarak, bazen de “banal”, irrasyonel ve karanlık bir yer olarak işlev görür. Bu da onun, unutulmuş hikâyelerin, bastırılmış arketipsel imgelerin ve patriyarkanın gölgesi altındaki kolektif hafızanın taşıyıcısı olmasına yol açar.
2. Annelik, yas ve adalet arayışı kadınlar üzerinden nasıl şekillenir?
Rowland, Jung’un anima kavramının hem ilahi olanla ilişkiyi hem de bilinçdışıyla kurulacak diyalogu simgelediğini belirterek, anneliğin bu bağlamda yalnızca biyolojik bir fonksiyon değil, ruhsal doğurganlık ve yaratıcı ilke olarak ele alındığını vurgular. Jung’un anima’sı, annelik mitoslarının, yasın ve kaybın kolektif temsilcisidir. Bu bağlamda kadın, özellikle “kayıp” ya da “şiddet” karşısında adaletin arayıcısı değil, bedeniyle taşıyıcısı ve ritüel aktarıcısı olarak konumlanır.
Rowland, Walter Salles’in I’m Still Here gibi filmler üzerinden de okunabilecek bir biçimde, anneliğin, travmaların tanıklığını yapma ve geçmişin kayıplarını gündelik hayatta taşıma biçimi olduğunu ifade eder. Jungiyen anlamda bu, anima’nın yas tutma kapasitesinin ve bilinçdışıyla olan bağın dışavurumudur. Adalet arayışı ise, kadınların animus ile olan ilişkisi içinde doğar; erkek egemen yas ve düzen anlayışına karşı, dişil bilgelik, sezgi ve yaratıcı direniş biçiminde ortaya çıkar.
3. Kadının bedeninin, toplumun travmalarının ve unutulmuş hikâyelerin taşıyıcısı olma süreci
Kadının bedeni, Rowland’a göre Jungiyen psike’de hem anlamın hem de travmanın sembolik taşıyıcısıdır. Özellikle anima figürü, toplumun gölge yönlerini – yani bastırılmış cinsellik, şiddet, yas ve ilahiyle kurulan bağın inkârını – bedenleşmiş halde taşır. Rowland, Jung’un kadınla ilgili yazılarında sıkça karşılaşılan banal ve aşağılayıcı üslubun da aslında, bu kolektif travmanın bilinçdışı yansıması olduğunu savunur. Bu, Jung’un kişisel gölgesi değil, çağının ve patriyarkanın gölgesidir.
Kadın figürü, özellikle de anneler, şairlerin, dindar figürlerin ve travma tanıklarının yerine geçen semboller hâline gelir. Tıpkı Jung’un seanslarındaki Helene Preiswerk (S.W.) gibi kadınlar, toplumun dışladığı bilinçdışı gerçeklikleri dile getirir, anlatıya dönüştürür. Bu nedenle kadının bedeni, Jungiyen anlamda hem hikâyenin yazıldığı hem de hikâyenin yazarı olanbir alan hâline gelir. Kadın, anlatılamayanın ve bastırılmış olanın sesidir; toplumun kolektif yarasını taşıyan canlı bir mitik öğedir.
Kısa Sonuç:
Kadın bedeni, Jungiyen psikolojide hem bireysel hem kolektif bilinçdışının ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Susan Rowland, Jung’un anima figürünü feminist bir okuma ile yeniden değerlendirirken, kadının toplumsal travmalardaki rolünü, annelik ve yas üzerinden değil yalnızca temsil değil, aynı zamanda yaratım ve dönüştürme gücü olarak sunar. Kadınlar, kolektif hafızayı yalnızca taşımaz; onu dönüştürerek yeni anlamlar yaratmanın da baş aktörleridir.