Kadın Bedeninin Mimariye Dönüşümü: Hausu ve Suspiria’da Kristeva’nın Abject Kavramı
Nobuhiko Obayashi’nin Hausu (1977) ve Dario Argento’nun Suspiria (1977) filmleri, kadın bedenini mimari mekanlarla iç içe geçirerek, Julia Kristeva’nın abject kavramını farklı estetik ve kavramsal düzlemlerde yorumlar. Her iki film, bedeni hem bireysel hem de toplumsal bir sorgulama aracı olarak ele alırken, iğrençlik, sınır ihlali ve kimlik çözülmesi gibi temaları mimariyle ilişkilendirir. Ancak, Hausu’nun absürt ve pop-art estetiği ile Suspiria’nın gotik ve yoğun atmosferi, bu yorumları farklı yollara taşır. Bu metin, her iki filmin kadın bedenini mimariye dönüştürme biçimlerini, Kristeva’nın abject kavramı üzerinden derinlemesine inceler ve bu dönüşümün estetik, toplumsal ve felsefi yansımalarını açığa çıkarır.
Bedensel Sınırların Çözülmesi
Hausu’da kadın bedeni, mimari mekanın bir uzantısı olarak kaotik bir dönüşüm geçirir. Obayashi, genç kızların bedenlerini evin kendisiyle özdeşleştirir; ev, onları yutan, parçalayan ve içine çeken canlı bir organizma gibidir. Kristeva’nın abject kavramı burada, bedenin kendi sınırlarını aşarak mekanla birleşmesiyle ortaya çıkar. Kan, saç ve parçalanmış uzuvlar, evin duvarları ve mobilyalarıyla bütünleşirken, iğrençlik, bedenin kimlikten kopuşuyla değil, mekanın bedeni ele geçirmesiyle tanımlanır. Bu, bireysel öznelliğin çözülmesi değil, kolektif bir yok oluşun absürt bir kutlamasıdır. Suspiria’da ise beden, dans akademisinin katı geometrisi içinde sıkışır. Argento, bedeni mimariyle bir tür esaret ilişkisine sokar; kırmızı ve mavi tonlardaki koridorlar, bedeni hem büyüler hem de tehdit eder. Kristeva’nın iğrençlik anlayışı, burada bedenin mekan tarafından kontrol edilmesi ve onun kurallarına boyun eğmesiyle belirir. Her iki filmde de abject, bedenin kendi sınırlarını kaybetmesiyle ortaya çıkar, ancak Hausu bunu neşeli bir kaosla, Suspiria ise tekinsiz bir disiplinle işler.
Mekanın Bedene Bürünmesi
Hausu’da ev, kadın bedeninin grotesk bir yansımasıdır. Obayashi, evi dişler, ağızlar ve sindirim sistemi imgeleriyle donatarak, bedensel işlevleri mimariye aktarır. Kristeva’nın abject kavramı, bu bağlamda, bedenin atıkları (kan, tükürük) ve evin organik unsurları (akan boyalar, hareketli objeler) arasındaki bulanık sınırda hayat bulur. Ev, adeta bir rahim gibi, kızları hem barındırır hem de yok eder; bu, anneye dönüş ve ondan kopuş arasındaki gerilimi yansıtır. Suspiria’da ise akademi, bedeni düzenleyen ve disipline eden bir makine gibidir. Argento’nun mekan tasarımı, keskin hatlar ve simetrik formlarla bedeni bir estetik nesneye indirger. Kristeva’nın iğrençlik kavramı, burada bedenin mekanın soğuk kurallarına karşı koyamaması ve onun bir parçası haline gelmesiyle belirir. Hausu’nun organik ve kaotik mimarisi, bedeni yutan bir canavarken, Suspiria’nın katı mimarisi, bedeni şekillendiren bir kalıptır. Her iki filmde de mekan, bedenin özerkliğini tehdit eder, ancak bu tehdit Hausu’da absürt bir neşeyle, Suspiria’da ise karanlık bir baskıyla sunulur.
Toplumsal Normların İhlali
Kristeva’nın abject kavramı, toplumsal düzenin sınırlarını zorlayan unsurları işaret eder. Hausu’da kadın bedeni, Japon toplumunun masumiyet ve saflık ideallerini altüst eder. Genç kızlar, geleneksel kadınlık rollerini absürt bir şekilde abartarak, toplumsal normların sahte yüzünü açığa çıkarır. Ev, bu normların bir karikatürü olarak, bedeni hem cezalandırır hem de özgürleştirir. Kristeva’nın iğrençlik anlayışı, burada toplumsal beklentilerin bedende yarattığı çatışmanın grotesk bir dışavurumu olarak işler. Suspiria’da ise kadın bedeni, patriyarkal bir düzenin parçası olan dans akademisinin kurbanıdır. Argento, bedeni disiplin ve kontrol altına alan bir sistemin içinde gösterir; iğrençlik, bedenin bu sisteme karşı koyarken yaşadığı parçalanmada ortaya çıkar. Kristeva’nın kavramı, Suspiria’da bedenin toplumsal normlara uymaya zorlanması ve bu süreçte kendi özünü kaybetmesiyle ilişkilidir. Hausu toplumsal normları alaycı bir şekilde yıkarken, Suspiria onları karanlık bir eleştiriyle ifşa eder.
Estetik ve Görsel Anlatının Rolü
Hausu’nun pop-art estetiği, kadın bedeninin mimariye dönüşümünü renkli ve absürt bir düzlemde işler. Obayashi’nin canlı renk paleti ve deneysel kurgusu, bedenin mekanla birleşmesini bir tür görsel şölen haline getirir. Kristeva’nın abject kavramı, bu bağlamda, iğrençliğin estetik bir haz kaynağı olarak yeniden tanımlanmasıyla ilişkilidir; kan ve parçalanma, korkudan çok bir sanat eserinin parçası gibi sunulur. Suspiria’nın gotik estetiği ise bedenin mimariyle ilişkisini tekinsiz bir atmosferde ele alır. Argento’nun renk kullanımı ve geometrik kompozisyonları, bedeni hem yüceltir hem de nesneleştirir. Kristeva’nın iğrençlik anlayışı, burada bedenin estetik bir obje olarak tüketilmesi ve aynı zamanda onun çürümesi arasındaki gerilimde belirir. Hausu’nun neşeli kaosu, iğrençliği bir oyuna dönüştürürken, Suspiria’nın ağır atmosferi, iğrençliği bir trajedi olarak sunar. Her iki filmde de estetik, bedenin mimariye dönüşümünü güçlendirir, ancak bu dönüşüm Hausu’da eğlenceli, Suspiria’da ise rahatsız edicidir.
Bedenin Özerkliği ve Yitimi
Kristeva’nın abject kavramı, öznenin kendi bedenine yabancılaşmasını vurgular. Hausu’da kadın bedeni, evin içinde eriyerek özerkliğini tamamen yitirir. Obayashi, bu yitimi trajik olmaktan çok, absürt bir kutlama gibi sunar; beden, mekanla birleşerek yeni bir varoluş biçimi kazanır. Kristeva’nın iğrençlik anlayışı, burada bedenin sınırlarının çözülmesi ve mekanın bir parçası haline gelmesiyle ilişkilidir. Suspiria’da ise beden, akademinin katı kuralları altında özerkliğini kaybeder; ancak bu kayıp, bir isyan potansiyeli taşır. Argento, bedenin mekan tarafından ezilmesini, aynı zamanda onun bu düzene karşı direnişini gösterir. Kristeva’nın kavramı, Suspiria’da bedenin hem kurban hem de direnişçi olduğu bir gerilim olarak işler. Hausu bedenin yitimini neşeli bir kaosla kucaklarken, Suspiria bunu karanlık bir mücadele olarak resmeder. Her iki filmde de abject, bedenin özerkliğini sorgulayan bir araçtır, ancak bu sorgulama Hausu’da özgürleştirici, Suspiria’da ise baskıcı bir tonda işlenir.



