Metinden Uygulamaya: İslam Dünyasında Farmakoloji, Klinik Tıp ve Cerrahi – Maria Conforti

Arap tıbbı, Pers ve Hint geleneğinden de kaynaklanan katkılarla antikçağdan devralınan bilgileri zenginleştirir ve önemi Batı tarih eleştirisi tarafından uzun süre boyunca hafife alınan “rehberlere” ve derlemelere kaynaklık eder. Hekimlerin eğitimi ve tedavi uygulamaları açısından da, Arap dünyası Batıyla karşılaştırma ve inceleme açısından ilginç bir alan teşkil eder.

İslam Tıp Metinleri

Teori ve uygulama

Arap tıbbının en önemli başarılarından biri Galenosçu tıbbın “esnek,” dolayısıyla da uygulamaya daha uygun bir şeklinin Batıya aktarılmasını sağlayacak “rehberler” veya derlemelerdir. Farklı metin türlerinin, hatta sinoptik tabloların geliştirilmesi ve kullanımı tıp uygulamalarının yaygın, gelişmiş ve belli ihtiyaçları olduğuna işaret eder. Dolayısıyla tedavi uygulamalarının, Arap tıbbının “tekrar”dan ibaret olduğunu ve kitaplara dayandığını öne süren XVI. yüzyıla ait önyargı temelinde bugüne kadar kendilerine gösterilenden daha fazla ilgiyi

hak ettiği muhtemeldir. Aslında uzun bir tarihi geçmişe sahip olup karmaşık bir coğrafyada gelişmiş olan İslam tıbbı böyle bir bakış açısına indirgenemez.

İlaçlar ve tedaviler

Arap tıbbının en gelişmiş alanlarından biri Dioskourides’in (I. yüzyıl) De materia medica eserinin tercümesi sayesinde canlanan ilaç ve farmakoloji alanıdır. Antikçağdan devralman ilaç bilgileri, Pers geleneğinden ve Hint tıbbından kaynaklanan katkılarla zenginleşir; Hint tıbbından alınan hem klasik dünya tarafından bilinmeyen bazı ilaçların tarifi hem de hazırlanmaları için başvurulan tekniklerle ilgili bilgiler, botanikle ilgili metinin doğrudan deneyim konusunda hâkim olmasından dolayı, ilaçlarla ilgili bilgi yoksunluğu sorununun çözümüne katkıda bulunur. Ancak Arap dünyasının, aktarlık ve botanik konusunda doğrudan yapılan gözlemler sayesinde sahip olduğu bazı ünlü örnekler, aralarında el-Suri’nin (?-1241) eserlerinin de olduğu harika resimli metinlere de yansır. Önce Mısır’a, sonra da Şam’a taşınan Malagalı büyük botanikçi Bin el-Baytar (y. 1197-1248) el-Suri’nin öğrencisidir ve ilaçlar konusunda çeşitli eserler yazacaktır. Arap dünyasında en çok kullanılan basit ilaçlar arasında, şeker kamışının rafine edilmesiyle elde edilen ve İran’ın fethiyle Araplara ulaşan “devrimci” bir ürün olan şeker vardır. Şeker belli preparatlar yoluyla (şuruplar, elektuarlar, vs) basit tedavilerin ömrünün uzatılmasına olanak sağlar. Şarap, tıbbi kullanımını bile yasaklayan dini kurallara rağmen çok kullanılan diğer bir ilaçtır.

Profesyonel açıdan eczacılar, esans, şurup ve içecek hazırlayanlardan çok farklıdır; ilaçların hazırlanmasından ve hastalara verilmesinden doğrudan veya dolaylı olarak sorumlu olanlar hekimler, eczacılar, botanikçiler ve aktarlardır. Eczacıların ortaya çıkışıyla ilgili kesin bilgilere sahip değiliz, ancak XIII ila XIV. yüzyıldan itibaren kentsel bölgelerde şifacıların, dolayısıyla da bu alanda faal olan dükkânların faaliyetlerini denetleyen muhtesib adlı kişilerin olduğu bilinir.

Arap farmakolojisinin en şaşırtıcı yönlerinden biri hastalar üzerinde “denenmiş ilaçlar”la ilgili derlemelerin varlığıdır (bunlardan biri el-Razi (864-925/930) tarafından yazılmıştır). Genelde farmakolojik tedavi cerrahi tedaviye tercih edilir -bu âdet Rönesans cerrahları tarafından çok eleştirilmiştir- ve daha çok basit ilaçlara güvenilir. Hatta ünlü bir farmakolog olan El-Biruni (973-1048’den sonra), en iyi ilaçların besinler olduğunu öne sürer.

Etkilerin analizi

Ama farmakoloji büyük ölçüde metinlere ve özellikle Galenos’un De compositione medicamentorum (secundum locos e per genera) [İlaçların Bileşimi Üzerine (Yerleri ve Türleri Temelinde)] eserine dayalı olmaya devam eder. IX. yüzyılda, matematikçi el-Kindi (?-873) ilaçları ve özelliklerini ilk defa geometrik açıdan ele alınca, ilaç alanındaki teoriler ilginç bir gelişim döneminden geçer. Her ne kadar bu alandaki düşünceler henüz klinik deneyime dayalı değilse de, ilaç konusunun kendi başına araştırılabilmesi ve etkilerinin geometri yoluyla incelenebilmesi fikri antikçağa göre mutlak ve kesin bir yenilik teşkil eder; ilaç teorisi ve buna bağlı tartışmalar Batıda Villanovalı Arnau (y. 1240-y. 1311) tarafından ele alınacaktır. İbn Rüşd de (1126-1198), bir ilacın etki göstermesi için gerekli olan “asgari miktar” teorisi temelinde ilaçların beden üzerindeki etkisini inceler. Bu tartışmalar basit ilaçların etkisiyle sınırlı kalmayıp basit unsurlardan oluşan ilaçların da etkisini belirleme çabalarına kadar uzanır; miktarların belirlenmesiyle ilgili bu süreç ilaçların hazırlanmasındaki pratiğe de yansır. Arap farmakolojisinin tedavi süreçlerinin tarihi gelişiminde oynadığı rol ve kimya ile damıtma süreciyle olan bağlantılarıyla zenginleşen etkinliği, gerçekten var olmuş olan, ama kendisine ait olmayan eserlerin atfedildiği bir kişinin metinleri ve hayatıyla ilgili olağanüstü hikâyeye yansır. Arap kaynaklarında adı geçmeyen Genç Mesue veya Masawaih al-Mardini (776-857) Batıda basit ilaçlarla ilaç bileşimlerinin hazırlanması konusunda tartışmasız bir otorite haline gelir.

Hekimlerin Eğitimi ve Tedavi Mekânları

Hekimlerin toplumsal itibarı

Kültür seviyelerinin yüksek olmasına rağmen, mesleki açıdan bakıldığında hekimler de tıbbın bilim ansiklopedisi içindeki belirsiz konumundan olumsuz olarak etkilenir. Hekimlerden ahlaki doğruluk ye deontolojik bilinç beklenir; yukarıda sözü geçen muhtesib adlı müfettişlerin hekimlere Hipokrat (MÖ 460/459-375/351) Yemini ettirmesi bunun bir göstergesidir. Klasik dönemde yazılmış olan ve şaşırtıcı derecede yaygınlaşıp tamamıyla farklı uygarlık ve kültürler tarafından benimsenmiş ve günümüze kadar ulaşmış olan bu metinin kullanımı, farklı düzeylerde gelişmiş, kendi kendini onaylama ve düzenleme gücüne sahip bir tıp toplumuna dair ipucu sunar. Tıp kültürünün geniş bir takipçi kitlesi vardı; contra medicos [hekimlere karşı] metinler ve onlara ücret ödeyip ödememe gerekliliğini konu alan metinlerin çokluğu paradoksal olarak da olsa hekimliği meslek olarak yürütenlerin toplumsal itibarına ve faaliyetlerine bağlı gerilime tanıklık eder. Buna rağmen Arap hekimlerinin eğitimi hakkında, hem metinleri incelemeleri hem de hastaların başucunda staj yapmaları gerektiğinin tavsiye ediliyor olması dışında fazla bilgiye sahip değiliz. Sonuçta resmi okullardan değil de, hocalar ile öğrencileri arasındaki kişisel ve “özel” ilişkilerden söz edilebilir; bu ilişkiler genelde, Bizans örneklerine kıyasla Müslüman bölgelerde daha fazla gelişmiş olan hastanelerde gerçekleşir.

Kurumlar, akademiler ve okullar

İslam dünyasında hastaneler için kullanılan bimaristan (Bimarhane veya hastaların “evi”) terimi Pers kaynaklıdır. Kısmen gerçeğe dayalı olan bir efsaneye göre Abbasi döneminde, ünlü bir Sasani tıp akademisine de ev sahipliği yapmış olan Cundişapur şehrindeki hastane örnek alınmıştır; burada çalışan Hıristiyan hekimler Arap, Pers, Hint ve Yunan dahil olmak üzere farklı kültürel geleneklerden besleniyordu. IX. yüzyılda Bağdat’ta bir hastane kurulur ve bunu hem başkentte hem de başka yerlerde, ama özellikle Asya’da başka hastaneler izler (bu eğilim daha az düzeyde de olsa Afrika ve İspanya’da da görülür. El-Razi’nin bu hastanenin kuruluşunda rol oynamış olması bir efsaneyse de, Bizans ve Doğu dünyasında var olan benzer kurumlar örnek alınarak oluşturulmuş bu kurumların İslam tıp dünyasının getirdiği en önemli yeniliklerden biri olduğu doğrudur.

XII. yüzyıl ortalarında Şam’da kurulan Nuri Bimarhanesi (1154) hem bir hastane hem de dini bir merkezdi; burada bulunan ve uzmanlaşmış bir kütüphanesi olan tıp okulu sayesinde tıp kurumsallaşır. Öğretim örneklere dayalı olarak yürütülür ve metinlere başvuru ile klinik uygulamalar bütünleştirilir. Bu durum hem eğitim hem de kurumun kendisi açısından son derece önemli bir yeniliktir. Şam’daki hastane örnek alınarak Kahire’de kurulan el-Mensuri Hastanesi hem erkek hem de kadın hasta kabul eder. Ancak tıp eğitimi, Bağdat’taki Mustansıriye Medresesi’nin hizmetindeki bimarhanede olduğu üzere başka kurumlarda da verilir; kendi eczanesine sahip bu medrese hükümet bürokrasisinin eğitimini ve divan adı verilen kültürlü üst düzey devlet görevlisi sınıfını yaratmayı amaçladığından tıp eğitimi açısından işlevi öncelikli değildir, ama tıbbın sonraki nesillere aktarılmasında önemli bir rol oynar.

Zihinsel hastalıklar

Arap hastanelerinde çalışan personel dört alanda mesleki uzmanlığa sahiptir: fizyoloji, oftalmoloji, cerrahi ile ortopedi ve yardım (idari çalışanlar ve hastabakıcılar). Hastanelerde genelde hem ayakta tedavi gören hastalar için bir poliklinik hem de hasta koğuşları bulunmaktadır. Hastanelerin giderek yayılması, bu yapılar için, bazıları günümüzde hâlâ ziyaret edilebilen belli işlevsel mimari modellerin geliştirilmesini sağlar. Eğitim işlevi, Arap hastanelerinin sunduğu tek yenilik değildir. Hastaneler aynı zamanda zihinsel hastaları -genelde özel koğuşlarda ve diğer hastalardan tecrit edilmiş şekilde- kabul eden ilk yerlerdir. “Deliler” müzikle ve ilaçla tedavi edilir. Deliliği ve melankoliyi (yani kara safra fazlalığı: Arap nozolojisi bu klasik geleneğe dayalıdır) konu alan çeşitli Arap metinleri arasında X. yüzyılda Tunus’un Kayravan şehrinde yaşamış olan ve Efesli Rufus (I. yüzyıl) ve Areteus (II/III. yüzyıl) başta olmak üzere çeşitli Yunan yazarlardan yararlanmış olmasına rağmen zihinsel hastalıkların psikosomatik yönleri açısından farklı bir bilince sahip İshak bin İmran adlı bir hekim tarafından yazılmış olan bir eser yer alır.

Tıp Dalları

Parazitler

Arap hekimlerin tanımladığı patolojilerin antikçağa göre çok farklı olmaması hem tıp mesleklerinin gelişimine hem de -Batıdaki ortaçağdan çok da farklı olmayan bir şekilde- miras alınan yazılı tıp kültürünün klinik gözlemlere dayattığı engellere bağlıdır. Günümüz bakış açısı temel alındığında, Yunan kaynaklarının derin bilgileri ile antikçağdan apayrı ve gerçek anlamda anlamlı gözlemsel ipuçları sunmayan bir patosenoz (bir bölgede var olan hastalıklar bütünü) arasındaki dengesizliği anlamak çok zordur. Ancak bazı istisnalar da söz konusudur. Bunların arasında bazı paraziter hastalıkların teşhis edilmesi vardır; örneğin geleneksel etiyoloji-patojenez çerçevesinde de olsa, uyuz hastalığına akarların, vena medinensis’e de (drakunkuloz) derinin altında çoğalan bir parazitin neden olduğu tespit edilir. Paulus Aegineta (y. 620-y. 680) bu hastalığın “verminöz” olduğunu zaten anlamıştı ve Galenos (y. 129-y. 201) bunun bir sinir olup olmadığını kendi kendine sormuştu; drakunkuloz, X. yüzyılda Kuşta bin Luka (820-912) tarafından, bağırsak parazitlerine benzer bir hastalık olarak teşhis edilecektir.

Çiçek hastalığı

El-Razi ise XVIII. yüzyıla kadar Batı tarihini ve hayal gücünü büyük ölçüde etkileyecek olan çiçek hastalığını kesin bir şekilde tanımlar ve teşhis eder. Klasik antikçağda bilinmeyen çiçek hastalığı (ve el-Razi’nin onun daha hafif bir formu olarak saydığı kızamık) Doğuda belli yerlere özgüydü ve hastaların görme organlarında ciddi zararlara yol açıyordu. Bulaşıcılık özelliği de antikçağda olduğu gibi tanımlanmaya devam edilir: Kötü “hava, su ve mekânların vücut sıvılarında neden olduğu değişimin epifenomeni olarak görülür ve veterinerlikle ilgili metinlerde nasıl işlediği ve ondan nasıl korunmak gerektiği tarif edilir. Arap hekimlerin, Akdeniz bölgesinde uzun bir süredir görülmediği için (“Justinianus” adı verilen 541 tarihli veba salgınıyla 1348 tarihli salgın arası dönem) tanık olmadıkları veba salgınları konusundaki tutumları, dönemin Batılı hekimlerinin tutumlarından farklı değildir: Birçok hekim hastalığı tarif eder, ama Bin el Hatib (1313-1374) dahil olmak üzere az sayıdaki hekim bu konuda dindışı bir tutum takınıp sivil otoritelerin, hastaların tecrit edilmesi ve halkın korunması için aldığı önlemleri kabul eder.

Cerrahi

Cerrahi konusu özel ilgi gerektirir. Günümüze ulaşan metinlerden anlaşıldığı kadarıyla, Arap tıbbının Yunan kaynaklar ve özellikle Paulus Aegineta yoluyla cerrahiyle tanıştığı sonucuna varılabilir. Ancak tarif edilen ameliyatlar çok az uygulanır ve ameliyata genelde sadece sonucun kesin olarak öngörülebildiği veya ölümcül olmayacağı durumlarda başvurulur. Cerrahi müdahalelerin tasvirinin genelde sadece teoriye dayalı olduğuna dair güçlü bir izlenim söz konusudur. Arapların sezaryen ve trakeotomi gerçekleştirdikleri, hatta abdominal cerrahiye başvurdukları dayanağı olmayan bir efsanedir ve metinlerin yanlış anlaşılmış olmasından kaynaklanır. Ancak bazı invazif olmayan cerrahi türlerinin, kırık ve yanık tedavilerinin uygulanmaya devam ettiği kesindir. Bu alandaki tek istisna oftalmolojik cerrahidir, çünkü Arap cerrahlar bu konuda son derece başarılıdır.

Akciğer dolaşımının keşfi

Arap dünyasının anatomiden haberdar olmamasının nedenlerinden biri, dini öğretilere göre diseksiyonun yasak olmasıdır, ancak XIII. yüzyıl da Mısır’da yaşanan korkunç sefalet sırasında ölüp gömülmemiş sayısız insanın iskeleti üzerinde yapılan gözlemlerle, örneğin Galenos’un, alt çene kemiğinin iki kısımdan oluşmasıyla ilgili açıklamasının yanlış olduğu anlaşılır. Arap tıbbının en önemli yeniliklerinden biri olan akciğer dolaşımının keşfi apayrı bir konudur:

Bin el-Nefis (1213-1288) tarafından yapılan ve Miguel Servet (1511-1553) tarafından yeniden ele alınan bu keşif, deneysel gözlemlerle desteklenmediğinden teorik düzeyde kalır, dolayısıyla da Galenosçu sistemle bütünleştirilmesine rağmen bu sistemin değişimi için yeterli derecede etkili olmaz.

Bkz. Bilim ve Teknik: Yunan Mirası ve İslam Dünyası, s. 415; Süryani Geleneğinde ve Arap Dilinde Antik Kültür ve Galenos, s. 492; Uygulamadan Metne: Arap Tıbbının Hocaları, s. 502; Simya ve Kimya-Arap Simyası, s. 516; İslam Teknoloji Kültürü: Yeni Teknikler, Tercümeler ve Üretim Harikaları, s. 539 Edebiyat ve Tiyatro: Avrupa’da İslam Hakkında Bilinenler, s. 642

EDİTÖR
UMBERTO ECO
ORTAÇAĞ
BARBARLAR * HIRİSTlYANLAR * MÜSLÜMANLAR
Çeviri: Leyla Tonguç Basmacı
ALFA TARİH